tomris
Sedef Ergürbüz

TOMRİS UYAR’A SELAM

Öykü günü etkinliği düzenleyip de sevgili Tomris Uyar’a selam göndermeden olmaz, düşüncesinin bende nasıl oluştuğuna takıldı aklım. Neden özellikle Tomris Uyar? Cevabı Panzehir Dergi için yazdığım yazılarda buldum: Deneysel çalışmalar yapan, özellikle kadın sanatçılara, yazarlara hayranlığım bambaşka. Bu yazılardan ilki sinemada çağının çok ötesi deneysel filmler çeken ve sonrasındaki pek çok yönetmeni etkileyen Maya Deren hakkındaydı. İkincisi ise daha yakın zamandan; uzun yıllar kendi üslubunu oluşturmak için çaba sarf etmiş ve neticesinde 2022 Nobel Edebiyat ödülünü almış olan Annie Ernaux’la ilgiliydi.

Kendinden önce yazılanlar bir yana kendi yazdıklarında bile tekrara düşmekten kaçınan Uyar’a bu yolda çevirmenliği ve çok iyi bir okur olması da ışık tutmuş. 1968’den itibaren İngilizceden altmıştan fazla kitap çevirdiğini biliyoruz. Virginia Woolf’ten Scott Fitzgerald’a, Marquez’den Puşkin’e, Poe’dan Henry Miller’a, Berger’den Steinbeck’e kadar pek çok yazarın kitabı onun çevirisiyle okundu. Bu çeviriler sayesinde hem dünya edebiyatını yakından takip etti hem de dilin kullanım inceliklerini ve Türkçenin yapısını yoğun bir şekilde düşündü. Öykü serüveni boyunca hep yeni arayışlar içerisinde oldu ve gerçeküstücülükten postmodernizme, fantastikten sembolik yaklaşımlara, edebiyat dünyasının pek çok anlatım alanlarında denemeler yapıp ürünler verdi. Öyle ki biçimsel arayışlar, onun neredeyse öykü anlayışı oldu.
Kısa öykülerden oluşan on, uzun öyküden oluşan bir olmak üzere, toplam on bir öykü kitabı yazan Tomris Uyar roman yazma fikrine hiçbir zaman sıcak bakmadı ve bu düşüncesini dile getirmekten de çekinmedi: “Kısa öyküyü dünyayı anlatma, görme biçimime en uygun dal olarak görüyorum. Roman böyle değil. Romanla öykü arasında hiçbir bağ olduğunu da sanmıyorum. Öykü yazarken çok daha yoğun, daha çarpıcı, kısa yani öz bir anlatma yolunu seçiyorsunuz. Sayfalara boğulmuş bir anlatma biçiminden çok daha güç. Bu niteliklerinden ötürü çağımıza daha uygun bir sanat olduğunu düşünüyorum.”
Tomris Uyar’ın 1971’de İpek ve Bakır’la başlayan, Ödeşmeler ve Şahmeran Hikayesi, Dizboyu Papatyalar, yazara 1980 yılında ilk Sait Faik Ödülünü kazandıran Yürekte Bukağı’nın yer aldığı ilk dönem öykücülüğünde izlenimcilik ve İkinci Yeni’nin etkileriyle harmanlanmış metinleri var. İzlenimci etkinin ifadesine Tomris Uyar’ın öykü tanımlamasında da rastlıyoruz: “Bir insanın hayatındaki bir ânı ele alıp onun ışığında o kişinin vereceği kararların, yaşayacağı değişimin ve hayatının alacağı yönün işlenmesi.”
İzlenimci ressamlar oluş süreci devam eden hareket halindeki bir dünyanın anlarını resmederlerken şeyin yapısı kadar, maddenin değişkenliği içinde onu nasıl algıladıklarına da vurgu yaptılar. Uyar da kısa öykünün en önemli yaklaşımlarından biri olan “öykünün ân”ı fikrine sadık kaldı. Yazar, aslında öykü boyunca okuru o ân’a hazırlar ve o son cümle, son durum, son kıvılcımla öykünün tüm parçaları birleşir. Öykü kişilerinin iç dünyalarında yaşadıkları değişim, öykünün çözülüp sona erdiği bölüm, kurguda aydınlanma ân’ını oluşturur. Söze az yer verip daha çok, görselle doğrudan imaj yerine doğru imaj içeren sinemasal anlatımlara hayran olan biri olarak edebiyatta da doğrudan betimlemeyip bellekteki izlenimler şiirsel bir dille aktarıldığında aydınlanma ân’ına doğru keyifle ilerliyorum ben de. Tıpkı Yürekte Bukağı kitabının “Anlat Bana” öyküsünde yer alan şu satırları okuduğumdaki gibi:
“Böyle güzelliği gözleri yaşartan havalar, sıkıyönetim ilanına uygun değildir, diye düşündüm çiçeklere bakarken. Böyle havalar aramalara, gece baskınlarına ve toparlamalara uygundur. Ansızın, sen geldin aklıma. Belki bir daha hiç görüşmeyeceğimiz…” (Uyar; 1979)
1981’de Yaz Düşleri/Düş Kışları ile başlayan, farklılık arayarak biçimsel arayışlarının arttığı ve postmodernist etkiler de taşıyan ikinci dönem öyküleri ise; Gecegezen Kızlar, yazara 1987 yılında ikinci Sait Faik Ödülünü kazandıran Yaza Yolculuk, Sekizinci Günah, Otuzların Kadını, Aramızdaki Şey, 2002 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Yazı Defteri. Hep yeninin ve orijinal olanın peşinden giden yazar, bunu biçim ve teknikle sağlamaya çalıştı.

 

Gecegezen Kızlar’da masalların dünyasıyla, Yaza Yolculuk’ta metinlerarasılık ve üstkurmacayla, Aramızdaki Şey ve Sekizinci Günah’taysa ironiye dayanan kurmaca ile karşılaşırız. Dilin ve estetiğin ön planda olduğu öykülerinin temelini oluşturan kurguyu metinlerarasılık, üstkurmaca, diyalog, iç monolog, bilinç akışı, montaj, leitmotiv, mektup, mizanpaj, nadir de olsa günlük gibi birçok teknikle destekledi. Açık uçlu sonlara yer verdi.
Uyar’ın özellikle ikinci dönem öykülerinde mekân çok farklı işlevlerle karşımıza çıkıyor. Öykü kişilerinin en çok vakit geçirdiği mekânlar kişilerin bazen düşledikleri, bazen kaçtıkları, bazen huzur buldukları evlerdir. Yazarın öykü kişilerinin psikolojilerini yani iç dünyalarını çeşitli anlatım teknikleriyle ele aldığı yerler iç mekânlar, kapalı mekânlar. Buralarda genellikle bireyin öyküsü işlenir. Dış mekânlar ise yazarın daha çok toplumsal değişimleri anlatmak kaygısıyla kullandığı alanlar. Öykü kişisi için bazen bir kaçış bazen de bir özgürlük alanı olarak dış mekânları kullanmıştır. Bunun yanı sıra toplumsal yozlaşma, insanın bozulan ve değişen yüzü de mekânlar üzerinden gösterilir. İletişimsizlik, bunalım, kaçış, intihar, kadın, cinsellik, evlilik ve aile, dostluk, toplum, toplumsal yozlaşma ve göç içerikli Tomris Uyar öykülerinde bireyi, bireyin iç dünyasındaki çaresizliğini, bunalımlarını ve çatışmalarını anlatsa da insanı toplumdan bağımsız olarak değerlendirmez. Yazarın öykülerinin arka planında toplumsal değer yargıları, toplumun birey üzerindeki baskısı daima hissedilir.  
Yaza Yolculuk kitabında yer alan “Gülümsemeyi Unutma” adlı öyküsünde, anlatıdaki eyleme bağlı olarak değişen mekân çerçevelerini ise öyküdeki sırasıyla ev, Lüksemburg Bahçeleri ve VIII. Henry Barı. Barın ismi ne kadar ironik değil mi? Boşanabilmek için Roma Katolik Kilise’sinden ayrılan ve altı kez evlenen VIII. Henry. Modernist hareketin çıkış yeri kabul edilen Fransa’ da bulunan bu barın, modernliği temsil eden bir başka kentin kralının adını taşıması modern kent eleştirisine müthiş bir geçiş. Öykülerinde oldukça az yer alan erkek tipleri genellikle kadın psikolojisinden ve ruhundan anlamayan, kaba, saygısız, sadece erkek olduğu için kendini önemli sanan erkeklere yer verirken, kadın tiplemelerinde her duruma uygun bir kadın bulmak mümkün.

Yazarın pek çok öyküsünde Heidegger’in yerleşikliğin erkeğin varoluş tarzı olduğu kavramına rastlıyoruz. Bu yaklaşımda yerleşikliğin öncülü erkektir, kadın ikincil konumda ve ev içindedir. “Kalenin Bedenleri” adlı öyküsündeki Mardin’e gelmiş İstanbullu gelinden, onun o çaresizliğinden nasıl da etkilenmiştik.
“Taşındıkları ikinci ev kâgirdir, yeni kesimledir. Oğlu büyümüştür; o vazgeçmiştir. Kaleyle kendini özleştirmesini sağlayan, kişiliğini ayakta tutan soylu kalebentlik duygusundan yoksundur artık. Aldığı kırbaç yaraları sağalmış, alışmaya alışmış, alışmayı kanıksamıştır.  Yalnız, kendini yıllar yılı aykırı bir bezek gibi sürüklemekten de bıkmamıştır. Hiç giymeyeceği giysilerin modellerini çizmekten vazgeçer. Kocasından evden çıkma izni istemekten de. Kapanır, kendi kalesini, dokunulmazlığını kurar. Böylelikle de yeni ve bu kere bilinçli kalebentliğini. Zamanla, yer yer kesik cam ışıltıları ile yanan bu bozkente benzediğini sezemez.” (Uyar, Kalenin Bedenleri)
Sevgili Tomris Uyar, yıllar geçecek, zaman iyice hızlandığında, senin bazı öykülerinde yaptığın gibi öykülerini tekrar okuyarak geçmişe dönecek, bittiğinde ise şimdide anı yakalayıp aydınlanacağız. Selam olsun!
 

Yazarımızın  diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir