“Edebi eserler birer rapor sayılabilecekleri gibi aynı zamanda retoriklerdir. Tona, atmosfere, tempoya, türe, sözdizimine, anlatı yapısına, noktalamaya, muğlaklığa, kısacası “biçim” başlığı altına girebilecek her şeye karşı tetikte olmamızı isteyen dikkatli bir okuma gerektirirler… Edebi eserlerde dil, gerçekliğin yahut deneyimin basit bir aracı değil, esasıdır.”*
Geçti Bitti…
Değerli dostum Seyhan Aslan Hanotte, yeni çıkacak öykü kitabının haberini sosyal medyadan duyurduğunda heyecanlanmıştım. Kapak görseli olarak kullanılan heykeli daha evvel paylaşımlarında görmüş, sevmiştim. Bu yolla henüz elime almadığım kitapla aramdaki duygusal bağı da kurmuş oldum.
Sevgili Seyhan’ın çeşitli dergilerde okuduğum birkaç öyküsünden yola çıkarak, Geçti Bitti Meyhanesi isimli öykü kitabını da beğenerek okuyacağıma kanaat ettim. Siparişi verdikten sonra merakla beklemeye başladım. Arkadaşlarımın cümleleri ile hemhal olmak beni her zaman heyecanlandırmıştır. Bu sefer de öyle oldu. Önce kapağı öptüm, başucuma koydum. Sonra ilk sayfayı çevirdim. “Birtakım tek başınalık ve anne öyküleri.” Eyvah! dedim. Son dönemlerde bazı kadın yazarların aynı zincire eklemlenmek istercesine, çoğu kez siparişle; benzer atmosferle, benzer temalar üzerine yazdığı kitaplardan biri miydi yoksa… Bilinçdışımdan süzülüp gelen bu sevimsiz yargıyı elimle kovalayıp ikinci sayfayı çevirdim.
“İzah edilemez biriydim. İflah da… Dinler gibi yaparken insanları, gemilere binip inerdim içimdeki limanlardan. Sağ elimin parmakları eril, sol elimin dişil. Öperlerdi birbirlerini gizlice. Annem sordu bir gün bana. Onlar nasıl böyleler de. Sen neden böylesin? Herkes kendisi dedim ona. İnsan var olduğu gibi var. Bir değişiksin sen dedi. Ama sanırım ki yani umarım ki seviyordu beni.
Sevmese de olsun diyemem.
Sevsindi.”
Belki de Ön söz niyetine öykülerin önüne eklenen bu metin aslında bir toplam metindi ve hem önyargımı silip süpürmüş hem de oku tam göğsüme saplamıştı: Hangimiz anne ya da babamızın ruhumuzda açtığı yaraları tamirle geçirmedik ki ömrümüzü. Kızlar çoğu kez annelerin, erkeklerse babaların açtıkları kesikleri iyileştirmekle meşgul değil miydiler? Ve ne demişti Dosto amca, babaların işlediği günahlardan bize ne… Öyle olmuyordu ne yazık ki, herkes herkesin yarasını dağlıyor sonra dönüp kendi yarasını yalıyordu. Ve acılar ve kategorize etmeler ve kınamalar ve yok saymalar en çok anne babalardan, çocuklara miras kalıyordu…
Bir değişiksin sen, diye başlayan her cümle anne eliyle açılmış ilk kesiği daha da kazımaya, sonsuza dek kanatmaya devam ediyordu.
Bu tür anıştırmalarda beynimin içinde çalıp duran radyo bu sefer çocukluğumdan kalan bir plağı döndürüp duruyor, “Analardır adam eden, adamı… Analara kıymayın efendiler…”
Kim söylüyordu bunu, Edip mi? Sanırım oydu. Evet, analara kıymayandı, ne de olsa o ananın da bir anası, onun da bir anası vardı. İlk taşı atan; anaları ana eden kimdi, kimse bilmiyordu… Ama yine de analara kıymayındı…
Ne saçmalıyor bu kadın, yazı kitap analizi olmaktan çıkıp kişisel bir yoruma doğru kayıyor demeyin; her okuma kişisel, her yorum aşırı yorumdur neticede. Ve ben de bu kitapta sınırlarımı aşacağım, bu şahane öyküleri aşırı yorumlayacağım… Sıkılırsanız burada bırakabilirsiniz…
Geçti Bitti Meyhanesi için on üç kısa öyküden oluşuyor. Bazı kitaplarda görüldüğü üzere adı kısa kendi uzun olan öyküler değil bunlar. Büyük çoğunluğu iki A4 sayfasını geçmeyecek uzunlukta, yani kitap sayfasıyla çoğu üç, bilemedin dört sayfadan ibaret öyküler. Ancak her öykü öylesine can alıcı cümleler, atmosferler, karakterler, metaforlar ve izleklerle örülmüş ki her birini bitirdikten sonra kapatıp üzerine üç gün üç gece kafa yormanız, ahlanmanız, açılan yaralarınıza pansuman yapmanız, dünyanın ve insanlığın ne menem bir şey olduğuna kahredip bu kızın- İzin verirseniz böyle hitap etmek isterim- bu tuhaf atmosferlere ve karakterlere uygun olan o dili nasıl da ustalıkla inşa ettiğine şaşırıp kalacaksınız. Sevim Burak’ın aynı zamanda iyi bir terzi olması sebebiyle, cümlelerini pelür kâğıtlarına yazarak evdeki perdelere iğnelemesi ve metrelerce uzayıp giden bu cümleleri birbirine teyelleyerek öykülerini oluşturması gibi, Seyhan da öykülerini önce çamura yatırıp onlardan heykeller mi yapmıştı ki bu denli canlı, dişe dokunur bir dil inşa edebilmişti… Kim bilir…
İlk cümle tanrıdandır diyerek başladım sayfaların arasında yüzmeye: Her gün aynı sahne. Denizden çok korkarım ama her sefer yüzebildiğim en uzağa gitmekten de alıkoyamam kendimi… Bu sefer de öyle yaptım, yüzmek ne büyük bir haz. Hele de böyle bir metnin içinde…
Analara kıymayın efendiler
İlk Öykü, Bir kırmızı Çiçekli Don’un hikâyesi
Seyhan’ın en büyük başarısı belki de bu hikâyede muştalanıyor: Üç dört sayfa gibi dar bir alanda; anlatmak istediğini, göstermek istediğini, işaret etmek istediğini mükemmel bir biçimle birbirine oyalamak…
Anadolu’nun herhangi bir köy ya da kasabasında denk gelebileceğiniz hafızasını yitirmiş yaşlı bir kadın, torunu, kızı ve çiçekli bir don arasında geçen mücadelenin anlatıldığı bu ilk öykü kitabın giriş bölümünde söylenen “Birtakım tek başınalık ve anne öyküleri” tanımlamasına da uygun düşüyor.
Hafızasını kaybeden o yaşlı kadın kafasının içindeki geçmişle bir başına kalmış, torununu, kızını ve evdeki diğer fertleri tanımaz olmuştu. Çişini altına kaçıran yaşlı kadının don değiştirme mücadelesindeki direnişi okumaya değer. “Size ne yaptım ben, hele bir deyin ne yaptım!”
Entarisini torunu kaldırır, o hışımla kapatır. Torunu mu nereden torunu oluyormuş bu kız. Eee aynı yaşta değil mi onunla?
Yaşlı kadın ihtimal kendisini on üç, on beş sayıyordu. Gerisi yok, silinmiş.
Yaşlı kadının küfürleri eşliğinde entari bir açılıyor, bir kapanıyor. Yine. Hep. İstemiyor şu ruhsuz donu giymeyi kırmızı çiçeklisi varken… Gücü olsa…
Küçükken elini yüzünü yıkadığı berrak çaylardan söz ederken elleri hep beş yaşında. O konuşurken tarlada hışırdayan buğdayların, evin toprak avlusunda nemli tozlarının, annesinin tencereleri yıkadığı odun küllerinin ve köy yollarındaki tezeklerin kokuları sarıyor odayı.
Sonra.
Sonra.
Analara kıymayın efendiler…
Gelenler gidiyor bir bir. Köyün kokusu, derenin sesi, abilerinin iri sert, koruyucu elleri, annesinin güçlü, köy kadını yüzü. Ardı ardına. Renkler soluyor. Bir dahaki gelişlerine kadar…
Oysa tek dileği o çiçekli donu giymek, takılıp kaldığı ve hatırlayabildiği o tek zaman diliminden dışarı, boşluğa, bilinmezliğe çıkmak istemez yaşlı kadın. Bu yenidünyadaki her şey yabancıdır şimdi ona.
Saçlarını açmış. Her akşam yaptığı gibi. Yatağında kıpırtısız, gözleri öylece bir yerlere dikili. Kimsenin görmediği bu zamanın dışında bir yerlere…
Kız ona bakıyor. Teessürlü, çaresiz. Ne derse boş. Çok yaşlı tamam da. Böyle de olur mu birden?
“Tontişim kırmızı çiçekli donunu getireyim mi?” diyor.
Bu kız anlıyor onu. On iki imamlar korusun yarenliğini.
“Anamın,” diyor, kırık dökük sesiyle,
“Anamın entarisinin çiçeklerinden olanı mı?”
Yukarıda bir kısmını alıntıladığım öyküden de anlaşılacağı üzere; yazarın arzu ettiği etkiyi yaratmak için hikâyelerin içine yerleştirdiği; birbirinden çekici, tuhaf karakterler, yan hikâyecikler ve kullanılan metaforlar, öyküleri fazlasıyla güçlü ve etkileyici kılıyor. Tüm öyküler bir nefeste okunup tamamlanıyor.
Değerli okura kitaptaki on üç öyküden de tek tek bahsetmek, her biri hakkındaki duygu ve düşüncelerimi, sebep olduğu çağrışımları yazmak isterdim ancak hem yazım okunma sınırlarını aşma riski taşıdığından hem de okurdaki heyecanı yok etme endişesinden, farklı başlıklar altında birkaç öyküden daha bahsederek kitabı okura teslim etmek niyetindeyim.
Analara kıymayın efendiler…
Yine dramatik bir annelik öyküsü olan ikinci öykü; Tepeler ve Odunlar hoppa bir kadının peşine takılıp giden kocası tarafından terk edilen yoksul kadının oduncuyla arasında geçen tatsızlığı anlatan nefis bir öykü. Kocasından haber alamayan ve hiçbir geliri olmayan bu zavallı kadının soğuktan donmak üzere olan iki çocuğunu yaşatabilmek için dilendiği bir torba odun ve yaşanan sahne bana ister istemez Kafka’nın ölümsüz eseri Kovalı Süvari’yi anımsattı. Her iki öyküde benzer yanlar ve paralellikler keşfetmek benim gibi meraklı okurlar için büyük keyif doğrusu.
Masada kurumaya yüz tutmuş biraz peynir, pırıltısı gitmiş üç cam bardak, ocakta şekersiz içilmeye mahkûm yavaştan fıkırdamaya başlayan çay; bu sefil azlığın üstüne çöreklenmiş tenha kimsesizlik.
Analarının üstlerine yığdığı iki yorganın altında büzüşen biri kız diğeri erkek iki sabi…
Dışarıdaki ayazı, dökülmüş dirseklerinden ıslıklı ıslıklı geçiren pencerenin çehresinden yağan kara bakar. Sanki bir tek onun gecekondusuna düşmüştü ayaz. Gözünün önünde lap lap dökülen karların arsından hatırasına düşer…
[“… kova tamtakır, anlamsız kürek; soğuğu soluyup duruyor soba; dondurucu rüzgar odada kol geziyor; pencere önündeki ağaçlar kırağıdan kaskatı; gökyüzü kendinden yardım dilenene karşı gümüşten bir kalkan. Çaresiz kömür bulmalıyım, donacak değilim ya…
“Hanım!” diyor kömürcü. “Biri biri olacak… Beni bu kadar duygulandıracak gibi konuşabildiğine göre, eski, çok eski bir müşterimdir sanırım.”]
Hacı amca yerinde irkilir, kadının üst üste giyilmiş eşarplarının çevrelediği çehresinde, üşümekten büzüşmüş yüzüne bakar… Kadının içini, avucuna dökmesi için yalandan babacanlığını sesine yükler.
“Bir şey mi dedin hanım kızım?”
Evet bu Hanım kız, oduncunun eski müşterisidir ve ondan birkaç odun istemektedir. Kafka’nın hikâyesinde kömürcünün karısı Süvari’yi görmezden gelip kovalarken bizim öykümüzde oduncu, Hanım kız ona yüz vermeyince en ıslak odunlardan birkaç tanesini seçip vermeyi uygun görür. Sonuç değişmez; sobanın kemikleri ısınmaz…
Sanırım Seyhan da bu tür paralelliklerden ya da selam durmalardan keyif alıyor olmalı ki sevdiği birkaç yazara çeşitli vesilelerle temas etmeden edemiyor. Sinek öyküsünü yazarken Ferit Edgü’nün Yargı öyküsünden esinlendiğini dipnotta özellikle belirtiyor.
Analardır adam eden, adamı…
Karım. Yanında yirmili yaşlardaki annesinin haliyle kızım. Salonda olduklarını unutmuşum. Arkamı dönüyorum, öfkeyle yüzüme bakıyor karım. Kayan başörtüsünü toparlamaya çalışarak sesini yükseltiyor.
“Nereye çağırdın ki?”
“Benim dünyama çağırdım ya.”
Ve hikâyenin içinde Camus ’nün adını geçirerek varoluşsal bir sancı içinde kıvranan kahramanın neden saçmaladığını ve neden böyle absürt bir kurgu yaptığını, ortalıkta gezinen ahmak Sinek’in ne için oraya konduğunu okura açık ediyor.
Sinek olduğu yerden havalanıp yaverin keline konuyor. Bu parlak yüzeyde bizi daha iyi dikizliyor sanki. Köşeli bir sessizlikte işini yapan yuvarlak kafalı adamın ağzından memnuniyetsiz bir hırıltı çıkıyor…
Üçüncü öykü, Deli Şevkinin Aynası benim için öncelikle iki açıdan etkileyici oluyor. İlki; hikâye baştan sona ben diliyle anlatılmış olsa da, Faulkner’in Ses ve Öfke’sindeki gibi faklı anlatıcıların ben’leriyle anlatılmış olması. Her kahraman kendi ağzından anlatıyor öyküsünü ve patchwork usülü bir araya getirilen hikâyeler gerçek hikâyeyi oluşturuyor.
Analardır adam eden, adamı…
Deli Şevki: Adından da anlaşılacağı üzere, deli
Sırları dökülmüş bir ayna atmışlardı mahalledeki boş arsaya. Aldım kulübemin önüne yasladım. Sırrı dökülmeyen yerlerinden biri benim gözümle bana bakıyor. Kopacak ödüm olsa… bir sürü çok bacaklı kişilik dolaşıyor vücudumda. Masaj olsun onlara. Aynadaki adam ben, hayatın öbür yüzünde.
Örgülü Kız, Ayşe: Ninikli ve otistik. Faulkner’ın Benjamin’i gibi otistik bir çocuğa has bir ritmle konuşuyor.
Ayşe ninik yap bana ninik yap bana yap, dio. Ben biliyorum ninik ne demek, çok ninik yapınca sidikli oluyorum ben. …o gün anneme demiştim ben Deli Şevki abinin düşünde yaşasam ya demiştim.
Bazen geceleri öylece yatıyorum, uyumak yok. Otistik, potistik gel buraya osura osura diyo çocuklar, en çok da o çocuk… En sevdiğim şey rakamlar… Ay takıldı yine kafam. Tam alnıma şak diye vurunca, geçti işte… rakamların göbeklerine saklanıyorum oooooo… Annem bi bilse sekiz rakamının içine gizlendiğimi…
Çişci Raşit: Laborant… Çok mutsuz.
Kırk yıldır bu sidik kokulu köhne laboratuvarda gittikçe silinip yok oluyorum. Kitaplar da olmasa… zaman inişsiz çıkışsız, yatağından sağa sola sapmadan, derin bir sessizlikle, uzanıp giden bulanık bir ırmak gibi şimdi. Sürekli tükenip tükenip bir türlü bitemiyorum.
İkinci dikkat çekici nokta ise; kahramanlar gerçek üstüne bu denli teşne olunca hikâyenin de gerçeküstü oluşunun kaçınılmazlığı: Biri aynanın içinde, biri sekiz rakamının içinde öteki de kitapların sayfalarında yaşayan kahramanların hikâyesi Deli Şevki
Yazarın kullandığı bu saklambaç oyunu başka hikâyelerde de gizli bir damar gibi yol alıyor, kimi bir dairenin içinde, kimi K harfinin peşinde kimi bir gölde kayboluyor… Okur kahramanın gölgesini ararken onlar bambaşka bir hikâyede sadece ismiyle, ya da başka bir kimlikle kiminde de kendi tuhaf varlığıyla baş gösteriyor; Reyhan’ın Tülleri
Analara kıymayın efendiler…
DELİ Reyhan derenin oradaymış, ayakları
Göstersene Reyhan diyor koca ağızlı zırtlak oğlan görmüş ya bu şimdi şimdi oramı buramı çiş yaparken hiç budanmamış karanlık bir orman benim oram ananın amına bak kapçık ağızlı diyorum ben de ona…
Nefes al
Benim anam bir sabah ekmek almaya gitmiş fırına yolu bulamayıp dönememiş…
Nefes al
Tüller beni artık nereye savuruyorsa oraya konuyorum…
Nefes al
Şşşt demiştim Şevki’ye ben Allah’ın kendisiyim biliyon mu peygamberin mi olayım demiştin sen günahçı başı ol dedim…
Nefes al
Nefes ver…
Mesele ritmin, laytmotifin bu denli ustaca kullanılmasına gelince, öykülerin temposundaki harikuladeliği de dikkat çekmek gerekiyor… Bu tempolu yürüyüşü bize duyuran laytmotifler, uyaklar ve bazen tek bazen birkaç sözden ibaret cümleler tam da Calvino’nun işaret ettiği kapıyı aralıyor.
“Öykü bir attır. Katetmesi gereken mesafeye bağlı olarak tırıs ya da dörtnala giden, kendine özgü bir gidişi olan bir taşıt aracıdır, ama sözünü ettiğimiz hız zihinsel bir hızdır.” **S.52
“Bir öyküyü dinlerken duyduğumuz çocuksu zevk, yinelenen şeyi beklemeyi de içerir: durumları, kalıp sözleri, formülleri. Nasıl şiirde ve şarkılarda uyaklar ritmi belirliyorsa, düzyazı anlatılarda da birbiriyle uyaklı olaylar vardır.” S.49
Bu etkileyici tempo hemen her öyküde kendini gösterse de en çok da Deli Reyhan’ın öyküsünde ve kitaba adını veren Geçti Bitti Meyhanesi’nde işitilir oluyor.
Geç bitti
Geçti bitti
Geçti Bitti
Analardır adam eden, adamı…
O zavallı cüce çocuğa( hem garabet hem serseri) ömrünü haram eden anasıyla arsındaki kadim meseleyi/ analar ve çocukları/ işleyen bu gam yüklü hikâye belki de yarama en çok dokunan öykü oldu. Annem bıraksa kendimi daha çok severdim ben.
“Ne günahım vardı da… “ Gerisi hiç gelmezdi. Hangi vebalinin tezahürüydüm, anlamasam da bu böyle biline, hep biline, hiç unutulmaya…
Geçti bitti anneciğim, geçti bitti…
Analara kıymayın efendiler…
Yazarın bir başka yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
* Edebiyat Nasıl Okunur, T Eagleton, İletişim Yayınevi
** Amerika dersleri, Italio Calvino, YKY
*** Geçti Bitti Meyhanesi, Seyhan Aslan Hanotte, Alakarga Yayınları
Sevgili Aysel Karaca bu nasıl bir dil bu nasıl kıvrak bir zeka bu nasıl bir girip göz kırpıp çukışlar edebiyata, sana hayranlığım tutku düzeyine çıkacak fena halde, senin romanın nasıl olacak acaba müthiş bir tanıtım müthiş ellerine o müthiş beynine birikimine zekana sağlık…
Geçti gitti evet gitmiyor geçmiyor işte delipte geçiyor… analar hem ilacımız hem hastalığımız ne yapsak olmuyor derinlerde sızlıyor her yeni ilişkide aniden ortaya çıkıyor. Kitabı dönünce okuyabileceğim deşecek beni içimi dışımı çıkaracak ortaya anlarım elbet anayım ve anam vardı ve onun anası …
Alevciğim çok zarifsin. çok teşekkür ederim. Okuyunca senin de beğeneceğinden şüphem yok. Hayranlığımız karşılıklı. Sevgiler…
Alev Hanıma katılıyorum. Bir kitap tanıtımını çok aşan düzeydeki bu değerlendirme yazınız için kutluyorum. Öykülerin yazarını çok yakından tanıdığınız ve önemsediğiniz hemen anlaşılıyor. Yoğun emek, derinlikli bir anlama ve yorumlama çabası tanıtım yazınızın içeriğini farklılaştırmakta. Yazar Seyhan Aslan Hanotte’nin bu yorum yazınızı bir madalya gibi kabul edeceğini düşünüyorum.