SESSİZLİĞİN KARAKTERİ: “LE SAMOURAI”
Boş bir oda. Hayır, boş değil. Gölgede, yatakta bir adam. Bir sigara yakıyor ve duman pencereden bir tutam ışığa doğru yükseliyor. Adam kalkıyor, kapının yanındaki portmantodan fötr şapkasını alıp takıyor, kenarını hassasça ayarlıyor ve dışarı çıkıyor.
Bir ressam ya da müzisyen gibi bir film yönetmeni de sadece bir kaç vuruşla ustalık eserini verebilir. Jean-Pierre Melville daha bir kelime söylemeden, önce izleyiciyi Le Samourai (1967) büyüsünün içine dâhil ediyor. Bunu ışıkla yapıyor. Çirkin bir günün sabahı gibi soğuk bir ışık. Ve renk. Griler, maviler. Ve kelimelerin yerine konuşan eylemler. Le Samourai bir karakter sessizliği ile sinema tarihinin en estetik açılışını yapan büyülü bir odanın içine çekiyor bizleri.
“Bir samuraydan daha büyük bir yalnızlık yoktur; belki ormandaki bir kaplan hariç” diyerek başlayan film, bu ahlak felsefesiyle açılışı yapar. Stanley Kauffmann buna şöyle bir açıklık getirir:
“Bir samuray sadece para için öldürme komisyonlarını kabul etmezdi. İşin içinde onur ve etik de vardı.”
Bushido Kitabı‘na atfedilen bu alıntılar Costello karakteri gibi katı kodlara göre çalışan bir adamı önermek için kullanılmıştır. 1967’nin Paris’ine yapay olarak nakledilen bir karton figür olmaktan çok uzak olan Jeff, Japon Yakuza filmini oluşturan toplumsal isyan geleneği içinde konumlandırılabilir. Samuray filmlerinde genellikle vasılın efendiye karşı görevlerine odaklanılırken, erken dönem Yakuza filmleri otoriter olmayan, meydan okuyan çatışmaları dramatize etmiştir.
Jeff Costello değiştirilmez bir görev duygusuyla bir “lord”a bağlı değildir. Aksine, kendisinden başka efendisi yoktur ve sadık kalması yalnızca kendi ölümüne bağlıdır.
Fransız Yeni Dalgası her zaman türle, özellikle de Godard’ın göz kamaştırıcı ilk filmi olan Breathless tarafından temsil edilen 1940’ların suç filmleriyle ilgiliydi. Breathless kaçan bir kanun kaçağının peşine düşen bir hikâyedir ve Yeni Dalga’nın önemli bir yönünü ortaya çıkarır:
Bir filmin stili, formatı ve tonu sıklıkla ana karakterin özünü yansıtır.
Le Samourai‘yi bir kontrpuan olarak Breathless‘ın üzerinde düşünmek gerekir, çünkü bu filmde farklı olan şey Melville’nin suç türünü tören ve saygıyla ele alış biçimidir. Bu bir kutlamadır. Trençkot giyen, ölümcül silahlar taşıyan ve jilet gibi keskin fötr şapkalar giyen erkeklere bir övgüdür. Polisler ve suçlular, kader, özgür irade ve kariyer katili olmanın ateşli romantizmi üzerine bir filmdir.
Film yasanın her iki tarafını anlamlandırır ve hiç birinin kusursuz olmadığı varsayımından yola çıkar. Sessiz bir suikastçı olan kahramanımızdan düşmanlarımıza kadar herkes son derece yeteneklidir ve birbirini alt etmeye çalışır. Bu dansın kırılmasının tek yolu, olağan kalıpların bozulduğu anlardır.
Le Samourai silahı hızlı, ayak sesleri yumuşak, ifadesiz suikastçı Jeff Costello’nun (Alain Delon) dünyasıdır.
Tamamen elindeki işe, bir gece kulübü sahibinin öldürülmesine odaklanmıştır. Görünmeyen, bilinmeyen bir müşteri tarafından düzenlenen bir sözleşmedir bu. Le Samourai eşit derecede zeki, kararlı iki rakip arasındaki satranç oyunu gibi geliştirilmiştir. Bunlardan biri olan Jeff Costello, yaptıkları izlenemeyen ve mazereti kırılmaz uzman bir tetikçidir. Diğeri ise Costello’nun yakın zamanda gerçekleşen bir cinayetten sorumlu olduğundan emin olan polis müfettişidir. İnatçı bir ısrarla, yalan söyleyen birini yakalayabileceğine veya şüphelisinin hikâyesindeki bazı tutarsızlıkları ortaya çıkarabileceğine inanır.
Film ilerledikçe ve şah mat yaklaştıkça Le Samourai‘deki gerilim neredeyse inanılmaz bir düzeye ulaşır.
Göze çarpan bir sahnede Costello, şefin Paris Metrosu’nda kendisi için kurduğu karmaşık bir tuzaktan kurtulmaya çalışır. Yönetmen Jean-Pierre Melville bu başarılı filmin anatomisini abartısız bir sinema diliyle göstererek başlar. Jeff duygu ifadesinden çekinir ve sanki film onun liderliğinde ilerler. Kısa süre sonra kulüpteki sevimli piyanist Valerie (Cathy Roiser) ilgisini çeker.
Kiralık katilimiz Japon savaşçı geleneği olan Bushido’dan büyülenmiş bir karakterdir.
Kutsal bir metin gibi okuduğu Bushido Kitabı Jeff’in yol göstericisidir. Melville ayrıntılı bir arka plan hazırlamıştır.
Olay örgüsünün düz, çıkmaz bir şekilde ne kadar karmaşık büyüdüğünü fark etmemizi sağlayan Le Samourai; küçük diyaloglar ve saf aksiyonun yedek sahneleri eşliğinde, Jeff’in hem polis hem yeraltı dünyası tarafından Paris’in her yerinde arandığı ve aynı anda kendi planını uygulamaya koyduğu bir akış tasarlar. Film, aksiyonun nasıl gerilimin düşmanı olduğunu, gerilimi inşa etmek yerine nasıl serbest bıraktığını öğretir izleyiciye. Bir şeyin olması için bütün bir filmi beklemek, umursamadığımız şeylerin sürekli gerçekleştiği bir filmde oturup beklemekten daha iyidir.
İşte tam da bu nedenle Melville, gerilim yaratmak için eylemi değil karakteri kullanır.
Hem özür dilemesi hem de yeni bir iş için yeraltı dünyasının kiralık katillerinden biri tarafından çağrıldığında Jeff’in tamamen boş, bomboş gözlerle baktığı o ihtişamlı sahne tam da bu eylemsizliğe iyi bir örnektir:
“Söyleyecek bir şey yok mu?”
“Üzerimde silah varken değil.”
“Bu bir ilke mi?”
“Bir alışkanlık.”
Katiller, polisler, yeraltı dünyası, kadınlar ve şifreler tanıdık film unsurları gibi görünseler de modern kara film ekseninde yeni bir bakış açısı sunmayı başarır. Esasen malzemenin işlenmesi dışında filmde kesinlikle orijinal hiç bir şey yoktur. Melville sadece yavaşlar ve çıkar filmden. Bu şekilde yönetmen, yapay aksiyon sekanslarını ve üretilmiş getirilerini de küçümser. Kadrajından rengi ve karakterlerinden diyalogları emer.
Sonunda, dramatik şekilde haykıran bir sahne olmasına rağmen yine sessizlik kazanır. Jeff müstakbel takipçilerinden kaçmak için modernitenin entrikalarını kullanır. Kuantum fiziğine naif bir ortamda yıpranmış geçiş ve eski dünya mimarisinin ironik iç kombinasyonları filme benzersiz güzellikte geçiş anları verir. Le Samourai mesajları ve habercileri ile geçişin keyfini çıkarır. Le Samourai‘de ‘şeylerin’ süreçlerine âşık olursunuz.
Jeff karakteri ile ortaya konan hikâye, kendisinden sonraki birçok filme de ilham kaynağı olmuştur.
Jim Jarmusch’un Ghost Dog: The Way of The Samurai (1999) filmi, Melville’nin Le Samourai‘sinden oldukça etkilenmiş ve yoğun göndermelerde bulunmuştur. Dil ve eylem arasındaki gerilimi dramatize etme noktasında Melville’den oldukça etkilenen Jarmusch, dünya görüşü, kimlik ve eylem felsefi yaklaşımını yaratmak için bu prototipik hikâyeden yola çıkmıştır.
Belirli kara film melezlerinin farklı metin dünyaları ile filmin anlatı, üslup unsurları oldukça benzerlik gösterir. Le Samourai‘de olduğu gibi Ghost Dog da sessiz bir yalnızdır. Jeff filmin başında hedefindeki kişiyi öldürdükten hemen sonra bir tanığa rastlar ve tıpkı Ghost Dog gibi yüzünü görse bile onu öldürmez. Samuray kurallarını takip eden Ghost Dog ve Jeff’in kuşlarla garip bir bağlantısı vardır. Her iki film de samuray kitabından satırlara ve pasajlara atıfta bulunur.
Le Samourai zaman zaman geleneksel ahlaka yol açabilecek bir pragmatizmi somutlaştıran biçim ve görgü kurallarının mükemmelliği ile ilgili bir film olarak ön plana çıkar.
Melville için mükemmellik, özellikle profesyonellik ve sanat açısından yabancılığın olmaması anlamına gelir. Filmin estetiği, nadide ve gündelik arasında gerilmiş sıkı bir ipte yürür. Geceleri Paris’in ay gibi mavi, son derece muhteşem görüntüleri, Jeff’in bir cinayeti işlediğini kanıtlamaya çalışırken fazla mesai yapan müfettişin donuk ama el değmemiş çekimleriyle dengelenir. Beyaz küreler, aynalar ve plastik görünümlü sandalyeler ile muhtemelen 1967’deki Fransız şıklığının zirvesi olan modernist bir kulüp, Fransa’nın metro sistemi içinde ve çevresinde kurulan titiz kurgularla karşı karşıyadır.
Melville görüntüleri hatasız bir şekilde ayrıştırır ve koyu siyah, beyaz, gri vuruşlarla yönetir, ancak yer yer belgesel ayrıntılar ortaya çıkar ve sosyal kasta bağlı olarak değişen davranış biçimleriyle çelişki gösterir.
Filmde François de Roubaix’in müziği, gece kulübü grubunun cazı, filmin içine sızdığında serin bir Paris havası verir.
50’li ve 60’lı yıllarda aranan bir besteci olan Roubaix, 1975’te vefat etmesine rağmen, müziği hala yeni yapımlarda kullanılmaktadır. Bu anlamda Le Somourai‘yi gerçekten yönlendiren şey ses tasarımıdır ve çoğu zaman sadık indirgemeci görsellerden daha fazlasıdır. Filmdeki diğer ses unsurları da başaralı bir şekilde kullanılmıştır. Örneğin açılış sahneleri bir dizi ritmik sesle desteklenir. Melville durağan bir şeye yakınlaşma ve odaklanma ile ustaca oynarken sahne bu görüntülerle birlikte nefes alıyor gibi görünür.
Jeff yatağına uzanmış sigara dumanını kasvetli odasının yüksek tavanına doğru üflerken, odanın iç dekorları için savaş gemisi grisinin farklı tonlarını tercih eden Alman tasarım okulu Bauhaus’un simgelediği estetiğe karşı sinemasal bir tepki doğar. Kafesteki ispinozunun ahenksiz cıvıltısı, yağmurun sesi ve aralıklı olarak dışarıdaki arabaların geçişi, geceleri denizin ve dumanın görünür kıldığı nefesi çağrıştırır. Ses manzarasının diyalogla kesilmesi on dakikadan fazla sürer.
Melville “opsis” ya da “gösteri”den bahseden Aristotelesçi dramatik teoriyi destekler.
Filme bir tür “düz sirk” olarak yaklaştığına dair açıklamalar yapan yönetmen, sansasyonel bir şey yaratmak için renk, form ve hareketin sesle birleştiği bir sanat formu ortaya koyar. Yönetmenin, metne dayalı bir senaryoyu zekânın merceğinde çevirmek yerine, duygusal ve yaratıcı bir şekilde işlemesi gerektiğine inanan Melville, bu yaklaşımla neler olup bittiğini belgelemek yerine duygusunu vermeyi tercih eder.
Le Samourai ile Melville, öncü olduğu La Nouvelle Vague için kara filmin dilini yeniden icat eder. Onun stilistik parmak izleri Jean-Luc Goddard, Francois Truffaut ve Claude Chabrol da dahil olmak üzere Yeni Dalga filmlerinde belirginleşir ve postmodernist Fransız filmlerinde de varlığını sürdürür. Karakterle duygusal bağ kuran Melville, girişten son kareye kadar izleyiciyi büyüler. Yavaş ilerleyen, hafif ama kaçınılmaz olan trajik anlatı, ekran zamanının her anını gereksiz şeylerden arındırır.
Le Samourai en saf haliyle sinemadır ve Delon, Costello rolünde tek kelimeyle ikoniktir.
Aynı anda hem klasik kara filme bir aşk mektubu, hem de bildiğimiz Hitman filminin öncüsü olan güzel, seyrek, kesin ve garip bir şekilde hareket eden bir başyapıttır Le Samourai. Elbette incelik güçlü bir noktadır, ancak birçok belirsizlik de bu inceliğin gücüne katkıda bulunur ve bir samurayın sinematik Modus Operandi’si ile (görev ve törensel fedakârlık) ayrılmaz bir bağlantı ortaya koyar.
Gürültülü bir film yapmak kolaydır. Sinema doğası gereği hareketle tanımlanır. Bu nedenle hareketsizlik neredeyse belirtilmemiş bir yasadır. Bunca hareketsizliğe rağmen, sesli bir film yaratma işi Melville gibi bir yönetmenin parmakları arasından sıyrılarak seyircisiyle buluşur.
Le Samourai sessiz, kasvetli ve şaşırtıcı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Melville’in her kareden havalı bir şekilde sızan tercihleri, stil ve görsel hikâye anlatımında bir ustalık seviyesi olarak görülebilir. Film, kendine özgü mükemmelliğiyle sinema tarihinin üst sıralarında var olmayı sürdürmektedir.
Yazarımızın yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Diğer sinema yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Mutlaka izleyeceğim.
cok iyi filmdir. bunu begenen drive filmine goz atabilir.