TİYATROCU İLYAS ÖZÇAKIR’LA SÖYLEŞİ: “BAMBAŞKA BİRİLERİYİZ” AMA “BİR ARADA BİRİLERİYİZ”
John Fowles’in Koleksiyoncu adlı romanından uyarlanan tiyatro oyununda oyunculuğuyla dikkat çeken, ödüller alan ve aynı zamanda Birileri adlı oyunun hem proje fikir babası olan hem de yönetmenliğini üstlenen İlyas Özçakır ile tiyatro serüveni üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Birileri projesinin ilk üçlemesi olan Özgürlük Üçlemesi’ni izleyince heyecanlandım. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni merkezine almış olması çok önemli. Türkiye’de her anlamda çok özlemini duyduğumuz şey. Üstelik ortaya çok kaliteli bir iş çıkmış. Dışarıdan böyle görünüyor ama işler senin tarafında nasıl yürüdü?
Dünkü oyun sonrasında seyirciler devamı gelecek mi oyunun diye sordular. Bu proje çok enteresan bir proje, umarız devamı gelir dediler. Yanımda da İkinci Kat’ın sahibi Emre var, dedi ki inşallah gelmez devamı. Yani bir şeyler değişirse Türkiye’de, buna ihtiyaç kalmaz anlamında. Ben de sonradan bu temennisine katıldım. Yaptığım bütün projeler insan haklarının üç beş maddesine dokunuyordu. Ama tabii bu her şeyiyle, ismiyle, cismiyle, bütün çerçevesiyle öyle oldu.
Biraz mühendis olmanın getirdiği analitik kafayla da bir projecilik başladı bende 2014 senesinde. Sarı Sandalye’nin ilk kurucularından biriyim. İlk kurduğumuzda ilk projemiz, Georges Perec’in Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi eserini sahneye koymaktı. Çok zor bir metin ama uyarlarken çok zevk aldık. Bu bir proje yaratımı süreci oldu. Buradan böyle bir şey çıkarabiliyorsak biz aslında hayattaki her şeyden çıkarabiliriz dedik. Yazılmış oyunlar bir yerden sonra kısıtlı gelmeye başlıyor. Genel anlamda edebiyatı ele alınca daha büyük havuzun içinde, hatta okyanusun içinde yüzüyormuşsunuz gibi oluyor. Şu ansa sahneleme ve reji de çok başka bir yerlere gittiği için istediğiniz her metinden özgürce sahne metni yaratabilirsiniz hissine kapılıyorsunuz. O yüzden de yeni sahneleme biçimleriyle biraz ufkumuzu nerelere açabiliriz diye düşünürken bu geldi.
2014’te Uluslararası Af Örgütü’nün yayınladığı bir kitap vardı, onu okumuştum ilk. Dünya çapında yazarlardan her madde için öyküler yazmalarını istemişler. O öyküler de bir kitapta toplanmış. Bu sadece burada kalmasa, oyunlar yazılsa ve onlar sahnelense diye düşündüm. Oyuncu olarak tecrübeli olsam da, bir yapımcı olarak çok yeniydim. Beş farklı yönetmen olsun, beş oyun aynı anda çıksın, sene boyunca oynasın gibiydi projenin ilk hali. Büyük bir işti. Benim sahnem olmadığı için. Bir sahne bir çağrıda bulunmuştu, önümüzdeki sene bize proje getirebilirsiniz demişlerdi. Ben de bunu götürmüştüm. Bu bizim için de çok büyük, sahnemiz olsa ne olur ki demişlerdi. Demek ki, öyle hemen yapılabilecek bir şey değil, ileride gücüm olursa yaparım dedim ve öylece rafa kaldırdım. Sonra uluslararası fon kuruluşlarıyla yolum kesişti. Baktım ki, onlar bu tarzdaki şeylere baya destekçiler, hadi dedim İlyas, çıkar dosyayı.
Koleksiyoncu ile geçen yıl iyi bir yıl geçirdin. Ödüller geldi. Tebrik ederim. Koleksiyoncu bu yıl nasıl gidiyor?
Evet, teşekkür ederim. Koleksiyoncu devam etmiyor. Bir oyuncunun hayatını geçindirebilmesi için sadece tiyatroya bağımlı olması çok zor. Bu şekilde yaşayan çok az tiyatrocu ve tiyatro kurumu var. Tiyatro çok zaman ve emek istiyor ama para karşılığı bir türlü tutmadığı için oyuncular da ister istemez en az iki üç iş birden yapıyorlar. Diğer işlerde para kazandıkları için bu sefer o işler ister istemez öne geçiyor. İkincil duruma düştüğü zaman da o işe emeği tam veremiyorsun. Emeği vermezsen iş güzel çıkmıyor. Şu anda kafamda yeni projeler var, bu sırada onlara kanalize olmak da daha iyi olabilir.
Bir röportajında tiyatro yapmayanlar için normal insanlar demişsin. Normal insan olmaktan nasıl vazgeçtin? Tiyatroya ne çekti seni? Hele de mühendislikten sonra?
Çok geç tanıştım ben tiyatroyla, yirmi yaşımdaydım. Çoğunun hikâyesi beş yaşında ya yedi yaşında şeklinde başlar. İlkokul beşinci sınıfta, evet bir piyeste oynadım ben de. Ama hiç tiyatrocu falan olmak istemedim o zaman. Çok iyi bir sayısal öğrencisi olarak gözüm hep çok iyi bir mühendis olmakta ya da bilim adamı olmaktaydı. Bilim olimpiyatlarına hazırlanacağım filan. İstanbul kimya ikincisiyim efendim (gülüyor). Kalan zamanımın hepsi de babamın tantuni dükkânında geçiyordu açıkçası. Bu şekilde üniversiteye girdim. Boğaziçi Üniversitesi’ne girince anladım ki çok bambaşka bir dünya varmış. O zamana kadar üç beş tane kitap okumuşum, üç beş tane film ve tiyatro izlemişim. Ondan sonra okumaya başladım. Kütüphaneden çıkmıyorum. Edebiyat çok hoşuma gitti. Bir yandan da benim işim gücüm şaka yapmak, hep komiklik yapmak peşindeyim. Üniversitede şaka yaptığım için dersten atıldım, yani o kadar da dersi sabote ediyorum artık.
Tesadüfen de hazırlık hocam tiyatrocu. Seyyar Sahne’nin kurucularından. Bizi oyunlara götürüyor, tiyatrodan bahsediyor. Okuduklarımızı konuşuyoruz. Ben de işte komiklik yapıyorum. Dediler sen niye Tiyatro Kulübü’ne gitmiyorsun? Benim de üniversitenin ilk yıllarında paraya çok ihtiyacım var. Çalışıyorum, zaman yok yani. Ama oyuna gidiyorum vakit buldukça. Üçüncü sene biraz kendimi toparladım. Özel dersle falan geçiniyorum. Vakit var artık. Bakayım bu kulüp neymiş, bir gideyim dedim Tiyatro Kulübü’ne. Nasıl çalışıyorsunuz, hangi günler diye sordum. Üç gün haftada dört saat, bir gün de tam gün. Çok büyük bir mesai yani! Ortalamam yerlerde. Yok dedim, böyle olmaz, buraya giremeyeceğim. Sonra araştırdım, Sarıyer Belediyesi’nin bedava hafta sonu kursları vardı, oraya gittim. Çok temel düzeydeydi, ona rağmen çok sevdim. Daha sonrasında çok araştırdım. Galatasaray Üniversitesi’nin kulübü vardı. O da çok tesadüf karşıma geldi. Boğaziçi’nde birinin arkadaşı dedi ki ben Galatasaray Üniversitesi’nin Tiyatro Kulübü’ne gittim bu sene. Harika, öyle güzel, böyle disiplinli, haftada iki gün çalışıyorlar, Bülent Emin Yarar geliyor derslere falan diye anlattı. Hemen mail attım onlara. Ondan sonra gidiş o gidiş. Galatasaray Üniversitesi’nde tiyatro topluluğunda tiyatro yapmaya başladıktan sonra zaten hayatım oldu. Haftada iki günü fazla görürken haftada yedi gün çalışmaya başladım.
Hiç mühendislik yaptın mı?
Evet, yaptım, altı ay.
Hayatında böyle bir değişimi dönüşümü yaratabilmişsin. Üzerine oyunculuk, yönetmenlik, yapımcılık, kuruculuk, projeler derken tutkuyla peşinden gittiğin çok belli.
Yazmasaydım ölecektim var ya hani Sait Faik’in, öyle bir şey.
Bir yerde tiyatro sahnesinde yaşıyorum hayatta bekleme kulübesindeyim gibi bir şey demişsin.
Gerçekten öyle… O sıradan hayatı nasıl bıraktın? Hani, son zamanlarda çok popüler olan, spiritüel dünyada yüksek benlikten falan bahsediliyor ya, benim sahnedeyken yaşadığım tam da bu. Ben devamlı sahnede olmak istiyorum. Biraz dalga geçerler yani. Bazen sahnede gibi hissettiğim anlar oluyor. Gündelik hayatta, birkaç şakayla ortam performantif bir ortama dönüşüyor. İşte, ben o arkadaşlarımla daha çok görüşmek istiyorum. O ortamda can geliyor aslında, can veriyor sana hayat. Öbür türlü gündelik hayat çok sıkıcı geliyor. Tabii ki gözlem anlamında çok önemli, yaşam orada bu arada, oradan o kadar kopmak zaten olmaz. Orası beslendiğin yer. Üç saat yatırım konuşmak, nereden ev alalım konuşmak, benim için karbon monoksit veriyormuşsun gibi. Oksijen azalıyor yani.
Koleksiyoncu’da canlandırdığın patalojik bir yapı sergileyen, herkesin çok rahatlıkla empati kuramayacağı bir tip. Karahindiba’daki de varoluş açısından zorlu bir karakterdi, zaten çok farklı bir sahne tasarımı, oyuncuyu zorlayan, performansı çok yüksek bir yapı vardı. Bence senin oyunculuğunun en canlı kökleri özdeşleşme ve empati yeteneğinden besleniyor.
Oyuncu için en gereken şey zaten bu.
Foucault diyor ya “Bir ressam kendi resmiyle dönüşüme uğramıyorsa niçin çalışsın ki?” diye. Senin de böylesi zorlu karakterleri yaratman, yorumlaman sence sende nasıl bir dönüşüm yarattı?
Tiyatroya başlamadan önceki olduğum insandan çok daha iyi bir insan olduğumu düşünüyorum. Bir defa empatimi çok geliştirdiğini düşünüyorum. Edebiyatla birlikte, sadece tiyatro değil. Dolayısıyla empati arttıkça da farkındalığın, toleransın farklı bir yere gidiyor. O anlamda sağaltıcı bir yanının olduğunu düşünüyorum. Hepimizin içinde Yin ve Yang’lar olduğuna inanıyorum. Karanlık bölgelerimiz var. Mesela bir şiddet duygusu, gündelik yaşantımızdan bir öfke çıkarma isteği var. Yani, hepimizin o kötü taraflarını bizim tiyatrocu olarak sahnede aslında açığa çıkarma, toksin atma şansımız olduğunu ve bu şekilde sağalttığımızı düşünüyorum.
Yani hem iş hem terapi gibi.
Benim için öyle en azından. Bir dönüştürücü etkisi olduğuna inanmasam yapmazdım. Seçtiğim projeler aslında hep bir yere dokunan, dönüştüren şeyler. Şunu da farkına vardım bir yerden sonra. Hayatın sana getirdikleriyle bazı projelere yükseliyorsun. Okuduğun şeylerin içinden bir tanesi çekiyor seni. Sen onları planlamıyorsun, o seni çağırıyor. Bunlara bir bakınca şöyle bir tez yazılabilir: “İlyas Özçakır projelerinde mahrumiyet ve mahkûmiyet”. Benim seçimini yaptığım projelerin hepsinde bir döngünün içerisinde sıkışmışlık var. Tutsaklık var. Tabii, ben kendimi fiziksel anlamda hiç öyle bir yerde bulmadım ama ruhen hep buldum Türkiye’de. Muhtemelen onu açma, onu farkındalığını yaşama çağrısı. Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi’nde kapitalist sistem içerisinde sıkışmış bir birey vardı. Hakkari’de Bir Mevsim’de Hakkari’nin ulaşılamaz bir köyünde, kışları altı ay kardan kapalı, beyaz Türk’ün dil olarak anlaşamadığı bir öğretmenin kapalı kalması. Karahindiba’da adam zaten hücrede, tek başına. Koleksiyoncu’da adam mahzene kapatıyor kadını. Özgürlük Üçlemesi de zaten ortada.
Demek ki senin de meselen bu.
Galiba. Bir gün şunları yaparım diye yapmadım. Yavaş yavaş onlara çekildim. Sonradan farkına vardım.
Hazır metinler kullanmaktansa sıfırdan üç kişiye metinler yazdırmak, inandığın üç oyuncuyu oyuna katmak da çok dâhil edici, kapsayıcı, destekleyici bir tavır. Peki, işin yönetmenlik ve yapımcılık tarafı nasıl?
Oyunculuktan aldığım keyif çocuksu. Yönetmenlik ve yapımcılık işin yetişkin tarafı. Dolayısıyla aslında benim karakterime o anlamda çok uygun değil. Ama proje tasarım tarafından çok zevk alıyorum. Yani bir şey yaratmak, haritalandırmak ve sonuca ulaştırmak çok keyifli gerçekten. O yüzden de durmuyorum, yeni bir projem var. Ama Türkiye şartlarında ve belki benim de henüz kendi çapımda maddi ve manevi olarak yorucu olabilecek bir proje. Maddi olarak da pek çok şeyi tek başıma yapmak durumunda da olduğum için, çalıştığım kişilere maddi geliri çok az sağlayabildiğim için, o yüzden de onların vaktini, enerjisini almaktan imtina ettiğim için çok fazla yoruluyorum.
Ne iş yaparsan yap, mutlaka bir ön hazırlık dönemi var. Oyunculuk da böyleydi, zamanla bir yere oturuyor. Şimdi de yönetmenlik, proje tasarımı ve yapımcılık için aslında bunu yapıyorum. Şu anda kazanmayacak projeler yapıyor gibi oluyorum biraz. Kazanacak formülleri de aslında biliyorum. Mesela Birileri’nin geçen seneki ilk üçlemesinde bunu biraz denedim. Kazanacak formüldü ama başka bir sebeplerden kaybeden formül oldu. Yani senin mantığınla, analitik zekânla kazanacak formül dediğin şey tiyatronun dinamiklerinde öyle olmayabiliyor. Çünkü yeterli maddi gücün de yoksa her şey kâğıt üstünde durduğu gibi durmuyor. O yüzden de ikinci üçlemeyi mesela, bundan aldığım dersle birazcık tırnak içinde daha amatör ruhlu bir yere çektim diyebilirim. Yine hepsi profesyonel insanlar ama çoğu ismi çok duyulmamış oyuncular. Bunun sonucu daha kalitesiz iş değil, aksine daha kaliteli olma ihtimali yüksek ama gişeye yansıyan karşılığı kesinlikle daha az bir iş oluyor.
Dolayısıyla gişesi az olsun ama ben şunu bir oturtayım önce. Şu anda bir yatırım maliyeti olarak görüyorum. Oyunculukta nasıl ki zamanla bir marka oluşturuyorsun, burada da o marka bir oluşsun önce. Bu yüzden de yönetmenlik, proje tasarım ve yapımcılık kısmında biraz bu aşamadayım. Pratiğimi artırmaya çalışıyorum.
Birileri nasıl gidiyor? Sen neler öngörüyorsun?
İş olarak bu Özgürlük Üçlemesi’nden çok memnunum. Ekibim de çok mutlu ve birbirimize bir şeyler katan bir ekibiz şu anda. Ama işte ekonomik krizdi, oydu, buydu derken, bu durum bizi vurdu. Sonrasında deprem. Biz sanatsal olarak tatminiz. Ben şimdi bir sonraki üçlemeye hazırlanıyorum. Yine Friedrich Naumann Foundation (FNF)’nin desteği var arkamızda. Deprem bölgesinde yapmak istiyorum onu. Diğer altı bölgede de sırayla yapacağım. Akdeniz Bölgesi’nden başlamak istiyorum.
Bu gerçekten çok iyi bir fikir! Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ediyorum. Dilerim Birileri de daha çok ilgi çeksin ve tüm bunları yapmak çok daha kolaylaşsın.
Ama seneye şöyle olmasın, ilgi ödülden sonra artıyor. Ben hem seviniyorum hem üzülüyorum. Koleksiyoncu’da öyle oldu mesela, bir anda ful çektik. Seyirci de senede bir iki kere tiyatroya gidiyorsa risk almak istemiyor tabii ki, seyirciye bir şey diyecek halimiz yok. Ama Instagram’ın bizi getirdiği yere biraz kızıyorum, sadece popüler olana rağbet olmasına. Midyeci Ahmet sendromu var tiyatroda da. Midyeci Ahmet’in midyeleri iyi değil, kötü ama herkes orada yiyor. Bizim tiyatroda da biraz öyle oluyor. Popüler olan oyunlar var, bazı oyunları pohpohlayan bir güruh da var. Ben de böyle biri olmadığım için, biz de ödül alalım da seyirci artsın diye bekliyoruz.
Birileri tanıtım filmi çok başarılıydı, ismi de çok güzel. İnsanlarla bağ kuran bir yanı var.
Bizim projede seyircilerin hepsi farklı bir oyunu seviyorlar, farklı metni, farklı oyuncuyu seviyorlar. Böyle birleşmesi de benim hoşuma gidiyor. Biz bambaşka birileriyiz ama bir arada birileriyiz.
*Söyleşimiz için bize heykel atölyesinin kapılarını açan sevgili dostum heykeltıraş Ezgi Sandıkçı’ya tüm desteği için çok teşekkür ediyorum.
Birileri oyununun tanıtım filmini Instagram linkinden izleyebilirsiniz: https://t.co/hpR29gxsxg