KAPAK (42)
Berrin Yelkenbiçer

MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK

Bu kitabı, bir psikiyatristin ‘On Yedi Saniye’ kuramını dinlememle eş zamanlı okumaya başladım. Tamamen tesadüf diyeceğim ama hayatta tesadüflerin olmadığını, her şeyin ve herkesin -bazen kafamızdaki, gönlümüzdeki, kalbimizdeki ritimle uyuşmasa bile- hep doğru zamanda ortaya çıktığını, sabırlı olup beklenirse öznel hayat taşlarının illaki yerine oturduğunu öğreneli çok oldu. Her ne kadar aksini düşünsek de tesadüf diye bir şey yoktur ve niye olduğunu bir süre sonra anlayacak olsam da benim için bu kitabın doğru zamanı şimdidir.

Bu kurama göre zihnimizdeki olumlu veya olumsuz düşüncelere bedenin tepki vermeye başlaması on yedi saniye içinde gerçekleşiyormuş. Eğer iyi düşüncelere sahipsek beden de rahatlayıp gevşiyormuş. Endişeli ve karanlık düşünceler ise bu süre geçer geçmez kalp hızını artırarak ya da kasarak zavallı bedenlerimizi hırpalıyormuş. Onun için olumsuz düşünceler zihnimizde belirdiği anda bir saniye bile kaybetmeden düşünce odağımızı değiştirmeliymişiz. “Akşama ne yesek?” ya da “Gömleğim buruşmuş” gibi ana dair son derece basit düşünceler bile zihnin bedene zarar vermeye başlamasını engelleyebiliyormuş.
Bana göre son derece mantıklı ve denemesi bedava. Ben yapıyorum ve başarıyorum ama tabii bu zihin egzersizini sürekli hale getirmem gerekiyor.
Kitabın kahramanı Gerhard Warlich bilerek ya da bilmeyerek işte tam da bunu yapıyor.  Gerhard kırk bir yaşında. Üniversitede felsefe eğitimi almış ve Heidegger üstüne doktora yapmış. Bir çamaşırhanede planlama müdürü olarak çalışıyor. İşe girerken patronunun ‘fazla donanımlı olması’ nedeniyle tereddüt ettiğini görünce “Ama bu beceriksiz olduğum anlamına gelmez” cevabını vermiş. Patronu “Sizi bir deneyeceğim” diyerek onu işe kabul etmiş ve şirkete yararlı olduğunu görünce de pek şaşırmış.
Gerhard ücra bir köyde banka müdürü olarak çalışan ve güçlü bir düzen tutkusu olan Traudel’le birlikte yaşıyor.
Traudel’in biyolojik saatinin dürtmesiyle anne olmayı istemeye başlaması ve bunun için evlenmeleri gerekebileceğini söylemesi Gerhard’ın hassas dengelerini bozuyor. Baba olmayı da evlenmeyi de istemiyor ama bunu sevgilisine nasıl ifade edeceğini bilemiyor.
Mesai arkadaşlarını ispiyonlaması beklenen bir işte çalışmasının ve Traudel’in -her ne kadar haklı bulsa da- dâhil olmak istemediği hayat taleplerinin yarattığı mutsuzluktan, müthiş gözlemlerini artırarak kaçmaya çalışıyor.
Bunu “Gözlemcilik kariyerim boyunca, beni hem hayran bırakan hem avutan hem de sakinleştiren neredeyse başka dünyalardan gelme diyebileceğim olayların varlığını fark ettim” diye anlatıyor.
Mesela kafasında bin bir çıkmazla yürürken bir arabanın tepesinde, akşam güneşiyle hafifçe parıldayan alüminyum bir paketin içinde, ısırılmış bir dilim pasta görüyor.
Pasta yiyenin pastasına geri döneceğini düşünüp kafasındaki çıkmazları bir kenara bırakıyor ve bir nakliye aracının arkasına saklanıp pastanın sahibinin geri dönmesini bekliyor. Hayali umudunun gerçekleşmesi için çok fazla beklemiyor ve gerçekten de az sonra bir genç gelip pastayı yemeye başlıyor. Onun lokmayı ağzına atış şeklinden bu pasta dilimin başından beri ona ait olduğundan emin oluyor. Adamı gözlemlerken de beklediği mutluluk geliyor. Ona gidip “Senin pasta dilimin ve benim mutluluğum birbirine ait” demek istiyor. Bu mutluluğunu hemen Traudel’le de paylaşmak istiyor. “Yaşadığım bu mutluluğu ona daha sonra anlatacak olsam görüntüler soluklaşmış, parlaklığını yitirmiş olacak” diye düşünüyor.
Gerhard sık sık ‘içsel melankolik yabanıllaşma’ yaşayıp kendine acıyor.  
Aşkın zaaftan başka bir şey olmadığını söylüyor. Bütün önemli soruları, önemli sorular için artık çok geç olduğunda sormaktan rahatsızlık duyuyor. Yalnızlığı olağan ama ansızın çıkıp gelmesini korkunç buluyor. Kimse onu kötüye kullanmasa da her zaman kötüye kullanılmış olduğunu ve en son kötüye kullanılma vakalarını artık fark etmediğini düşünüyor.  “İnsanlar yaşamasına yaşıyor ama tıpkı kafeslerindeki zavallı hayvanat bahçesi sakinleri gibi, bir zamanlar neresinin evleri olduğunu unutmuş gibiler” diyor. İçindeki çatışma isteyen girdapla, kendisinden beklenen her şeyi yapmayacağını gösterme dürtüsüyle mücadele ediyor. Küçük düşmeyle ilgili korkular yaşıyor.
Sonra bir halk bahçesine giriyor (bizdeki millet bahçesi tanımının bu kitaptan alıntılanmış olup olamayacağına dair meraka kapıldığımı hemen ifade edeyim).
Lunapark aletlerinin sürtünmelerine kulak veriyor. Çöplerin arasında hışırtılar çıkaran sincapları ve güvercinleri gözlüyor. Üzüm yiyen derin dekolteli bir genç kadına bakıyor ve kadının göğüslerinin üzümlerle mükemmel uyumu onu mutlu ediyor. İnsanların genel olarak renkli giyinmeleri ve renkler sayesinde gündelik hayatlarının canlanacağına inanmaları onu şaşırtıyor. Kısa süreliğine de olsa zihni melankoliden kurtuluyor.
Bu sefer kadınların gücünün, mutluluk beklentisinin gücünden geldiğini söylüyor. “Olağanüstü şeyleri biz kendimiz yaratamazsak dünyaya gelmezler ki” diyor. Komik olayların her zaman keşfedilmeyi beklediğine inanıyor. Gerçekliği, sözcüklerin düzeni içine yerleştirmeyi yeni bir mutluluk olarak görüyor.
Kadın memesini çok seviyor. Yumuşaklığın dünyaya kadın memesinden yayıldığına inanıyor.
Melankolisi geri döndüğünde başarısız ya da batmak üzere olan her şeye karşı bir sempati beslediğini ve bunun dışa vurmaya cesaret edemediği kendi başarısızlığına duyduğu sevgi olabileceğini fark ediyor.
Fakat bu gelgitlerde bir süre sonra ayarı öyle bir kaçırıyor ki Traudel onu bir psikiyatri merkezine yatırıyor. Gerhard bu nedenle sevgilisine çok kırılıyor.
“Bir kez sevmiş olan ve hâlâ sevmeye devam eden insan, kendini sevmeye uygun hale getirmenin ne kadar zor olduğunu, nasıl uzun sürdüğünü bilir. İşte acı içinde bir daha kolay kolay tekrarlanamayacağını düşündüğün şey, bu sevme çabasıdır. Çekilen bu acı insanın içinde bir sevme tembelliği yaratır. Acı çeken kişi birdenbire, bu zor işi boşu boşuna yaptığı korkusuna kapılır. Mutlu olabilmek için böyle bir savaş gerekli olmamalı.”
Buradan da anlıyoruz ki ‘On Yedi Saniye’ kuramı da bir yere kadar.
İnsanın anlık kaçışlarla hayat gerçeklerine arkasını dönmesi bütün dengeleri bozabilir. Demek bütün mesele zihinle beden arasındaki o hassas terazinin, inip çıkan tahterevallinin ayarlarını iyi tutturabilmek, mutsuzluğun da mutluluk kadar hayata dâhil olduğunu tevekkülle kabullenmek.
Kitabın yazarı Wilhelm Genazino 1943 Almanya doğumlu bir yazar. Alman Dili ve Edebiyatı, sosyoloji ve felsefe eğitimi görmüş ki bu da kitabında şahane bir şekilde ortaya çıkıyor.
Yazar Jan Bürger, Genazino’nun Kafka’nın anlatı geleneğini sürdüğünü söylemiş.
Yazarın kahramanına kurdurduğu “Şu sıralarda günlerimi korku ve dehşet imgeleri olmaksızın, neredeyse belleksiz yaşayıp giderken, her gün kolayca yiyecek bulan, akşamları da yuvasına çekilen bir böceği andırıyorum” cümlesi belki de Gregor Samsa’ya bir göndermedir.
Bu yazının tam da şimdi karşınıza çıkması ve sizin de buraya kadar okumuş olmanız tesadüf olamaz, değil mi ama?
Belki de mutsuzluk zamanlarında mutluluk ya da tam tersi üzerine düşünce, pratiği yapmanın vakti gelmiştir ama geçmiyordur. Doğru zaman hep şimdidir!

 

Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir