7-17-2010 16-58-40_029oyk
Berrin Yelkenbiçer

GÖÇLE AÇAN ÇİÇEKLER

Deprem felaketinin buz gibi havasını azıcık da olsa ısıtan bir fotoğraf servis edildi o günlerde. Derme çatma beyaz bir çadırın önüne portatif masa kurulmuş, üzerine nereden bulunduysa pembe masa örtüsü serilip pet şişe içerisinde taze çiçekler yerleştirilmiş. Çadırın beyaz olduğu çok net aklımda ama masa örtüsünün ne renk olduğu ve çiçeklerin neyin içine yerleştirildiği gibi detayları unutmuşum ya da dikkat etmemişim. Bu görüntüye pembe çiçekli masa örtüsüyle yarısından kesilip tıpkı çadır gibi derme çatma bir vazo haline dönüştürülen pet şişeyi ben ekledim. Zihin derme çatmalığa kristal vazo yakıştıramıyor.

Bütün çadırlar derme çatmadır. Derilirler çatılırlar, sonra toplanırlar, bir sonrakine kadar. Bu fotoğrafta çadır geçici, uçucu, gidici. Pet şişede ise binlerce yıl kaybolmayacak olmanın kibri var ama nerede kalacağı belirsiz. Oysa masayla taze çiçekler öyle mi ya!
Pembe örtülü masa, yemenin hazzı, sohbet etmenin sıcaklığı, yüz yüze bakmanın rahatlığıyla toplanılan kutsal bir mekân, taze çiçeklerse ölüme inat hayat, karanlığa inat ışık, kötüye inat iyilik, gitmeye inat kalmak demek. Masayla çiçekleri topladığında iki artı iki dört değil, on dört belki de bin on dört ediyor. O derece çok, o derece güçlü, inatçı.  Oralardan gitmeye direnip kalmaya uğraşmanın en şahane çabası.
Evinden, barkından, sevdiğinden, toprağından, gökyüzünden göç etmemek için böyle güzel uğraşmayı yüreğimde bu derece hissetmemin sebebi, benim kanıma, canıma, zihnimin kıvrımlarına da göçün tüm gerçekliğiyle yerleşmiş olması olabilir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Anneyle baba köylerinden, topraklarından, evlerinden, komşularından, ölülerinden, dirilerinden ayrılmak zorunda bırakılıp buralara geldiyseler, yanlarına sadece kendilerini alıp her şeye hiçbir şeysiz yeniden başladılarsa eğer, ne yaparsan yap sen de öteye gidemiyorsun.
Hayatta iyi kötü yol almışken, her şeye değil ama bazı şeylere sahip olmanın değerine erişmişken, eriştiklerinin farkına varıp şükretmeye başlamışken rızan dışında bir güçle, sana hiç sorulmadan bütün o şeylerin yarım kalması, insanın başına gelebilecek en büyük değilse de çok büyük bir felaket olsa gerek. Uğraşıp didinip iki elinle tuttuklarının bir anda senden alınması, hayatın orta yerinde ibibullah sivri külah kalakalmak az uzağında yaşandıysa, artık hücre aktarımı mı, kolektif bellek midir nedir bilemeyeceğim, bu durum tüm ağırlığıyla sana da geçiyor.
Nereye gidersen git, hayatı hep kalmak üzerine kurguluyorsun. Bulduğun masaya mutlaka örtü seriyor, ortasından kesilmiş pet şişe ya da su bardağı hiç fark etmez, mutlaka bir kaba su koyup içine çiçek dolduruyor, etrafına da eline geçen sandalyeleri yerleştiriyorsun. O sandalyelere oturacak birileri de varsa hayatında, içindeki gitmenin hüznü bir nebze azalıp sanki kalıyormuşsun gibi hissediyorsun. Bazen o sandalyelerin hepsi birinden farklı olsa da onları bir araya getirmek, göçmen ruhunun sana yüklediği bir beceri. Bunun adına eklektizm dendiğini, bazılarının zamanın dekorasyon modasına uymak adına bile isteye tercih ettiğini öğrendiğinde gülüyorsun. Seninkisi tercih değil de mecburiyet ama bundan şikâyetçi değilsin. Yeter ki o sandalyelerle masa buluşsun, üzerine de bir bardak çiçek konsun.
Ağaçları bu kadar çok sevişin bundan olsa gerek. Onlar köklenmişler barklanmışlar, kökleri de kim bilir o toprağın ne kadar derinlerine gidiyor. Onların ölüleri de hemen yanı başlarında yatıyor. Onlar da hep aynı gökyüzüne dallarını uzatıyorlar, en azından uzatmak istiyorlar. Birileri elinde baltayla ya da kibritle gelip evlerinden barklarından etmediği sürece orada yaşayıp orada ölmeyi diliyorlar.
Bahçendeki Güney Amerikalı jakaranda ağacıyla kader birliği ettiğini fark edip kesilmesine direnmen belki de bu yüzden. O da yerinden yurdundan, atalarından, ölülerinden çok uzaklarda yaşamaya çalışıyor. Her ilkbahar yaprak döküp her sonbahar yeşillenmesi hep hafızayla ona aktarılanların izinde yürümesinden. Bu yarım kürenin topraklarında yaşıyor ama bildiğini okuyor.
Peyzaj adı altında yapılan süslü bahçe düzenlemelerinde dikilen bodur ve kısır zeytin ağaçları nasıl da canını yakıyor. Onların evleri güneşli, deniz kokulu, rüzgârlı tarlalar. Düdük kadar bahçeler, egzoz kokulu yol kenarları, kalabalık şehir meydanları değil. Zeytin dediğin dallanır budaklanır, doğurur, senden uzun yaşar. Hem senin hem çocuğunun hatta torununun tarihine tanıklık eder ama birileri bunları yerlerinden edip yaşarken öldürmüşler. Artık herhangi bir şeye tanıklık etmeye gönülleri olmadığı büyümemelerinden belli.
Kuşlar bile eğer yerinde duruyorsa her bahar aynı yuvaya dönüyorlar. Kışın zorlu fırtınalarına dayanmış çalı çırpı evlerini onarıyor, tekrar içine yerleşip çoğalarak eski evlerini onurlandırıyorlar.
Her canlının içindeki kolektif bellek kendisi gibi olanı hemen tanıyor, görünür görünmez bağlarla bağlanıveriyor. Sen ağaçları seviyorsan muhakkak ağaçlar da seni seviyordur.
Çiçekleri bu kadar çok sevişin de bundan olsa gerek. Onlara köklenmek için bir avuç toprak yetiyor. Bazen nazla niyazla bazen arsızca ama mutlaka o bir avuca kök salıp güneşe yürüyorlar.
Boşaltılmış evlerin balkonlarındaki terk edilmiş saksılara üzülüyorsun. Elin kolun yetse su vermek, kuru yapraklarını temizlemek, evlat edinmek istiyorsun. Böyle yalnız bir ölümü yaşatmamak adına kendi saksılarını boylarına poslarına bakmadan, nakliyecilerin öflemelerini umursamadan her yeni evine taşıyışın bu yüzden. Çiçeklerden gidemeyip onlarla birlikte sen de o bir avuca sığıyorsun.
İçindeki köklenme peşinde koşan göçmen yüzünden sadece ağaçlardan, çiçeklerden, masalardan, sandalyelerden değil insanlardan da kolay gidemiyorsun. Ya bir omuz peşinde koşuyor ya da birilerine omuz olmak istiyorsun, ikisi de aynı toprağa, aynı arayışa çıkıyor. Kendin gidemediğin gibi kimse de senden gitmesin, sende köklenip kalsın istiyorsun. Sonra bir de bakıyorsun ki ya sen birilerine ağırlık olmuşsun ya da birileri sana. Bazı göçlerin olması gerektiği gerçeğiyle yüzleşiyorsun. İyi de oluyor.
Sana kucağını açan biri varsa şanslısın, kal orda, yuvalan, yuvarlan. Kalbini, gönlünü kıran, hayallerini çatlatan birinde kalmaya uğraşan o göçmen çocuğu da sev ama bırak su aksın, yolunu bulsun, giden gitsin ya da sen git.
Göçüyorken kalıyor, kalıyorken göçüyorsun. Bir ayak gidiciyse diğeri kalıcı. Senin bilinç hep böyle bir araf halinde çalışıyor, çare yok. Hayattan senin payına bu düşmüş. Bu bilincin yön değiştirmesi kaç kuşağa denk gelir bilmiyorsun, hiçbir zaman da öğrenemeyeceksin. Belki evladı atlar, hatta yedi kuşak torunların bile kökle mökle işi olmaz. Yaşayıp göremeyeceksin. Zaten böyle bir değişimin gerekli olup olmadığından emin değilsin.
Herkes nasıl mutlu oluyorsa öyle olsun, isteyen kalsın, isteyen göçsün, isteyen de içindeki göçmenle barışsın ama her yere saksılarını, kitaplarını, kalbindeki insanlarını taşısın.
Doğduğun yerde toprağa girmek şans mıdır, yoksa talihsizlik mi? Hayatı başladığı yerin çok ötesinde bitiren ne çok ölü tanıyorsun. Onlara sorsan acaba hangisini tercih ederlerdi? Bu sorunun cevabını ölülerden alamayacaksın ama dirilerin bir cevabı olabilir.
Çok uzağa gitme, önce kendine sor bakalım. Doğduğun yer olmasa da saksılarının, kitaplarının, ağaçlarının ama en çok bir sevdiğinin yanında yöresinde, koynunda toprağa karışmak istiyorsun, değil mi? İşte cevap.
Giderken kalmanın en güzel hali bu olsa gerek!

 

Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir