ceyda_kafadar
Yayına Hazırlayan: E. Ceyda Kafadar

“ZENHAR” BİR TÖREN OYUNU

 

Bir tiyatro yazarı, bir tiyatro eseri ve buna ses olacak olan bir tiyatro topluluğu için yeni bir yol, yeni bir dil, yeni bir anlatım mümkün mü acaba? Bildiklerimizi bir kenara bırakıp yeni olan hakkında düşünmek için kendimize bir alan yaratabilir miyiz?

 

10. yılını kutlayan “Kara Kabare Topluluğu” tam da bu soruların yanıtları peşinde. Topluluk, harika bir tören oyunu olan Zenhar ile sahnede.
Yazar-Yönetmen Şirvan Akan’a Zenhar: Bir Tören Oyunu hakkında sorularımız sormak, yazı ve dil üzerini fikirlerini öğrenmek üzere, güzel ve serin bir akşamüstü oyun öncesi buluştuk.
Biz de bu yeni deneyimin peşine düştük. Kendi aramızda pek tartıştığımız “Gerçek Ötesi” dönemi bir de onların dilinden dinledik. Nefes almak kadar basit bir ortak paydamız olduğunu hatırladık. Armağan ekonomisi, birlik, bireysel alan derken sınırlar üzerine düşündük. Hem pek çok sorumuza cevap bulduk, hem bir o kadar yenisini kucakladık.
Sevgili Şirvan Akan, onuncu yaşını kutlayan Kara Kabare’nin izlediğim ilk oyunu oldu Zenhar. Ve keşke daha önce tanışsaydım sizlerle, diye çokça hayıflandım. Sizin sözlerinizden ilham alarak başlamak istiyorum.
 İçinde yaşadığımız zaman dilimi bildiklerimizin artık geçersiz kaldığı, yeninin henüz yüzünü göstermediği bir dönem. Bir takım ilkeler öne sürüyoruz ama yaptıklarımız ile ilkelerimiz çatışıyor. Keşif diye üstüne atladıklarımız binlerce yıllık gelenekler çıkıyor. Fütursuzca başkasının olanı sömürüyoruz. Ergin yaşımızda varoluş krizi yaşıyoruz. Zenhar, bu krizin ortasında bana anlaşıldığımı, yalnız olmadığımı hissettirdi. Siz bu yolculuğa hangi hislerle çıktınız?
Ben de çok benzer hislerle çıktım yola. Ama öncelikle burada şunu anmalı ve onurlandırmalıyım. Charles Einstein’ın çok takipçisiyim aslında. İlk ondan keşfettiğim, daha sonra sadece onun fikri olmadığını keşfettiğim bir bakış açısı vardı. Bir medeniyetin temelindeki anlatı yıkılmakta; ama yeni anlatı, onun deyimiyle story yani öykü henüz gelmedi. Biz tam iki öykü arasındaki geçiş yerindeyiz. Bizim bulunduğumuz çağ böyle bir çağ, diye tanımlıyordu. Ve ben de çok doğru bulup ben bir geçiş töreni yapacağım, dedim. Aslında bu iki anlatı arasında bir geçiş töreni olarak düşünmüştüm. Tabii o fikrin altında ezilerek, bu fikrin hakkını nasıl vereceğim diyerek bir araştırma, kendini yetiştirme, eğitim sonra da toplulukla birlikte deneme yanılma süreci başladı. Önce geçiş töreninin bireysel anlamda ne olduğundan başlamak durumunda kaldım. Çünkü onu da tam olarak bilmiyordum ve kaynaklara ulaşmakta çok zorlandım. Bir de cahil cesareti herhalde böyle spiritüel bir tarafım da var ya. Topluluğum var ben denerim, kişisel hayatımda yaşadığım romantik ilişkiler arasındaki geçişi, bunun törenini yapacağım dedim. Sonra çok fena cevabını aldım. Ve diyorum ki, bilmeden denemeden yapmayın.
Sonrasında toplulukla birlikte bir çeşit geçiş töreni yapmayı denedik. Benim o sırada edinebildiğim tek bilgi şuydu; bir geçiş töreni normalde bir köyde gerçekleşiyor. Üç bölümü var. Bildiğin her şeyi geride bırakıyorsun. Yani köyünü geride bırakıyorsun. Ormanda canavarlarla yüzleşiyorsun. Sonra da köye geri dönüyorsun gibi. Bunun sembolik olarak anlamı; işte bildiğim ilişkiyi bıraktım ve yeni korkunç adamlarla çeşitli, değişik ilişkilere atacağım kendimi gibi bir şeydi. Fakat bunun o kadar kolay olmadığını, kişinin kendi kendini erginleyemiyeceğini, orada bir ego hareketinin de devreye girdiğini, çok farklı, daha önce hiç tatmadığım canavarlarla yüzleştiğimi sanırken gayet tanıdık, her zamanki en konforlu ‘canavarlara’ gittiğimi çok sonrasında fark ettim. Ve tabii, o deneyim önemli bir bilgiye dönüştü.
Şimdi bunu neden anlatıyorum, şu yüzden; benim için yazar olarak ve topluluk lideri olarak sahnede önerdiğim spiritüel ya da politik herhangi bir şeyi önce kendimin denemiş olmam lazım. Hem bireysel olarak hem topluluk olarak denemediğimiz bir şeyi biz önermek istemiyoruz seyirciye. Prova sürecimiz bu yüzden yıllara yayılabiliyor. Önce kendi üzerimizde deniyoruz, sonrası teorik altyapı gibi. Daha sonra bu kendi bireysel deneme süreçlerim esnasında büyük bir eşzamanlılıkla ve bana çok büyülü gelen bir şekilde hocamla tanıştım. Amerika’da erginleme ritüeli öğreten bir hocayla. Onun eğitimine girdim. Oradan aldıklarımla birlikte bir takım kaynaklara ulaştım. Bill Plotkin gibi. Ve oradan çıkardıklarımla toplulukla da bir sürece girdik. O da yaklaşık bir yıl kadar sürdü.
Bir gün bir cümleye, bir gün her cümleye “bilmiyorum” diye başlamak. Çıkıp doğanın içinde avarelik etmek gibi çok çeşitli, gündelik hayatımızda uygulayabileceğimiz, deneyebileceğimiz ödevlerin olduğu, teorik altyapısı ile birlikte pratiği üzerine de çalıştığımız bir süreç yaşadık. O arada da ben metni yazmış bulundum. Aşağı yukarı konular netti kafamda. Daha sonra toplulukla bir araya geldiğimizde pandemi izin verdiği ölçüde yavaş yavaş işin daha teorik ve artık oyunculuk kısmına başladık.
Zenhar, var olanı sahiplenmeyen, sahiplendiğinin kökünü onurlandırmayan modern yaşamı her yönüyle sorguluyor. Yazar olarak kültür yağmasına böylesi güçlü bir vurgu yaptığınız için size teşekkür ediyorum. Bize erginlik töreni, takvime yayılmış çemberler ile daha önce deneyimlemediğimiz bir tiyatro formu sunuyorsunuz. Böylesi özgün bir tiyatro biçimini bulmak için nasıl bir yolculuk yaptınız?
Ben de bu soru için teşekkür ediyorum. Bu konuda benim o kadar canım yandı ve içim sıkıldı ki. Şöyle anlatmaya çalışayım. Oyunun dört temel tirat taşı var. Bunların arasında kalanlar hep topluluk süreçlerinde yazıldı. Bütün o araları dolduran “bilmiyorum, bilmiyorum” tekrarları şunun içindi: Benim bu konu hakkında tek söyleyebildiğim hiçbir yere ait değilim. Ve çok yasım var bununla ilgili. Ve bu kabul edilebilir bir şey değil. Ama nasıl çözeceğimi de bilmiyorum gibiydi.
Erginleme töreni eğitimi alırken kendimi sürekli tetiklenirken buldum. Çünkü şimdi Amerika’dakiler için de bir tuhaf bence de. Onlar, özür dileyen bir tutum içindeler. Biz buraya gelmişiz, Kızılderili topraklarını işgal etmişiz. Ve şimdi onların kültürünü onurlandırıyoruz, diye. Lakota yerlilerinin erginleme kültürünü paylaşmakta bir sakınca görmüyorlar. Fakat benim bunu, Bodrum’da oturup kendi evimden, Ege denizine bakarken almam çok tuhaf. Otur kendi atalarınla bağlantı kur ödevleri vardı ama. Bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Bir jenerasyon yetmiş gibi görüyorum. Benim babam 11 kişilik, damlarda uyunan avluları havuzları olan ve benim asla kafamda canlanmayan bir hayat biçimi içinde yaşarken bugün ne o avlulu evler var ne de ben anlayabiliyorum nasıl bir şey yaşadıklarını. Hatta sorduğumda aklımda kalmıyor. O derece. Şu önemli benim için; kendi kültürüm Anadolu herhalde. Kendi kültürümle bağlantı kurmaya çalıştığımda, kendi kültürümü yağmalıyormuşum gibi geliyor.
Mesela koreografi yapıyoruz. Biri Alevilerin cemlerindeki bir hareketi öneriyor. Ben de biliyorum bu hareketi. Ama hiç içimden gelmiyor bu hareketi almak. Çünkü ben Alevi değilim ve çok özel bir şey. Ve Türkiye özelinde çok sorunlu bir durum. Ben o hareketi nasıl onurlandıracağımı bile bilemem. Anlatabiliyor muyum? Ona, Alevi dostların kendilerinin bugünkü dünyaya nasıl taşıyacaklarına karar veriyor olması lazım. Benim yapacağım bir şey değil. Peki ben kimim? Neyim? Babam Urfalı ve… ve… Yani çok acı verici bir şey bu. Babam da bana bunu anlatmaya çalışmış herhalde. Şu anda da hayatta değil. Soramıyorum da.
Bana nasıl yaşanacağına dair, nasıl insan olunacağına dair, beni doğuran toprağa nasıl teşekkür edebileceğime, nasıl hizmet edebileceğime dair yol gösteren bir derin kültür içinde değilim. Ve bunun yası çok büyük. Çünkü bana çok zarar veren yerlerde aradığımı fark ediyorum. Oraları hâlâ romantize ettiğimi fark ediyorum. Biz Taksim çocuğuyuz, demek gibi mesela. Ve bu derin kültürle bağımın kesilmiş olmasının beni çok sömürüye açık hale getirdiğini düşünüyorum. Bir şeyleri ayırt eden. Ayırt edebilen mekanizmam yok. “O da maneviyat, o da maneviyat. Canım yoga da yaparız reiki de.” Tamam, yapalım da, bütün bunlar içinde doğduğu kültürün bağlamında yerine oturuyor. Ben Hindu değilim, Hindistan’da doğmadım. Bir ileri seviye yoga hocası olarak söylüyorum bunu. Gerçekten şu yaşadığım yabancılaşmayı anlatamam. Cihangir’de bir yoga stüdyosunda, altımda bir Urfa şalvarı üstümde hipster bir tişört ile Sanskrit dilinde ilahiler söyledim. Sonra da şunu fark ettim. Aslında zikir çekiyor gibiyim. Niye buradaki zikirlere gitmiyorum. Kadınım diye mi? Yani çok karmaşık bir şey. Çok acıklı bir konu benim için.
Topluluğumuzda da tekrar tekrar getirdik. İçinde yaşadığımız topraklarda çok fazla cepheleşme, polarizasyon olmasının da getirdiği bir durum da var. Yani o konulara giremiyoruz, dokunamıyoruz diye bir durum da var. Şimdi, yaptığımız şeyi tamamen artık ben dilinden yaşamak zorunda kalıyoruz. Bir cümle yazacağım. Diyelim ki, bir şeye adamak istiyorum. Aşka, barışa. Bu da barış için olsun falan gibi. Yahu, ne söylesem kulağa dua gibi geliyor. Ve dua gibi geldiği için de dini bir tınısı var gibi oluyor. Biz topluluk içinde daha bunu kabullenemiyoruz. Sahneye de hiç taşıyamadık o yüzden. Biz de dürüstçe yasımızı taşıdık sahneye. Olduğumuz halimizle. Ahkâm kesmedik. Bilmiyoruz çünkü.
Biraz da Zenhar’ın kavramlarına ve diline girmek istiyorum. Çünkü “Kara Kabare” bana büyük bir aydınlanma getirdi. Özellikle kavramlar konusunda. Oyun Türkçe yazılmış bir oyun. Kullanılan kavramlar batılı değil. Bizim şu anda içinde yaşadığımız sıkıntıları “Ben bu kavramı bilmiyorum” diye anlata anlata sahnede konuşturuyorsunuz. Ama bunlara alternatif yeni anlamlar ve kavramlar da sunuyor bana. Fakat bütün bunlar doğal konuşma diliyle anlatılıyor. Bana göre bizim tiyatro dilinde uyarlama ve çeviriden gelen bir ritimsizlik var. Eğer, Türkçe yazılmış orijinal bir metin değilse sahnelenen, bizim dilimizin ritmine uymayan bir şey dinliyoruz biz tiyatro salonlarında çoğu zaman. Ama Zenhar’ı dinlerken ben, kendi alışık olduğum, gün içinde duyduğum dile benzer bir ritim duydum. Bunu sahneye taşırken, oyuncularla nasıl bir süreç geçirdiniz?
Ben Türk diliyle de, anadilim olan Türkçeyle de benzer bir yabancılaşma yaşıyorum. Bu nasıl bir dil, ne konuşuyorum ben? Onunla ilgili de kafam çok karışık. Şimdi, iki açıdan anlatayım. Bir yazar olarak, bir de toplulukla, oyuncularla nasıl yol aldığımı.
Yazar olarak, benim izlediğim yazma yöntemi tamamıyla kalbimi paylaşmak “Ben” diliyle. Ben kurgu yazmıyorum, deneyimlemediğim bir şey yazmıyorum. Kendimden yola çıkıyorum. Kendi içimden çıkanı stilize edip, evrensel noktasını bulmaya çalışıyorum. Bir anlam da “Kişisel olan politiktir” gibi bir yerden hareket ediyorum. 1981 doğumlu bir İstanbul çocuğu nasıl konuşuyorsa, dolayısıyla taşıdığım metin de öyle oluyor. Çok kendime odaklı olduğum için. Topluluk konuşmalarında ise metne giren şöyle bir şey var; yazar olarak ben karakter yaratmaktan hiç hoşlanmıyorum. Ve gerçek olmalı, diye bir takıntım var. Ne yaşıyorsak onu taşımalıyız. Kurgu olmamalı. Hikâye de anlatmıyorum o yüzden. Her şey, olan orada oluyormuş gibi. O benim kendi kişisel takıntım. Mesela bu oyunda karakter yok. Herkes kendisini oynuyor. Ve bütün ara konuşmalar bizim topluluktaki kendi iç konuşmalarımız, tartışmalarımız. Bazı yerlerde tartışma çıktığında ben “Bir dakika, ben bunu yazıyorum” deyip elime kalem kâğıt aldım. Çünkü onu taşımak istiyorum sahneye, onun hakiki olduğunu düşünüyorum. O tanıdık dil ya da ritim herhalde sanırım bu yöntem sayesinde sahneye taşınmıştır.
Uzun zamandır bana oyun oynayabileceğimi hatırlatan, bu kadar dinamik bir metinle karşılaşmamıştım. Biraz kurgudan bahsedebilir miyiz? Bu uzun çalışmanın, hazırlığın tamamı sınırlı bir süreye nasıl indirgendi?
 
Evet, şöyle. Şimdi süreç içerisinde elimizde bir metin var. Teorik ve pratik, yani sahne üzerinde reji ve oyunculuk araştırmalarımızı yaparken ben de bir yandan durdurulamaz şekilde araştırmaya ve yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum. Ve çözmeye çalıştığım sorunlardan bir tanesi tiyatronun eğlence sektörüne ait olmasından kaynaklanan seyircinin izleyici konumunda olması. Augusto Boal okuyorum. Eyleme gücünü seyirciye geri vermekle ilgili düşünüyorum. Ama tam içime sinmeyen bir şey var. Çünkü bir yandan tören çalışıyorum ama tören nedir bilmiyoruz. Çünkü bizi bir arada tutan bir anlatı yok, gibi çok karmaşık bir durum var. Ve bir türlü şunu çözemedim. Seyircinin konumu ne? İnteraktif tiyatro mu olacak bu? O da beni çok tetikleyen bir kavram çünkü bana çok zihinsel geliyor. Bir çeşit hiyerarşi kuruyor gibi. Biz bir buçuk yıl prova yapmışız ne söyleyeceğimizi bulmak için. Seyirci bize ne söylesin? Üzerine far tutulmuş tavşan gibi mi kalsın? Seyirciyi görmek istediğim konum o değil.
En sonunda hiç beklemediğim yerlere götürdü beni bu araştırma. Biraz din ve litürji öğrendim. Burada bir anlatının katılımcılıkla kendini yeniden ürettiğini öğrendim. Bu kelime benim bütün o sıkıntımı çözdü. Ve dedik ki, bu oyun interaktif değil. Katılımcı neye katılımcı? Çünkü neye katılacağımız da önemli. Ortak olduğumuz bir şey olması lazım. Oyunda da dile getirdiğimiz gibi; Kızılderili kültürü, yoga, reiki. Bunların hiçbiri bizim ortaklaşabileceğimiz şeyler değil. Cumhuriyet bile değil, Atatürk bile değil. Din de değil. Tutacak hiçbir dal yok.
Vallahi en temellere döndük. “Hepimiz nefes alıyor muyuz?” “Zıplamak ister miyiz” falan gibi. En temelde bana ışık gösteren sorulardan biri metinde de olan “Yaşam nasıl korundu bugüne kadar?” On bin yıl, yirmi bin yıl değil. İki milyon yıldır var olan bir insanlık var. Modernizm bunun küçücük bir parçası. Bizim içimizde, DNA’mıza işlemiş, alt beynimizde olan bir insan olma hali var. Biliyoruz aslında nerede ortaklaşabileceğimizi. Bunun üzerinden gidebiliriz, diye düşündüm. Ve böylece seyirciyi bize katılmaya davet ettiğimiz bu formata ulaştım. Ama çok uzun bir yoldu. Saçlarım beyazladı bu süreçte.
Yazma yolculuğunuzda mitolojik kavramların, yaşayan antropolojinin güçlü bir etkisi var diyebilir miyim? Benim metinle temasım öyle oldu. Bir de şunu sorayım.  Zenhar özelinde okumalar yaptınız mı? Bizimle paylaşır mısınız?
 
Şimdi burası benim kendimi eksik bulduğum bir konu. Ve gene içimde bir taraf, özellikle ikinci oyunumuz Kamamber’den beri şöyle diyor; “Ben kendi derinliğime yeterince inebilirsem orada zaten evrensel olarak paylaştığımız bir imaj bir şey çıkacak.” Öyle bir yerden yazıyorum. Özellikle Yunan Mitolojisi benim çok bağlantı kurabildiğim bir alan olmadı şu ana kadar. Çok derin okumalar yapmadım. Bunun bir sebebi konservatuarda zorunlu ders olmuş olması olabilir. Zorla bir şey bana öğretilmeye çalışıldığında ters tepki yapıyor genelde. Anlatı mevzuuna girince benim dikkatim nereye gidiyor, çünkü dikkatte kutsal bir şey ya. Ona da sadık kalarak, ne beni kalpten çağırıyor gerçekten diye bakarken. Bunu özellikle ayırt ediyorum çünkü zihin de bazen “Türk mitolojisi okuman lazım” diyor. Tamam, lazım ama zorlayınca olmuyor. Böyle iki boyutlu bir şey kalıyor.
Mesela bu oyun özelinde Elefsis Gizemleri’ni öğrendim. Daha önce bilmiyordum ve çok etkilendim. Perefone ve Demeter kültleri için yapılan yer altına iniş, yer altından çıkış. Orada inisiye olanların ne öğrendiklerini paylaşmamaları; o sır. Bana modern dünyanın eksiğine çok güzel bir karşılık gibi geldi. Bu işte! Her şey eksprisit, her şey ortada. Gizlenen, örtülen hiçbir sır yok. Herkes her şeyi biliyor. Her şey çok kolay erişilebilir. Dolayısıyla düz dünya. Boyutsuz. Düz dünya inancı da bana o kadar sembolik geliyor ki. Hakikaten boyutsuz. Katmanları olmayan, büyüsü olmayan. O yüzden düz dünya inancının hortlamış olması çok normal geliyor. Hiç şaşırtmıyor beni. Elefsiz Gizemleri’ni okuyup anlamaya çalıştığımı söyleyebilirim, zor olsa da. Çünkü hiçbir bilgi yok haklarında.
Biraz da Kara Kabare’den bahsedelim. Topluluğu tanıtırken “Daha güzel bir dünya hayalini şimdi ve burada hayata geçirmeye niyet eden insanların araştırma yapmak, keşfetmek, oynamak, üretmek, birlikte öğrenip büyümek, armağanlaşmak için bir araya geldiği şiddetsizliği ve hiyerarşisizliği ilke edinen bir alan” diyorsunuz. Hiyerarşinin olmadığı bir alanda üretim süreci nasıl işliyor?
Hiyerarşisizlikten lidersizliği anlamadığımızı söyleyerek başlamam gerekir. Tamda biz de işte yeni liderler geliştirme aşamasındayız. Hayalimiz de şu; mesela bu oyunda ben liderlik ettim. Başka oyunda başkası liderlik edecek. Herkes hem bu anlamda liderlik almaya davet ediliyor. Hem de bireysel liderliğini ele almak, dediğimiz bir şeye davet ediliyor. Mesela, topluluk tarafından görülmeye mi ihtiyacın var? Liderliğini ele al! Ve “Çember istiyorum, kendimi paylaşacağım” de. Yani ihtiyaçların karşılanması sorumluluğu, onun ricasında bulunma sorumluluğu insanlarda. Bu bağlamda hiyerarşisizlik bizi güçsüzleştiren bir şey yerine hepimizin kendi gücümüzle bağlantı kurduğumuz, gücü birlikte kullandığımız bir yer anlamına geliyor. Yoksa hani şu beş yıl boyunca hiçbir şeyin yapılmadığı, çok spiritüel, uzun uzun birbirimizi anlıyoruz da değil. Belli bir sınırı var. Zayıf ve moleküllerine ayrışan bir şeyden ziyade gücün kullanıldığı ve bir şeylerin üretildiği bir alana dönüşüyor.
Yöntemsel olarak çok basit bazı yollar izliyoruz. Bunlardan bir tanesi şu: Her projede, yeni insanlar giriyor ya da birileri çıkıyor; nasıl bir toplulukta olmak istiyorsunuz? Bu toplulukta nasıl karar almak istiyorsunuz? Bu oyunda benim yönetmenliğime rızanız var mı? Gibi sorular soruyorum. Hatta Zenhar’a özel olarak, bir Fransız beresini yönetmen şapkası olarak ilan ettim. Görsel olarak taktım çıkarttım. Şu an yönetmen şapkası var, şu an topluluktan biriyim gibi. Karışıklık olmaması için. Çünkü yönetmenin bazen “Ben dediğim için böyle olacak” demesi gerekiyor. Ve bu hiyerarşi kurmak değil benim dünyamda görev tanımı. Bunu yapmasam sorumluluğumu yerine getirmiş olmam. Önemli olan, o yönetmen şapkası çıkarılabilen bir şey.
Konsensüsle karar almak çok güzel. Ama konsensüs ile karar alacağımız konusunda konsensüse ihtiyaç var. Yoksa yine ben dayatmış oluyorum, konsensüsle karar alacağız, diye. Mesela bir aşamada topluluk şunu da söyleyebilir. Bu da gene hiyerarşisizlik olur; Şirvan’cığım biz bu konuyu bilmiyoruz, sana devrediyoruz. Sen ne dersen yapacağız. Sonra öğrenince biz alacağız, diyebilir. Nasıl karar alacağımıza da birlikte karar alıyoruz.
Kara Kabare hayatıma iki önemli yenilik kattı. Ataerkil dile ve sömürü takvimine mahkûm olmayan bir tiyatro bu sistemde kendine bir yer bulabilir. Armağan ekonomisi sanatçının ilkelerinden ödün verme, parayı ödeyenin vizyonuna mahkûm kalma çarkından bir özgürleşme vadedebilir. Yazar-yönetmen olarak sizi bu seçimlere götüren süreci bizimle paylaşabilir misiniz?
 
Benim Kara Kabare’de ilk yazdığım oyunda şu soruyla başladı her şey: Sahnede bir söz söylüyorum. Oyunu seyirci ile buluşturma biçimim sözümle hizada değil. Bir hizasızlık ve dürüstsüzlük, samimiyetsizlik var. Orada yaptığımız araştırmalar, şimdi daha ayağımı sağlam bastığım yerlerden biri şu an. Benim tek motivasyonum yok tiyatro yapmak için. Ama doğru şeyi, doğru sebeple yapmak önemli. Ve tiyatroyu büyük ölçüde armağanım olarak görüyorum ama bir de toplumsal dönüşüme armağanım olarak görüyorum. Hizmet etmeyi aradığım bir şey var. Daha güzel bir dünya yaratmak. Şimdi soru şu; tiyatro toplumsal dönüşüme nasıl hizmet eder? Sinemaya gidip izler gibi sahnede bir hikâye izlemek istediği kadar etkileyici olsun, beynimdeki snapsları değiştirsin, dünyayı dönüştürmeye yetecek mi? O zaman sinemada çok daha iyi yapıyorlar bunu. Katılımcılıkla da ilgili olarak söylüyorum.
Yani neden özellikle tiyatroyu tercih edeceğiz? Mutlaka bir sebebi var. Çünkü dünyada tiyatro diye bir şey var. Gökten zembille inmediğine göre. Ve daha önce bir şeye hizmet etmiş olduğuna göre, o nedir? Dolayısıyla sadece sahnede sözle buluşma şeklini hizalamanın değil onun yanı sıra toplumun dönüşmesine katkıda bulunmak için. Bir şeyi izlemek yetmez, oradaki farklı bir alışveriş halini deneyimlemek için alan açmak. Ve tabi bu mutlak doğru değil. Şöyle bir iddia yok: Bütün dünya armağan ekonomisi ile yaşasın. Ben bilmiyorum bunun nasıl olabileceğini. Ekonomist değilim. Ama bu deneyime ihtiyacımız var, diye düşünüyorum. Esas dönüştürücü şey, bir dakika karşımda bir sanat eseri var, onunla nasıl ilişkileniyorum, sorusunun uyandırılması. Aa parayı oyundan sonra istiyorlar. Aa hiç vermeden de gidebilirim. Kimse kontrol etmiyor? Verecek miyim? Vermeyecek miyim? Bütün bu sorgulamaların dönüştürücü olacağını düşünüyorum. Buna inanıyorum.
Bu da beni sonraki soruma getirdi. Zenhar, izleyici olarak benim için şöyle bir deneyim oldu. Ben salona geldim. Sizlerden armağanımı aldım. Sonra sizlere armağanımı sundum. Bu akşam bir oyun izleyelim derken, cebimizde yeni sorular; yaşam alışverişine yeni bir bakış açısı edindik. Oyunun bir parçasına dönüşmek sadece zihinsel değil davranışsal bir eylemdi. Belki de ilk kez sanatla ilişki kurarken farklı davrandık. Satın almadık. Bu o kadar değerli ki; son yıllarda sanatı satın almak üzerinden yaşadığımız onca yozlaşmaya bir tokat niteliğinde. Sizi armağan ekonomisi ile tanıştıran yolculuk nasıl oldu? 
 
2011’de ilk yazdığım oyunda ben hizalanmayı ararken, o kadar bu konuların esamisi okunmuyordu ki. O kadar haberim yok dünyadan. Ve o kadar kafam karışık ki, hiç unutmuyorum. Birkaç arkadaşımız, yanımızda da Feriköy ekolojik Pazarı’nın kurucularından Memo, bir çözüm arıyoruz bu soruna. Satmayacağız da ne yapacağız? Şuraya kadar vardı. Çıkışta seyircilerle birlikte aşure mi yapsak? Yani o kadar dağınıktı kafamız. Bunu da hep anlatıyorum. Bir noktada ben kendimi organik pazarda “Organik Tiyatro” diye bilet satarken buldum. Fakat nihayet o sırada Türkiye’de hâlâ aktif olan “Zumbara” ile tanıştım. Zumbara, bir zaman kumbarası. Zaman ödemesi yoluyla alış-veriş yapmak mümkün. Ve Zumbara’da da ilk defa bir tiyatro oyununun biletini zamanla verdik. Bu büyük bir heyecan uyandırdı. Zumbara’nın kurucuları ile tanıştım. Sonra bir baktım, armağan ekonomisi diyorlar. Armağan ekonomisi aradığım laftı. Onlardan duydum Charles Eisenstein’ı. Çok sevindim, birileri aynı sorgulamalar içindeymiş çok şükür, diye.
Ondan sonra da ikinci oyun Kamamber zamanına geldiğimiz de bizim daha net denemelerimiz başladı. Yine oynadığım kadın oyuncuları onurlandırmak istiyorum. Çünkü çok riskli bir şeydi. Hepsi koca koca oyuncular. Dizi oyuncuları, film oyuncuları. Ödüllü oyuncular. Hiç yapılmamış bir şey yapıyoruz. Prestijle çok bağlantılı bu para mevzuu. Kariyerlerine zarar verme riski olan bir şeye tamam dediler. İşte, bir gece yine hiç unutmuyorum, sabaha kadar düşündük. Adını ne koyacağız? Bir liste açacağız. İhtiyaç listesi mi diyeceğiz? Derken sonunda “Armağan Gişesi” kavramını oturttuk. İlk deneyimlerimizde kocaman bir listemiz vardı; bütün oyuncuların ihtiyaçları. Para gelse ne alacaktım? Altı çizilerek okunmuş bir sosyoloji kitabı. Yoga dersi, şan dersi. Tuvalet kâğıdı. Rakı. Sigara. Kahve. İlk başta böyleydi ve nakit para da kabul ediyorduk. İsterlerse, o da bir armağan, diye. Daha sonra sahnenin ihtiyaçları da girdi. Sahneye tuvalet kâğıdı gibi.
Para kolaylaştırıcı bir araçmış aslında, diye benim parayla barışmam armağan ekonomisi ile oldu. Ve yine oyunu satmadan, yine parayı oyundan sonra alarak bir para yelpazesi sunabileceğimizi keşfettik. Bu da bizi çok rahatlattı ve özgürleştirdi. Çünkü şimdi oynadığımız sahnelere de kiramızı verebiliyoruz. Bu da bir alan olarak hepimizi destekliyor. Ben oynadığımız sahnelerden kendimizi hiç ayrı görmüyorum. Tiyatroların elektrik, kira sorunları da belli, onu da küçük bir protesto olarak söylemiş olayım bunca spiritüel laftan sonra.
 
Peki, sizin bütün bir yıl boyu devam eden, biraz komünvari bir haliniz var. Bize ondan da biraz bahsedebilir misiniz son olarak. 
Aslında bu oyun, tam da bu anlatı, anlatıya katılımcılık araştırmaları yüzünden büyün yıla yayılan çemberlerle birlikte tasarlandı. Onun da ayağını yere bastırmak biraz zor oldu. Ben doğru yerde olduğumu biliyordum da konu karmaşık geldi çok. Mesela, Cumhuriyet anlatısı benim için önemliyse o zaman 10 Kasım, 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim nasıl önemli olacak. Eğer, ortak bir anlatı arıyorsak hangi günler bizim için önemli olacak? Durup dururken kafamdan mitoloji uydurmak olmayacağına göre yine burada temellere döndük. Dolunay herkes için dolunay mı hâlâ? Gündönümü herkes için gündönümü mü hâlâ? Öyleyse, hepimiz buralarda buluşabiliriz. Orada da yaptığımız araştırma şu: Biz bir tören şekli önermiyoruz seyirciye, siz nasıl tören yapardınız, diye bir alan açıyoruz, bir araştırma alanı. Ve bu sonuçta şu sorgulamanın uzantısı, çünkü ben ona taktım, tiyatro toplumu nasıl dönüştürecek? Bir oyun yapıyorum, tamam. Katılımcılığı da buldum. Tamam, bu kadar mı? Dahası yok mu? Biz bir çemberiz kendi içimizde. Bizim bir topluluğumuz var. Ve biz bundan yararlanıyoruz, şifa buluyoruz. Ne yapsak seyirci de kendi çemberini kurabilir? Belki bir alan açsak kurarlar diye hiç birbirini tanımayan 5-10 insanı bir araya getirerek “Çember adabı budur, var mı devam ettirmek isteyen” diyoruz. Hayalimizde küçük küçük bir sürü çemberler oluşturuyoruz.
Bizi mecbur olduğumuzu sandığımız dilden, biçimden özgürleştirdiğiniz için kendi adıma çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.
Bizim sohbetimiz kayıt durdurduktan sonra biraz daha devam etti. Zenhar bu sezon son 2 oyununu oynuyor. Yeni sezonda kendi iç takvimlerine kulak vererek yeniden perde açacaklarını söyledi Şirvan Akan. Bu sezonun sonuna yetişebildiğim için biraz hüzün duydum.  Umarım oyunu izleme, çemberleri takip etme fırsatı bulabilirsiniz.
Kara Kabare hakkında daha fazla bilgi için lütfen buraya tıklayın.
Charles Eisentein ve armağan ekonomisi hakkında daha fazla bilgi için lütfen buraya tıklayınız.

Augusto Boal için lütfen buraya tıklayınız.

 

Bill Plotkin için lütfen buraya tıklayınız.

 

Zenhar’ı izlemek için lütfen buraya tıklayınız.

 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir