LAVANTA KOKUSU
Annesini küçük yaşta kaybetmişti. O yüzden bir tarafı hep çocuk kalmıştı.
Rıza Efendi ona hem anne hem babalık yapmış, bir dediğini iki etmemişti. Fakat ipin ucu kaçmıştı. Haz peşinde koşan bir hovardaya dönüşmüştü Cüneyt.
Neyse ki türlü vaatlerle evliliğe razı etmişti onu Rıza Efendi. Nişan merasiminde yüzükler, Selmalar’ın yazlık bahçede, gösterişli bir törenle takıldı. Rıza Efendinin keyfi yerindeydi. Selma’nın babası, nişan bizim işimiz, kız tarafı yapar, dediyse de, oğlan tarafı Cüneyt’in başını bağlayıp evli barklı olmasının hatırına hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Tüm misafirler kusursuz bir şekilde ağırlandı. Selma, Makbule’nin günlerce el emeği, göz nuruyla diktiği pembe renkteki saten tuvalet ve kendi renginden işlemeli çiçeklerle göz dolduruyordu. Bir kuğu kadar güzeldi. Dalgalı kumral saçları omuzlarından aşağı düşmüş, başının üstüne incili bir taç yerleştirilmişti. Cüneyt’in yüzünde ise mutluluktan çok kapana kısılmış bir aslanın çaresizliği vardı.
Makbule annesine ballandıra ballandıra akşamki nişanı anlatıyordu. İki katlı evlerinin ahşap kapısı hızlı hızlı vurulmaya başlayınca, dolgun göğüslerini sallaya sallaya koşar adım indi aşağıya. Gelen Selma’ydı. Akşamdan kalan heyecanıyla merdivenlerden hızla çıkarken ağzı kulaklarındaydı.
“Abla” dedi, “Nasıldı akşam, herkes çok beğendi değil mi elbisemi?”
Merdiven sahanlığından, eğreti bir gülüş gönderdi ona Makbule.
“Her şey çok güzeldi de, o Cüneyt’in yüzü neydi öyle?”
Selma tutulup kaldığı basmakta geriye döndü.
“Ne olmuş Cüneyt’in yüzüne abla?”
Makbule her şeyin farkında olduğunu gösteren bir edayla cevapladı onu,
“Canından et koparıyorlardı sanki. Bir kez olsun gülmedi mübarek.”
Selma ne diyeceğini bilemedi. Yutkundu. Sahi hiç gülmemiş miydi? O niye fark edememişti. Yorgunluktandır diye geçirdi içinden ama kafası karışmıştı.
“Abla boş ver sen şimdi bunları, biliyorsun az bir zaman kaldı düğüne. Biraz model bakalım mı?”
“Bakalım tabii de niye acele ediyorsunuz ki, öyle yangından mal kaçırır gibi? İnsan biraz nişanlılığını yaşamaz mı canım. Bu günler bir daha geri gelmez bilesin” dedi Makbule. İçinden de, insan sevdiği adamla evlenirken niye beklesin, herkes senin gibi bahtsız mı, diye geçirdi.
Altı yıl önce kaybetmişti kocasını. Hoş, hayattayken de ona pek bir hayrı dokunmamıştı. Daha ilkokulu bitirdiği yaz eline verdikleri, babaanneden kalma Singer dikiş makinesinin pedalını her çevirdiğinde, hayatın onu nasıl evire çevire farklı bir insana dönüştürdüğünü düşünürdü. İğnenin kumaşa her giriş çıkışında, tenine bir şeyler saplanır gibi hissederdi. Şu küçük kasabada, hayal bile kuramadan yolun yarısına gelmişti.
Makbule Selma’yı yolcu ettikten sonra akşama yapacağı çiğ börek için un almaya bakkala gitti. Aslında Cüneyt’i merak ediyordu dün akşamdan beri. Neydi o hali? Sanki dokunsalar ağlayacaktı.
Dükkâna girince, tezgâhın arkasında duran Cüneyt gülümseyerek “Merhaba abla, nasılsın?” dedi.
“Ben iyiyim de asıl sen nasılsın? Dünkü halin neydi öyle?”
“Ne olmuş abla halime?”
“Ne bileyim, zorla nişanladılar sanki seni?”
Cüneyt önce biraz kem küm etti ama daha fazla dayanamadı.
“Zorla. Abla vallahi zorla. Âşık değilim ki ben Selma’ya. Nasıl desem, yıllardır aynı mahallede kardeş gibi büyüdük. Hiç o gözle bakmadım ben ona. İyi kız hoş kız ama evlenmek için bunlar yetmez ki. İnsan bir bakışta vurulmalı evleneceği kıza. Kalbi öyle çarpmalı ki nefesi kesilmeli. Birilerinin zoruyla değil de kendi istemeli.”
Makbule yutkundu “Haklısın tabii” dedi, “Zorla olmaz. Ben de bir zamanlar istemediğim bir adamla zorla evlendirildim, halimi görüyorsun.”
Cüneyt bakışlarıyla süzdü Makbule’yi.
“Ne varmış halinde. İstesen yine evlenirsin. Bir evi rahatlıkla çekip çevirecek, olgun bir kadınsın sen.”
Makbule üstündeki elbiseyi çekiştirdi. Hiç düşünmemişti bir daha evlenmeyi.
“Yok, bizden geçti artık” dedi.
Oysa geniş kalçalarına kadar inen sarı saçları, incecik beliyle hâlâ çekici bir kadındı.
“Neyse” dedi Makbule niye geldiğini hatırlayarak, “Un alacaktım ben.”
Cüneyt raftan aldığı paketi Makbule’ye uzatırken ona doğru iyice yaklaştı. Bir an, aşina olduğu o kokuyu hissetti burun deliklerinde. Makbule telaşla geri çekti kendini. Hızlı adımlarla eve yürürken kalp atışları da hızlanmıştı. Sahi, diye düşündü, olur mu yeniden? İçinde harlanan duygudan rahatsız oldu.
Akşam Cüneyt arkadaşlarıyla sözleştiği gibi, çocukluğunda okuldan kaçıp gittiği lavanta bahçelerinin yakınındaki kulübeye bira içmeye gitmişti. Yıllardır ne zaman kendini kötü hissetse, bu metruk kulübede huzur bulurdu. Rüzgârın esintisiyle gelen o koku bütün ruhunda dolaşır, kanı daha bir deli akmaya başlar, dünyadan uzak başka bir yerlerde hayat bulurdu. İçtikçe açılan Cüneyt arkadaşlarına dert yanıyordu. Selma’yı eş olarak düşünmediğinden, onu kardeş gibi gördüğünden, çaresizliğinden dem vuruyordu. Arkadaşlarıyla birlikte bir plan yaptılar. Düğüne daha birkaç hafta vardı. Her şey yolunda giderse, planlarını uygulayıp bu işin içinden pekâlâ sıyrılabilirdi.
Cüneyt eve döndüğünde huzurla uyudu. Makbule’yse geceyi tedirgin ve uykusuz geçirdi. Sabah yine evde eksik bir şeyleri bahane edip Cüneyt’in dükkânının yolunu tuttu. Bir çözüm bulmuş muydu? Şunun şurasında ne kalmıştı ki düğüne. Merakla sordu.
“Ne oldu, bir şeyler düşündün mü?”
Cüneyt ona kuşkulu gözlerle baktı. Ne demeye bu kadar didikliyordu ki onu?
“Abla yapacağız bir şeyler.”
Bu üstü kapalı konuşmadan hiç hazzetmemişti Makbule. İyice dalgalandı içi ama fazla da ileri gidemedi. Cüneyt kapıdan giren başka bir müşteriye yönelince bir paket çay alıp çıktı.
Gelinliği hazırladı ve son provası için çağırdı Selma’yı. “Üzerinde görelim bakalım” dedi. Selma gelinliği giydiğinde Makbule biraz kıskanır gibi oldu. “Gelinlik bu, herkese yakışıyor canım, sana da güzel oldu tabii” diye devam etti alaycı bir tavırla. Selma çok sevdiği Makbule ablasının son birkaç gündür neden kendisiyle bu denli iğneleyici konuştuğunu bir türlü anlamıyordu. Yine de hiç üzerine alınmamış gibi yaptı. Makbule Selma’yı uğurladıktan sonra çeyiz sandığından çıkardığı mavi kadife kumaşı tuhaf duygularla eline aldı, okşadı. Düğün için kendisine de bir elbise dikecekti.
Nihayet beklenen gün gelip çatmış, kasabanın kır düğünlerinin yapıldığı yazlık bahçede düğün hazırlıkları tamamlanmış, her detay ayrı ayrı gözden geçirilmişti. Bahçedeki masa ve sandalyeler beyaz saten kumaştan örtülerle kaplanmış ve lila rengi kurdelelerle bağlanmıştı. Cüneyt ve Selma’nın oturduğu masanın çiçekleri göz kamaştırıyordu. Selma muhteşem görünüyordu. Cüneyt’te farklı bir heyecan vardı. Yerinde duramıyordu. Her an çağıracaklar da gidecek gibiydi. Makbule Cüneyt ve Selma’nın masasına gidip mutluluklar diledi. Selma’yla göz göze gelmemeye özen gösterdi. Yeni diktiği mavi kadife elbisesiyle ne kadar da güzel görünüyordu. Saçlarını topuz yapmış, biraz da ruj sürmüştü.
Cüneyt bakışlarını Makbule’ye yöneltmekte zorlandı. Yine aşina olduğu o kokuyu aldı; ilkokulda kaçıp gittiği lavanta tarlalarının kokusunu. Bahçe kapısından giren arkadaşlarının yanına doğru yürürken, Makbule de oturduğu yerden onu izliyordu. Bir an yön değiştirip onun oturduğu masaya doğru yürüyünce kalp atışları hızlandı. Cüneyt önüne gelip dikildi, gözünü gözüne kilitledi. Sonra kulağına doğru eğilerek “Ben gidiyorum” dedi.
Makbule şaşırmıştı. “Nereye gidiyorsun?”
“Nereye olursa. Buradan uzakta bir yerlere. Araba kapıda hazır, benimle gelir misin?”
Makbule kendisinin bile şaşırdığı bir kararlılıkla yerinden kalktı. Şu hayatta ilk kez kendisi için bir şey yapacaktı.
“Gelirim” dedi.
- Öykü Panzehir Akademi Yazı Atölyesi dersinde yazılmıştır.
Panzehir Atölye yazarlarının diğer öykülerine buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.