sultan
Sultan Aşkın

KASABA

Güz ekimi ortalandı. Salkımsöğüdün dalları, benzi solmuş yazın ardından el sallıyorlar. Serçeler titreşerek uçuyor. Yıllar sonra, yollar içimin kıvrımlarında döne döne kasabama gidiyor. Dilimde alıç ve taze ceviz tadı. Arka koltukta fısıltılı bir ses.

 

– Daha varmadık mı?
– Az kaldı yaklaştık baba.
– Oh iyi iyi sabrım kalmadı. Kaç sene oldu kim bilir?
Sen ölmeden yedi sene önce, annem ölmeden hemen önce…
Kayalar göründü. Karaaslan bağına gidip gelirken topladığımız kekiklerin kokusu doluyor arabanın içine. Annemin yüzünden bir aydınlık geçiyor telaşla. Annem hüzünden bir heykeldi hep; donmuş. ”Ah yavruum!”çığlığında bir yankı annem, çok uzun zamandır. (Allah düşmanıma vermesin. Önce analar girsin kara toprağa.) İçinde bomba patlamıştı sanki. Yüreği, ciğerleri, bütün organları parçalanmış. Öyle bir acı. Öldü sandık. Ölse canı yanmazmış bu kadar.
Suya içimi döksem, evin önündeki çeşme kurumuş. Muhtar suyu yukarı köye satmış, diyorlar. Sanki savaştan çıkmış köy. Düşman bir kez daha gelip ateşe vermemiş ama yıkmış her yeri. Öyle harabe. Uzakta üç-beş kişi “Kim bunlar?” dercesine bakıyor. (Benim babam bu köyün muhtarıydı. Sular gürül gürül akardı o zamanlar.)
Sahi kimim ben? Annenizin kızlık soyadı, soyadı kanunu, kanun yıkıcı, yıkıcı aşk, aşkın pi sayısı, sayısız yıldız, yıldızları sapanlamak, sapan taşı, taş gedikte, gedikten giren hava, havanız batsın, batık gemi, gemideki kaçak, kaçak yolcu, yolcu yola revan olan, olanla ölene, ölenle ölünmez, ölüler konuşur, konuşunca açılırsın, açılırsan batarsın, batarsan bitersin, bitersen görmezler, görmezlerse kurtulursun, ebeniz hayatta mı?
– Kimim ben?
– Kim olmak istiyorsan osun.
Rüzgârın estiği yöne doğru yeni yetmeliğimiz, alaca kanatlarını takar uçuşurdu tepelerde. Güvercinleri ürkütmekten sakınan çocuklardık. İçimdeki ihtiyar, çocukluğun papatyadan taçlarında ısıtıyor ruhunu. Dut ağacının altındaki kahkahalar, oyunlar, acılar, kederler, küslükler, barışmalar toplanmış, bir bulutun otağına yerleşmişler çoktan. Bir yağmur yağsa tekrar inecekler sanki avluya.
Şurada mısır közlemişiz, şurada üzüm ezmişiz, şu damda kayısılar kurutmuşuz. Zarife ile Eşemen öleli yarım asır olmuş.
Köyle kasabanın arası bir saat var yok. Fatma evlatlıkmış, anne babasına hiç benzemezmiş. Sabiha’nın kilisenin yakınındaki evleri duruyor mudur? Gölgelerimiz oynuyor mudur Arnavut kaldırımlı sokaklarda?
Şimdi kimin kapısını çalsam annem açacak. Şu evde yufka açmış, bu evde baklava yapmış, ötekilere erişte kesmiş. Bütün sokağın baklavasını, su böreğini yapar mı insan? Can mı dayanır?
Hamurda, bulaşıkta, süpürgede, çamaşırda taş gibi sert o eller, saçlarımı tararken kadifeye mi dönerdi? ( Anne beni bırakma, içim buruk gitmek istemiyorum.)
Doyduğun değil işte, doğduğun. Sokak sokak kaybolduğum kasabada, sokak sokak kendimi arıyorum. Kilisenin çanlarına yuva yapmış güvercinler. Çocukluğumuz, saat kulesinde zamana çelme takmış. Bu yağmur duman duman, alev alev bulutlar; neden hiç dinmiyor içimin uğultusu?
Fırına gittiğim sokaklara, bilmediğim bir mevsim gelmiş oturmuş. Burnumda hep ekmek ve kömür kokusu. Her gün fırına gitmemin ödülü ekmeğin kenarı. Sıcacık, dumanı üstünde, yumuşacık ve mis kokulu.
Lojman boş; mor zambaklar, mor leylaklar eski resimlerde solmuşlar. Sarıldığım, dallarına tırmandığım ağaçlar kurumuş. Çocukluğum Kafdağı’nın ardına kaçmış.
– Camı açsam biraz, üşür müsünüz?
Kimse cevap vermiyor.
Annem cevizden düşüp ölen ablasının yanına, babam ölen çocuklarının mezarına uzanmış. Dönüşte arka koltuklar boş.
 

Daha fazla öykü okumak için lütfen buraya tıklayın.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize  ulaşabilirsiniz.