YALNIZKEN MASKENİZİ ÇIKARMAYI UNUTMAYIN!
“Zamanımızın Bir Kahramanı – Lermontov” başlıklı yazımda Ingmar Bergman ve onun Persona filminden bahsetmiştim.
İsterseniz öncelikle o kısmı hatırlayalım hep beraber.
“Ingmar Bergman bu kitap sayesinde özüyle personasının kavgasını bitirebildi ve Persona filmini çekti.
Persona, Antik Yunan tiyatrosunda oyuncuların yüzlerine taktıkları maskelerdir. Çocuk karakterler konuşmadığından onların personasının ağzı kapalıdır. Oyuncular tamamen bedenleri ve sesleriyle oynarlar. Jung’un dört arketipinden biri de personadır. Bireyin dış dünyada kabul görmek için taktığı, bir nevi maskedir.
Bergman bu fikirlerden yola çıkarak kendi ile barışı sağlamış, bu yolculukta en çok Lermontov’un Zamanımızın Bir Kahramanı kitabından etkilendiğinden dem vurmuştur.
Gerçekte hissettiklerimiz çok farklı olduğu halde insanlara karşı başka bir yüz takınırız. Uzlaşma açısından bunda hiçbir kötülük yok. Sorun, taktığımız maskeyi kendimiz zannetmeye başladığımızda, yani ruhumuzun yerini aldığında ortaya çıkıyor.”
Sevgili okur, bu yazımda Persona filminin analizini yapmaktan çok kendi etkilenmelerimi aktaracağım sizlere. Filmin detaylı analizi için, dileyenler senarist ve yönetmen Cem Başeskioğlu’nun film okumalarına katılabilirler. Cem Hoca bu yılki Persona film okumasını yaptığı için, seneye hazırlık olması ve filmi daha iyi anlayabilmek adına sizlere bazı ipuçları vermem faydalı olur.
Öncelikle Lermontov’un Zamanımızın Bir Kahramanı kitabını okuyunuz. Sonrasında, varoluş sorularını da içeren Mary Shelley’in Frankenstein romanından uyarlanan, James Whale’in yönettiği Frankenstein (1931) filmini izlemek, Persona’yı anlayabilmek adına çok faydalı olacaktır. Arzu edenler Bergman’ı Persona’ya götüren yolda etkili olan, Andrey Tarkovski’nin Ivan’ın Çocukluğu (1962) filmini de listelerine ekleyebilirler. Bergman’ın bu film hakkındaki şu cümlesi beni derinden etkiledi:
“Hayatım boyunca nasıl çıkacağımı bilmediğim bir odada kilitli şekilde yaşarken, Ivan’ın Çocukluğu bana odanın kapısının anahtarını verdi.”
Çoğumuzun kilitli olduğu bir oda ve bulmak istediği anahtar var belki de. Kim bilir, belki bizler de bu büyük ustalar sayesinde bulabiliriz o anahtarı.
Peki, neden bu kadar çok etkilendin bu filmden, diyecek olursanız; öncelikle Ingmar Bergman’ın kendi maskesini izleyici önünde indirmesi, bana çok cesaret gerektiren bir iş olarak göründü. Dünyaca ünlü yönetmen Ingmar Bergman ve Ingmar karşımda idi. Yönetmen bunu iki kadın karakter aracılığıyla yapıyor filmde. Kadınlardan biri sahnede Electra oyununun ortasında birden sessizliğe gömülen ünlü bir oyuncu (Elisabeth Vogler – Liv Ullmann), diğeri de bu rahatsızlığında ona refakat eden nişanlı bir hemşire (Alma – Bibi Andersson). Ama ne hemşire olmaktan ne de nişanlı olmaktan memnun değil. Elisabeth hiçbir şey söylemiyor. Alma konuşuyor, konuşuyor, planlarını ve korkularını itiraf ediyor. Çok dürüstçe, içten ve gerçekçi yaklaşımı, kendimi ve maskelerimi, özümü bu bağlamda tekrar sorgulamaya yöneltti beni. Eminim ki her birimizin ayrı tespitleri ve cevapları olacak bu konuda. Benim cevaplarım aşağıda, sizlerin cevaplarını şimdiden merak ediyorum.
Bazen personanın sağladığı avantajlardan o kadar çok memnunuzdur ki özümüzü unutabiliriz. Mesela haksızlığa tahammül edemeyen biri olmamıza rağmen, çıkarlarımız doğrultusunda personamızı takıp uyum sağladık ve avantajlar elde ettik, özümüzün sesine kulağımızı kapadık, diyelim. Sisteme uygun hayatımızda her şeyimiz varken bile neden mutsuz hissediyoruz peki? En önemlisi, filmdeki Elisabeth Vogler’in oyunun ortasında artık rol yapamayarak sessizliğe gömülmesi gibi, ya personamız bir gün rol yapamaz hale gelirse! İşte o zaman ruhlar morguna koşup özümüzü arar, ondan yardım isteriz. Ama hepimiz biliyoruz ki kolay değil onu oradan tekrar çıkarabilmek.
Önceliklerimizi iyi belirleyip kendimize rol yapmaktan vazgeçip özümüzle barışık olabilirsek, takılması zaman zaman gerekli olan personamızın, özümüzün yerini almasını engelleyebiliriz düşüncesindeyim. Kendimize rol yaptığımızda başkalarına da rol yapıyoruz. Kendimizle kavgamızı bitirebilsek, başkalarına karşı maskeye ihtiyaç duymayacağız çoğu zaman. Çıkarlarımız, zorunluluklarımız uğruna, başkalarıyla barışık olmak için kendimizle barışık olmayı feda etmemeliyiz.
Tabii bir de travmatik bir olay yaşadığımızda, ruhumuz bitkisel hayata girdiği halde yaşamaya devam etme zorunda olduğumuzda da takabiliriz maskeyi. Hepimizin doktoru da hemşiresi de kendimiziz. Ama gerçek bir travma yaşayanlar bunu yapamayabilirler. Psikolojik uzman desteği almaları gerekebilir.
Varoluş terimini modern anlamda kullanan ilk filozof Kierkegaard’ın dediği gibi:
“İnsan kendisini sessizce kaybeder. Kaybettiği başka her şeyi fark eder, kendini kaybettiğini anlayamaz.”
“İnsan bir örümcek gibi amaçsızca havada süzülürken, örümcek gibi bir an bir şeye tutunur ve tutunduğu yerde kendine bir hayat kurar. Bunu hepimiz yaparız. Fakat o hayat kurduğumuz yerde mutsuz bile olsak, bir şekilde o hayatın içine tutunmaya çalışırız. Oysa kendini boşluğa bıraksan tutunabileceğin, yeni bir hayat kurabileceğin ne çok yer var.”
Kobo Abe’nin Kumların Kadını romanı, tutunmaya çalışılan hayatlara değinen çok güzel bir kitap. Son tavsiyem de tutundukları hayatlarda kendilerini kaybolmuş hissedenlere ait bir film: Ang Lee’den Buz Fırtınası (1997)
Fiilen de maske takmak durumunda olduğumuz şu günlerde, yalnızken maskelerimizi çıkaralım ki ruhumuz nefes alabilsin, ruhlar morguna gitmesin.
Sevgiyle, sağlıkla kalın…
Yazarımızın “ Zamanımızın Bir Kahramanı – Lermontov ” yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Ah! Sedefciğim,
Bergman’ı ben de çok severim. Persona’dan günümüze ne güzel bir kişisel gelişim yorumu olmuş. İnsan kendisini sessizce kaybeder. Kaybettiği başka her şeyi fark eder, kendini kaybettiğini anlayamaz.” Kierkegaard’ın sözüne bayıldım. Sevgiyle Kal
Teşekkürler canım. Ustalar ne güzel yol gösteriyor bize…