KAPAK (11)

Sülbiye Yıldırım

VE UYGAR İNSAN KENDİSİYLE TANIŞIYOR: “GILGAMIŞ DESTANI”

Yarattığı uygarlıkla birlikte insan artık et, kemik ve biyolojik diğer bütün öğelerinin ötesinde bambaşka özellikleri olan bir canlıydı. İçinde fırtınaların koptuğu, çetin çatışmaların yaşandığı, soruların ve sorgulamaların yaşamını cehenneme çevirdiği bambaşka bir şeydi bu yeni canlı. Kimdi? Niye vardı? Yaşam denen şey de neyin nesiydi? Ya ölüm? Ölüm niye vardı?

Sorular ve sorunlar hiç rahat bırakmadı insanı. Var olma çabası içinde, bitimsiz arayışlara girişti. Dört bin yıl önce, kendini var etmeye çalışırken rastladığı Gılgamış’ın kişiliğinde, uygarlığın yarattığı şan ve şöhret kazanma tutkusuna tanık oldu. Ölümlü insanın ayrılık ve ölüm yasasına başkaldırmasını, ölümsüzlüğün peşine düşmesini izledi ama nafile, “Ben kimim?” sorusu yanıtsız kaldı. Sonunda tüm arayışlarına büyük bir hikâye uydurdu ve Gılgamış Destanı ortaya çıktı.
İlyada ve Mahabharata’dan yüzyıllarca önce yazılmış, bilinen en eski edebi metindir Gılgamış Destanı.
Kurgusu, dilinin güzelliği, konusu ve akıllara düşürdüğü sorunsalı ile edebiyata esin kaynağı olmuş, evrensel bir eser. Bugün dahi üzerinde hâlâ düşünülen, satır aralarında farklı anlamlar aranan bir metin olarak edebiyatın odağında olmasından öte, psikolojinin de insanı anlamakta başvurduğu bir metin olarak konumlanmakta.
Dünyanın bilinen en eski uygarlığı olan Mezopotamya uygarlığının etkisindeki, Basra körfezinde başlayıp Anadolu’nun içlerine dek yayılan geniş bir bölgede yaşayan birçok halk sahiplenmiş Gılgamış’ı. Birçok yerde, başka başka yazıcılar tarafından yeniden, yeniden yazılmış. Bu yüzden değişik kayıtları var Gılgamış Destanı’nın. M.Ö. 1600 ile 1000 yılları arasında, bölgede yaşayan birçok halk tarafından yeniden yazılmasına rağmen, temelindeki Sümerli tanrıların ve kahramanların hep korunmuş olması destanın, Sümerlerin yaratısı olarak kabul edilmesini sağlamış.
Bilinen bir başka gerçek de Gılgamış’ın bir kurgu kahraman olmayıp M.Ö. 2650’ye doğru yaşamış ve ölümünden sonra tanrılaştırılmış Uruk kralı olduğu. Kişiliği, yönetim biçimi ve yaşadığı kente yönetici olarak kattıklarıyla büyük farklılıklar yaratmış bir kral olmalı ki destanın kahramanı olarak seçilmiş.
Gılgamış Destanı Akad, Hitit, Hurri dillerine çevrilerek defalarca yazıya geçirilmiş.
Biliyoruz ki çeviriler, hikâyeyi saflığından çıkarıp çevrildiği dilin anlamını da yüklenmesini sağladığından Gılgamış Destanı da her çeviriyle farklı kurgulanıp yeni anlamlar kazanmış. Bilim insanları, farklı dillerdeki bu çevirileri Eski versiyon, Hitit versiyonu, Hurri versiyonu, Ninova versiyonu olarak isimlendiriyor. Bu çeşitlilik, döneminde bile gördüğü evrensel ilginin göstergesi olduğu gibi zenginliğinin ve gelişen zamana ayak uydurduğunun da kanıtı.
Jean Bottero bu durumu şöyle açıklıyor:
“Aydınlar nesilden nesile, bu anlatıyı sadece bıkıp usanmadan temize çekmek, çevirmek, kısacası ‘yeni basımını’ yapmak için değil, fakat aynı zamanda kendi döneminin zevkine göre üslubu ve metni dilediğince yeniden işlemek ve bir olayın tanıtımını az çok yenilemek ve gerektiğinde tamamını, ya günümüze ulaşmamış kayıp eserlerden, ya da sözlü geleneğin hiç dinmeyen engin selinden aktarılmış yeni değişikliklerle bezemek için tekrar tekrar ele almış, yüzlerce yıllık bir çalışma ortaya koymuşlardır. Değiştirmeler, çeviriler, özetler bunun kanıtlarıdır.”*(sf:49)
Gılgamış Destanı M.Ö. 2300-2000 yılları arasındaki Akad imparatorluğunun kralı Büyük Sargon zamanında tabletlere yazılıyor.
Singlei-Unninni adındaki Akadlı rahibin, destanın son Akad versiyonunu yazdığına inanılmakta. Bilim insanları rahibin, uygarlığın temelini atan Sümerlilerin öykülerini ve dilden dile dolaşan maceralarını, Gılgamış’ın ölümsüzlüğü aramasının dramatik öyküsü olarak, tek bir bakış açısıyla yeniden düzenlediğini düşünmekteler.
Levi-Strauss “Toplum; çevre ve tekno-ekonomik şartlar tarafından yoksun bırakıldığı şeyin düşünü kurmaktadır” der. Eliade ise “Mitos ancak gerçekten olup bitmiş, tam anlamıyla ortaya çıkmış şeyden söz eder” der. Her iki bilim insanının ortaklaştığı şey, mitosa söz konusu olan anlatının tarihi, gerçek bir olayı temel aldığıdır.
Bu anlamda Gılgamış Destanı da Sümer ve Akad halklarının bin yıllık ortak tarihi sürecinin sembolik ifadelerle, doğaüstü olay ve kahramanlarla anlatılmasıdır.
Yazılmasına dek geçen süre içerisinde ağızdan ağıza dolaşıp kentten kente savrulan, her keresinde yeniden yeniden yaratılan Gılgamış’ın öyküsü, neredeyse üç yüz elli yıllık bir kültür birikiminin etkisinde yazılıyor. Mezopotamya’da başlayan uygarlık sürecini düşündüğümüzde, Gılgamış bu yıllar içinde kim bilir kaç yıkıma, kaç yeniden kuruluma tanıklık etti. Savaşlar, kıtlıklar, yağmalar, yok oluşların yanında, ebediyen süreceği düşünülen kaç barış, bitmeyeceğine inanılan kaç bolluk, bereket ve refah zamanları yaşadı. Acıların, ağıtların yanında, kaç bitimsiz neşeler ve mutluluklara tanıklık edip büyük şenliklere katıldı.
Dolayısıyla yaşanan zamanın uzunluğu, destanın ilk söylendiği andan yazıldığı ana kadar geçen sürede ne kadar çeşitli anlamlar yüklendiğini de gösterir. Bu süre içinde değişmeyen tek şey tarımsal üretimin dayattığı ve gittikçe karmaşıklaşan gündelik yaşamda, insanın alışmakta zorlandığı yeni yaşam biçimi, yani uygarlık ya da uygarlaşma…
Bu noktadan başlayarak Gılgamış Destanı insan doğa ilişkisinin ya da başka bir anlatımla insan doğa mücadelesinin anlatımıdır diyebiliriz.
Gılgamış insanı, Enkidu da doğayı temsil etmekte ve onların serüvenleri insanın uygarlaşma yolculuğunu anlatmakta. Destanda anlatılanlar, dört bin yıl öncesindeki insana olduğu kadar bugünkü insana da seslenmekte. Tarıma dayalı üretim ilişkisinin şekillendirdiği yaşam biçimine zorlanan insan, doğaya ve doğasına yabancılaşmış, kendini dünyanın merkezine koyarak bencilleşmiştir.
O günden bu güne, arkadaşlık, sevgi, gurur ve onur, macera ve başarı en önemlisi de ölümden korkunun hiç değişmediği bir gerçektir. Zaman ve mekân içinde insan doğası ve insani değerler arasındaki süregelen benzerlikleri yansıtan öykünün bu özellikleri, destanı bugün de değerli kılmakta, defalarca okunup satır aralarındaki anlamlar yakalanmaya çalışılmaktadır.
Sümerli yazıcının anlattığına göre tufandan sonra Uruk kentinde, Sümer kralı Luganbanda ve tanrıça Ninsun’un oğlu Gılgamış hüküm sürmektedir. (Aşağı yukarı M.Ö. üçüncü bine tarihlenir bu hüküm yılları.) Şehvet düşkünü, halkını angarya işlerle sürekli meşgul eden zalim bir kraldır Gılgamış. Canından bezen halk tanrılara yalvarır ve onun cezalandırılmasını isterler. Tanrılar, anlatılanlardan sonra kendisine denk bir arkadaşı olmadığı için bu kadar zalim olduğuna hükmettikleri Gılgamış için çamurdan Enkidu’yu yaratırlar.
Kırlarda insanlardan uzakta yaşayan, her tarafı kıllarla kaplı, çıplak Enkidu hayvanlarla düşüp kalkan, yabani bir varlıktır.
İnsandan çok hayvana benzemektedir. Ona rastlayan avcının anlatılarından, karşılaşılan kişinin Gılgamış’ın rüyasında gördüğü, kendisine müjdelenen arkadaşı olduğu anlaşılır. Heyecanlanan Gılgamış onun insanlaştırılmasını ister. Uruk’tan seçilen Şamhat (tapınak fahişesi) Enkidu’nun yanına gönderilir. Enkidu’nun bir kadınla birlikte olmanın insanda uyandırdığı duyguları öğrenmesi sağlanır. Birlikte geçirdikleri geceler Enkidu’nun kıllı ve hayvani görüntüsünü yitirmesini, yabanıl hayvanlardan uzaklaşmasını sağlar. Hayvanlarla birlikteyken otlarla beslenip kaynağından su içerken, Şamhat’tan ekmek yemesini, bira içmesini, yemeği sofrada yemesini, giyinmesini öğrenir.
 Enkidu uygarlaşmaya başlamıştır.
Uygarlaştıkça kayıpları çoğalır. Hayvanların dilini anlama yeteneğini yitirir. Arkadaşlık ettiği, birlikte yaşadığı hayvanlar ondan kaçarlar. Doğasından uzaklaşmak onu yalnızlaştırır ama yalnızlığını bir kadınla paylaşmayı da öğrenir. Artık çevresine, doğasına yabancılaşmıştır Enkidu, yani uygarlaşmıştır. Destan Gılgamış’la Enkidu’nun arkadaştan öte yakınlıklarıyla ve birlikte yaşadıkları serüvenleriyle devam eder.
Aslında anlatılan, insan, uygarlık ve uygarlaşmadır. Birbirini yaratan bu iki sözcüğün anlamını anlama, anlatma çabasıdır Gılgamış ve Enkidu’nun öyküsü.
 “O Gılgamış ki uzun bir yolculuğa çıktı. Çalışmaktan, didinmekten yorgun ve bezgin düştü. Döndükten sonra dinlendi ve hikâyenin tümünü bir taşın üzerine kazıdı.”
Heyecanlı kurgusundan ve yazarının dil özelliklerinden başlayarak okumaya, çözümlemeye devam edeceğiz Gılgamış’ı.

Yararlanılan Kaynaklar

*Jean Bottero, Gılgamış Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, Yapı Kredi Yayınları 2005

**Mircea Elieade,  Mitlerin Özellikleri, Om Yayınevi 2001

***Levi-Strauss, Din ve Büyü, Yol Yayınları,1983

 

Serinin ilk yazısına  buradan ulaşabilirsiniz.

Yazarımızın diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Diğer mitoloji yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

 

 

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir