KÖPEK SALDIRISI
Babamla aynı kahvehanede pişti olmamak için sokağın diğer ucundaki kahvehaneye gidiyordum. Geçen yıllarda kurşunlanmış bir yer orası, failler hâlâ bulunamadı. Sadece bir kişi için insanların canı tehlikeye atıldıysa eğer, kimse ortaya çıkıp da ben yaptım demez. O iş biraz karışık, kahvehane yanlışlıkla taranmış bile olabilir.
Oraya da amcam geldi. Kendisi görmüş geçirmiş bir adamdır ve ufak tefek meselelere pek fazla karışmak istemez fakat yine de o yakınlardayken huzursuz oluyorum. İçtiğim şeyden ve oynadığım oyundan hiçbir şey anlamıyorum, duman burnumdan girip ağzımdan çıkıyor. Üstelik birilerinin bana ‘Terkos’ diye seslendiğini duyarsa üzülebilir. Ne yazık ki arkadaşlarımızın ufku geniş değil, hayal güçleri kıt ve bilgileri sınırlı. Bir sohbet sırasında şehre su sağlayan havzalardan bahsetmiştim onlara. O sırada yazboza yeni ismimi kazıyormuşum meğer.
İki sokak yukarıda başka bir kahvehane var fakat orada yoğun kumar döndüğünü söylediler; para için her türlü dümen çevrilir, en yakın arkadaşlar birbirini satar. Bu iyi olmadı. Mahallenin gençlerinin sürekli içeriye girip çıkması da çevrede iyi bir etki bırakmıyor. Polis sürekli gözetler o kahvehaneyi, kimliğinizi cüzdana yerleştirirken başka bir ekip içeri girer.
Yukarı mahalledeki kahvehane son şansım, orası da olmazsa dımdızlak ortada kalacağım. Yol birazcık uzun ve dolambaçlı, sonlara doğru yokuş iyice dikleşiyor. Bizim mahalleye yağmur yağarken o mahalleden indiğini tahmin ettiğimiz bazı insanların kafasında kar gördük. Fakat bunlar büyütülecek meseleler değil. Kahvehanenin hem uzakta hem de tepede bir yerde olmasının iyi tarafları da var; hem gözden uzak olacağım hem de eften püften işler için çağrılmayacağım demektir bu. Evden haber gelir; ya bir yere misafirliğe gidilecektir ya da ufaklıklardan birinin ateşi çıkmıştır, o da olmadı kız kardeş gecikmiştir. Kalabalık bir aileyiz, genellikle bu türden pis işleri yaptırmak için çocukları kullanırlar. Fişimi çekmesi için çocuk gönderecekleri zaman iki kere düşüneceklerdir şimdi. Üstelik etrafta fink atan köpek sürülerinden bahsetmedim daha.
Onların bulunduğu muhite gelince önüme bakarak yavaş adımlarla ilerliyorum. Yabancı olduğumu sezerlerse işim biter. Özellikle boş bir arazinin kıyısından geçerken etrafta kaçıp sığınacak yer olmadığı için ceplerime taş dolduruyordum fakat yerden yiyecek topladığımı sanıp yanıma gelirler diye vazgeçtim o işten. Tabii bunun bir de kışı var, o yokuş kar yağınca nasıl olacak acaba? Tabanı aşınmamış bir ayakkabıyı o günler için saklamak gerekebilir. Defalarca köpekler tarafından kovalanmış birisi olarak söylüyorum bunu.
Ben böyle kendi kendime konuşuyorum ama yukarı mahalle insanlarının beni görür görmez bağırlarına basmayabileceği ihtimalini neden göz önünde bulundurmuyorum? Tamam, batak kareleri çabuk kurulur, kahvehanelere giden insanlar birbirleriyle çabuk kaynaşırlar fakat ben her zaman olduğu gibi işi ağırdan alacağım. Amacım sadece kare bulmak değil, iyi bir kare bulmak. Samanlıktan atlayayım derken moloz yığınının içine düşmek istemem.
Fakat yukarı mahallenin havasında insana ferahlık veren öyle bir esinti var ki bütün endişeleri silip atar. Kartal yuvasını ilk görüşte sevmemek için hiçbir neden yoktur. Sokak boyunca dizilmiş kavak ağaçlarından dökülen bir yaprağın yere düşmesi bile koskoca bir kış mevsiminin geçişine benzer. Kartal yuvasında nereye baksanız bir sakinlik göze çarpar. Herkes oyununu oynar; kimse heyecana kapılıp öbür elleri görmek için ayağa kalkmaz. Orada sular cılız akar ama çaylar güzeldir. Bulutlar hemen üzerinizden gidip gelir. O mahalle güzeldir ama birazcık uzak. İnsan o yokuşu çıkmayı başardıktan sonra bunun bir getirisinin olmasını bekliyor. Batak masasına ulaşmak farenin peynire ulaşmasından daha zor olabiliyor bazen. Üstelik iyi oyuncusunuz diye kimse sırtınızı pışpışlamaz, kalkıp yerini size bırakmaya heves etmez.
Kartal yuvasındaki emekleme dönemlerimde masa bulmakta zorlanmıştım çünkü kareler ben yoldayken kurulmuş oluyordu. Bana da masanın bir kenarında oturup oyunları izlemek kalıyordu. İnanın bana dışarıda kalmak hoş bir şey değil. Birinin oyundan kalkmasını beklersiniz ama hiç kimse direksiyon mili arıza verse bile şoför köşkünü terk etmek istemez.
Oyun izlemenin en kötü tarafı masadakilerin yaptığı bariz hataları görüp hiçbir şey yapamıyor olmaktır. Öyle zamanlarda, ellerindeki destenin içinden oynamaları gereken kâğıdı çekip çıkarmak ve yere düşen bir kar tanesi gibi masaya bırakmak istersiniz fakat başkasının boynuna asılı davula tokmağınızla vurmak gibi bir şey olur bu. Oyuna karıştığınız zaman size kızarlar. Yangından mal kaçırır gibi aslarını, papazlarını çeken bu insanlara bir şey anlatamazsınız. Yapılan hatalar o kadar büyüktür ki bazı arkadaşların batak bilip bilmedikleri konusunda şüpheye düşersiniz. Gerçi oyun hakkında en ufak bir fikri olmadığı halde masaya oturanı da gördük bu panayır çadırında. Durumu fark edince yerine hiç değilse kartları tutmasını bilen birisini oturtmuştuk.
Ama en kötüsü odaklanma sorunu yaşayan arkadaşlarımızın oluşturduğu akıntıya kapılıp gitmektir. Siz orada, masanın bir köşesinde oyunun çabucak bitmesini beklerken onlar çok yavaş hareket ederler ve sinir uçlarınızla oynarlar. Sıra kendilerine geldiğinde o kadar çok düşünürler ki nihayet bir karar verdiklerini sanırsınız ancak verdikleri kararın doğru olup olmadığını anlamak için düşünmeye devam ederler. Kararsızlıkları yüzünden oraya evirip buraya çevirdikleri kâğıtlar tekrar hamura dönüşür. Bir elleri sanki birisi kaçıracakmış gibi kazandıkları ellerin üzerindedir, sık sık önlerindeki bu dörtlü kâğıt öbeklerini sayarlar. Tabii ikiden sonrasını unuttuklarına eminim. “Bunun ası çıkmış mıydı?” diye sorarlar o sırada rakip değilmişsiniz gibi. “İstersen elimizi açalım,” dersiniz, size bakıp hiçbir şey söylemeden tekrar yerdeki kâğıtlara çevirirler baygın bakışlarını. Gerçi elinizi gösterseniz bile doğru oyunu bulabilecekleri şüphelidir. Bazen elden oynamayı unuturlar ve siz o sırada yine düşünüyor olduklarını sanırsınız. Öyle bir insanı nasıl depocu ya da kantar görevlisi yapmış olabileceklerini anlamaya çalışırsınız, o kişi sıranın kendisine geldiğinin farkında olmaksızın yüzünüze bakarken. Üretim bandının en başında ondan malzeme bekleyen işçileri düşündükçe içiniz acır. Birazcık gevşemek için oturduğunuz masadan sinir sahibi olarak kalkarsınız. Kartal yuvasına giden yolun sonundaki keskin yokuşu tırmanmış olmak ve köpeklere karşı verilen onca mücadele boşa gitmiş gibidir.
Kaç zamandır iyi oyuncular gelmiyor, sıkı bir masa kuramıyoruz. Ben birazcık daha maharet isteyen oyunlara geçiş yapmanın hayalini kurarken payıma düşen batağın da batağı bir masa oluyor. Yaşadığımız onca şeyden sonra bu oyuna batak değil de batık demek daha doğru sanki. İnsanları acımasız bir oyun makinesine dönüştürüyor, kolu aşağı indirdiğinizde bahtınıza ne çıkarsa artık.
Bir akşam oyun sırasında Ziro bayıldı. Bayıldığı sırada tam karşımda oturuyordu, benim ortağımdı. Yakın arkadaşı ve uzatmalı ortağı Ovrak’tan kaçıyordu bir süredir. Kafası pat diye kâğıtların üzerine düşüverdi. Ellerinin titrediğini görünce acemiliği yüzünden heyecanlandığını sanmıştım, meğer şekeri düşmüş. Birisi bir yerlerden gofret bulup getirdi. Elini yüzünü yıkadılar.
Masa bulabilmek için iş çıkışı eve uğramadan kahvehaneye gelmiş Ziro. Yancılar müfrezesinin daimi bir üyesiydi o da. Dördüncü ya da beşinci partisini oynadığını sanıyoruz bayılmadan önce. Gofreti yedikten sonra eve gitmek istediğini söyledi.
“Ben götüreyim seni, güzelce dinlen.”
Gözü pek yancılardan ikisi hemen yerimize geçti, yekpare gömlek yalın kılıç. Her ihtimale karşı yazbozun kıskacına bir beşlik sıkıştırdım, puan cetvelindeki durumumuz iç açıcı değildi. Ziro eve kadar güçlükle yürüdü. Kapıyı genç ve güzel bir kadın açtı. Ziro gibi açlıktan nefesi kokan birinin öyle bir eşi olduğuna kim inanır?
Tam da burada, herkesin iyi bildiği o meşhur cevabı vermemek için zor tutuyorum kendimi; şirinlik yapabilirim fakat yapmayacağım. Unutmayın ki boya fabrikasında çalışıyorum ben. Evden uzak bir kahvehaneye gidiyorum ve ne zaman başım sıkışsa kendi sözlerimin arkasına sığınıyorum. Peki, neden her şeyi canımın istediği gibi yazamıyorum diye soracak olursanız bunu da şimdiden söyleyeyim. İşyerinden arkadaşım Mikail ve ben, bu satırları yazmamıza vesile olan kişiye bir söz verdik; kötü alışkanlıklarımızı bir kenara bırakacağız. Bu kötü alışkanlıklar arasında gülmek için fırsat kollamak da var. O konuda atacağımız ilk adım fabrikanın üzerimize zimmetlediği gaz maskelerini kutularından çıkarıp kullanmak olacak. Mikail maskeyi takınca hortumunu çaldırmış bir file benziyor ama tinerin zihinlerimizde yarattığı tahribatın yanında solda sıfır kalır bu. Tiner solumaya devam edersek cenazelerde bile üzgün görünmeyi başaramayacağız sanırım. Sulu ve ucuz şakalar yapmaya devam edeceğiz.
Kartal yuvasına ertesi gün tekrar gittim. Normalde hafta sonları iki gün üst üste kahveye çıkmak âdetim değildir ama Ziro’yu merak ettim. ‘Umarım basit bir bayılmadır sadece’ deriz ya bazen, benimki de o hesap. Ziro kahvehanedeydi, fazla kalabalık olmayan masalardan birinde oturmuş oyun izliyordu. İki yancı daha bulup masa kurduk. Kaldığımız yerden devam. Ziro oyundan sonra beni evlerine davet etti.
“Eşim sana teşekkür etmek istiyor. O kahvehaneye gelemeyeceğine göre biz ona gitmeliyiz.”
Ziro’da diğerlerinde olmayan bir şeyler var. Fazla konuşmuyor ve söylemek istediği şeyi başkalarının ne düşüneceğini umursamaksızın kısa yoldan aktarabiliyor. Eşinin davetlisi olarak evlerine gittiğim o akşam Ziro’nun kız kardeşiyle de tanıştım. Adı Zeliha. Vardiyalı bir işte çalışıyor ve saçları çözüldüğü zaman beline kadar iniyor. Kız kardeşi diyorum ama aslında Ziro’nun ablası. Ziro ablasından yaşlı gösterdiği için pot kıran bir tek ben değilmişim. Daha başka potlar kırmamak için çayımı içip kalktım, çenem açılırsa ben bile tutamam.
Ertesi gün akşam saatlerinde köpeklerin saldırısına uğradım. Yanlış bir iş yapmamı engellemeye çalışıyorlardı sanki. Bir anda önüme çıktılar. Köpek saldırısı karşısında vücudumun hiçbir hücresi titremedi; damarlarımdaki kan tümden çekilmiş olmalı. Artık köpekleri seviyor muyum bilmiyorum ama onlardan kaçmadım, hatta havladıkları sırada diplerine kadar sokuldum. Geçmişte buna benzer bir durum olduğunda Mikail beni bir saniye bile yalnız bırakmazdı fakat şimdi birilerine yardım edebilecek durumda değil. Çevremde neyin doğru neyin yanlış olduğunu fısıldayabilecek kimse kalmadı.
Zeliha’yı bir gün değilse öbür gün mutlaka görüyorum; kahvehaneye gitmek için her gün evlerinin önünden geçmek zorundayım. Sokağın ışıklandırması fena sayılmaz, yarı karanlıkta insanları siluetlerinden tanıyabiliyorsunuz, evlerin odalarından ve balkonlardan vuran ışıkla birlikte bastığınız yeri görebilmeniz de mümkün. Ziro’yla kapıda çok karşılaştık. Biz konuşurken Zeliha pencereden kafasını uzatırdı. Başımı hafifçe eğip selam vermiştim bir keresinde. Ziro ile oyunlarda başarılıyız, iyi bir ikili olduk. Ancak sohbetlerimiz sırasında ona isminin anlamını bile sormadım, kendisi söylemeseydi ne iş yaptığını da bilmiyor olacaktım; işi en başından sıkı tutup ağırbaşlılığımı korumaya çalışıyordum.
Ancak ne kadar karşı koymaya çalışırsam çalışayım hızla bir şeyin içine doğru çekildiğimin farkındaydım hep. Uzun siyah saçlar yağlı urgan gibi dolanmıştı boynuma. Fabrikada sigara avına çıkan Mikail başka fundalıklarda gezinmiyordu artık, yerimi tespit ettikten sonra vakit kaybetmeksizin bulunduğum mıntıkaya doğru süzülüyor ve istediği şeyi kolaylıkla alabiliyordu benden. Kahvede oynadığım oyunun tadı tuzu kalmamıştı, bir şeyler oynuyordum ama ne oynadığımı hiç bilmiyordum. Sürekli eleştirdiğim ve alttan alta dalga geçtiğim insanlardan birine dönüşmüştüm. Musluk gibi su sızdırmaya başlamıştım; köpeklerden korkmuyordum ve sürekli Zeliha’yı düşünüyordum.
Günlerden bir gün yukarı mahalledeki evin kapısının önünde buldum kendimi. Kapıyı Zeliha açmadı fakat yengesinin arkasından kafasını uzattı. Banyodan yeni çıkmış. Saçları ıslaktı ve sabun kokusu sinmişti üzerine. Ziro’nun evde olup olmadığını sordum. Ben öyle sorunca ikisi de telaşlandı.
“Yine bir yerlerde düşüp kaldı mı yoksa? Evden kahveye gidiyorum diye çıkmıştı. İzinliydi bugün.”
“Öyleyse kahvededir o, telaşlanmayın. Ben şimdi gider bakarım,” diyerek durumu kurtarmaya çalıştım.
İlkin kahvehaneye uğrasam Ziro’yu masanın bir köşesinde oyun izlerken bulacağımı biliyordum. Zeliha’yı göreyim derken küçük bir aile faciasına yol açıyordum az kalsın. Benim ziyaretim sonrasında sağlığı ile ilgili olarak Ziro’nun bilgi sakladığını düşünen eşi ve kız kardeşi o akşam her zamanki kadar neşeli değillermiş. Ziraeddin her neyi bozduysam tamir etmem için evlerine uğramamı istedi.
“Aslında bir şey söylemedim, kahveye geçerken seni de alayım demiştim.”
“Kahvehaneye kendim gelemiyor muyum? Hem sen beni niye soruyorsun ki? Bizimkileri bilmiyor musun?”
“Ben Zeliha’yı görmek istemiş olabilirim. Sürekli onu düşünüyorum.”
“Hiç çaktırmıyorsun, bravo. Böyle sokaktan geçmekle, kapı önlerinde soteye yatmakla Zeliha’nın kalbini kazanacağını mı sanıyorsun? Yine şekerim düştü, başım dönüyor. Çok konuşunca böyle oluyor hep.”
O akşam Ziro’yu ikinci kez eve taşıdım. Ziro’nun eşi vişne reçeli ve peynir çıkardı, daha sonra Zeliha da geldi. Zeliha işten yedide çıkıyor ve eve gelmesi sekizi buluyor. Evde Ziro’nun sağlığı üzerinden başlayan tartışmalar onun hayatını sorgulamaya kadar vardı. Uzun nişanlılık dönemi, evliliği, başka bir şehre taşınması, yarım kalan tahsili, çocuk istemeyişi, küskünlükleri, kız kardeşini kötü bir evlilik yapmaktan son anda kurtarması ve yanına aldırışı, kahve bağımlılığı, yemek seçmesi. Bu konuşmalar sırasında yanımızda değilmiş gibi davranan Ziro bir süre sonra çok bunaldı. Gitmek için ayaklandığım zaman hemen önüme atıldı.
“Hep sen beni eve bırakıyorsun, bir kerecik de müsaade et ben seni bırakayım.”
“Fakat sen hastasın.”
“Hasta falan değilim, şekerim düşmüş sadece. Yürüyünce açılırım.”
Yürüyüş sırasında Mikail’i de evden aldık. Üçümüz birlikte birahaneye gittik. Yolda yürürken kar yağmaya başladı. Mikail kar altında sigara sarıp içti. O alanda yeniydi, sardığı sigara ikinci nefeste dağıldı gitti. Tütün sarmak paketten bir tane çekmeye benzemiyordu. Sigarayı azaltmak için her yolu deniyordu; filtreler, ağızlıklar, çabucak sönen adi purolar, pipolar, nikotin bantları, sakızlar. Birahaneden çıktıktan sonra Ziro’yu eve bıraktım. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Evde bana yer yatağı açmak istediler fakat kabul etmedim. Zeliha yaptığım kibarlıkları üst üste koyduğu zaman kendisiyle ilgilenmediğimi sanacaktır. Nerede nasıl davranması gerektiğini bilmeyen bir zavallıyım ben. Gecenin geç bir saatinde karlara bata çıka eve döndüm. Köpekler bile yoktu ortalıkta.
*Öykü yazarın 2022 yılında Ütopya Yayınevinden yayımlanan Vişne ağacı isimli kitabından alınmıştır.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.