Zerrin Saral Fotoğrafkk
Aysel Karaca

ZERRİN SARAL’IN “KÜÇÜK KIRIK ÇİZGİLER”İ

 

Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum.” demişti. Sonra da bana dönüp sormuştu: “insan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?”*

Değerli dostum Zerrin Saral’ın Küçük Kırık Çizgiler kitabını elime alabilmek için haftalarca bekliyorum. Çıktı çıkacak derken nihayet çalışma masamın üzerindeki yerini aldığında kapakla flört etmeye başlıyorum. Yayınevinin özenle tasarladığı bu kapak, okura kitap hakkında ne söylüyor onu düşünüyorum: Yaşamın acımasız iniş çıkışları arasındaki o eşsiz balerin, tüm zarafeti ve güçlü, direngen duruşuyla selamlıyor bizi. Öyküler okuruna toplamda bunu mu vadediyor henüz bilmiyorum.

Zerrin can arkadaşım ve daha evvel yazdığı öyküleri, metinleri beğenerek okumuşum; yazmış olduklarının nadideliğini aşağı yukarı kestirebiliyorum. Yine de kitaba dair kapsamlı bir bilgiye sahip değilim. Büyünün bozulmasını da istemediğimden hiç soru sormamışım öyküler hakkında. Sayfaları heyecanla çevirmeye başladığımda gözüme ilk çarpan Bozkırda Son Kuşlar adlı öykünün başına tutturulan, çok sevdiğim yazar Barış Bıçakçı’ya ait o cümle oluyor*. Tesadüfen aşığına rastlamış bir maşuk kadar seviniyorum desem abartmış olmam sanırım. Kitabı şimdiden sevdim.
Hal böyle olunca o öyküden başlıyorum okumaya.
Bilen bilir, sevgili Zerrin’in en güçlü yanı dilidir zaten. Kendisi gibi lirik, şiire sevdalı bir yazardan alıntı yapması boşuna değildir ki “Ne kadar tutunsa da kumaşa, uzağa dikiyor gözünü; iki delik bir düğme. Düğme büyüklüğünde bir Gripin” cümleleriyle başlıyor öykü. Çekip gidesi gelmiş bir Memed var ortada. Adı Memed mi, onu da bilmem.
Varlığın dışındaki adlarla tanımlanmaktan, toplumun dayatmalarından, hepsinden usanmış. Damgalı eşek gibi yaşamaya devam etmek istemiyor. Kadın direniyor, “Ben damgalı eşek gibi yaşamaya devam edeceğim bu bozkırda, bu bozkırda…” diyor.
Memed neyin metaforu, çekip gidilen yer bildiğimiz dünyada mı yoksa öte dünyada bir yer mi?
Hiç bilemiyoruz. Bilmemiz de gerekmiyor; büyülü gerçekçi bir atmosfere sığınır gibi sığınıyor yazar sözcüklerin ve mananın boşluklarına. Memed kâh bahçe oluyor, kâh korkuluk.
“Pervasızca yaklaşıyor, omzuna yaslıyorum başımı, birlikte bakıyoruz solucanlara. Memed bahçede…”
Memed elde tutulamayan sevdanın yitik yazgısı. Bozkırda bekleyen kadınsa rengi atan kumaş misali gittikçe hiçleşen bir bulut.
Buralarda kadının yazgısı hep aynı, diyor iç sesim ve şu dörtlük takılıyor boğazıma:
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
bana mı düşer usta?
Yüreğime çöken hasretin ağılığından sıyrılıp en baştan başlıyorum.

 

İlk öykü Demirci Minço’nun Çırağı. Bu öyküyü biliyorum, Oğuz Atay öykü yarışmasında ilk on öykü arasında yer almış, anı kitabında yayımlanmıştı. Kitaptaki en sıra dışı, üzerine çok şey söylenebilecek öykülerden biri de bu. Aslına bakarsanız kitaptaki neredeyse her öyküyü çok katmanlı okumanız, çıplak kaldığında hiç beklemediğiniz bir iskeletle karşılamanız mümkün.
Burada yazarın detaycı biri olmasının yanında, iyi bir okur ve ressam olmasının da katkısı var diye düşünüyorum.
Öyküde dikkatimi ilk çeken şey anlatıcı; huzur evinde birbirleriyle ilk kez karşılaşan Mümtaz Bey ve sosyal hizmetler uzmanı Müge Hanımın hikâyesini sen diliyle (İkinci tekil şahıs) anlatan, isimsiz üçüncü göz. Bu göz oradaki herhangi biri olabilir, önemi yok. İşin önemli yanı, yazarın bakış açısı seçenekleri arasından en zorunu seçerek dünya edebiyatında da eşine zor rastlanır bir ustalığa imza atmış olması. Kendi adıma hayran kaldığım öykülerden biri.
“Kaldır yorgun kollarını hadi, teslim ol! Buraya ölmeye gelmedin mi?
‘Yaşlı Bakımevi’ denen bu yere kısa zamanda alışacağını, öyle inanarak söylüyor ki ürküyorsun. İnanmak üzere olduğunu hissettiğin zamanlarda tuhaf bir korkuya kapılırsın.”
Hikâyenin özü, yaşamının son dönemini huzurevinde geçirmek üzere oraya gelen Mümtaz Beyle Müge Hanımın travmatik tanışıklığı gibi görünse de metin ilerledikçe nar orta yerden yarılır, taneler ortalığa yayılır.
Okur Müge’nin ve Mümtaz’ın geçmiş sokaklarında merakla ve hüzünle gezinirken bu da nereden çıktı diyebileceğimiz Demirci Minço’nun hikâyesi beyaz bir örtü gibi tanelerin üstünü sarmaya başlar. Mümtaz Beyle Demirci Minço arasında yıllarca süren yoldaşlığın adını bilemesek de içeriden akan gizli bir ırmak gibi fısıldar kulağımıza. Boşlukları doldurmak okura kalır.
Okumayı sürdürürken birden Aklımda Kalan öyküsünde, belki bu sene Cortazar’la fazla haşır neşir olduğumdan, onun izlerini buluyorum. Öykünün içindeki “Kötü bir rüyaya düşmüş” laytmotifi ve kurgusu bana onun Gece Yüzü Yukarıda öyküsünü çağrıştırıyor.
Biri yeniden doğduğumu söylüyor. Yeniden doğduysam demek ki önce öldümBazı geceler uyuyup uyanamamaktan korkuyorum.”
Rüya mı gerçek mi, ne olduğunu anlayamadığınız bir belirsizlik içinde işlenen olay örgüsü, hastane atmosferi, bir an evvel ışığa çıkabilme arzusu, rüyayla yaşam arasında yaşanan gelgitler… Öykü karakteri hasta mıydı yoksa Van Gogh muydu bilemedik. Evren bükücü olmak kolay iş değil. Hele de böyle ustalıklı olunca tadından yenmiyor.
Rengi kalp rengi değildi. Van Gogh sarısıydı. Ve güneş uçsuz bucaksız tarlalardan bizim terasa kadar uzanan dünyaya en yakın yıldızdı. Tüm bunları uydurmuyorum ama durup dururken neden hatırladığımı da bilmiyorum.”

Kitabın içindeki en gerçekçi öykü Şarlo Pavyon, kadın-çocuk istismarı hakkında yazılmış.

Babası tarafından küçük yaşta pavyona satılan kadının hüzünlü hikâyesi.
“’Kaç yaşındasın Yasemin?’
‘On beşe yeni girecek aga, az kaldı.’
Kasnak Rıza gözlerimin içine, ta içine bakıyor.
‘Ama on sekiz diyoruz sorduklarında, değil mi?’
Başıyla beni işaret ediyor evin babası. Parmaklarının arasında iri kehribar tesbihi şıklatıyor.
‘He ya, iyi bak, on sekiz gös-te-ri-yor.’”
Müşteri Oz’un cüzdanından ortalığa saçılan baba imgesi, yetişkin Yaso’yu çocuk Yasemin’e doğru sürüklerken okur da bu yolculukta Yasemin’in hikâyesi üzerinden kadının topumdaki ve ailedeki yerini, anlamını, değerini ve kaderini sorguluyor. Hikâye yazık ki çok tanıdık.
“Bir film izlemişti bir keresinde. Sahne sırasını beklediği küçük odada… Siyah-beyaz bir film. Sessiz… Komik bir adam vardı. Küçük ayaklarına giydiği kocaman pabuçları… Hem sakar hem şanssız. Yine de gülümsüyor. Bastonu, şapkası, bol gelen pantolonu ve ucu sarkık pabuçları. Yüzünde barındırdığı acıya bakmadan herkesi güldürüyor… Film mutlu sonla bitiyor… Gülmekle ağlamak aynı şeydi belki.”
Kitap toplamda uzunlu kısalı 12 öyküden oluşuyor.
Bu, okura öyküyü bir solukta okuyup bitirme ve metni hakkıyla duyumsama şansı veriyor. Tüm öykülerden bahsetme olanağım yok elbette ama hepsinin birbirinden etkileyici olduğunu söyleyebilirim.
Yukarıda da bahsettiğim gibi sevgili Zerrin lirik bir dil kullanıyor. Bu yolla kimi zaman Virginia Woolf’a kimi zaman Adalet Ağaoğlu’na göz kırpıyor. Bu da metni hem nitelikli hem de lezzetli kılıyor. Dikkatli okur izleri takip edebilir. Ve isterse her öyküden harika şiirler devşirebilir, benden söylemesi.
Bu arada öyküleri okurken ansızın renk meselesi takılıyor aklıma.
Yazar atmosfer yaratırken renklerden yardım alıyor ister istemez. Dikkatli bakınca yeşil, kırmızı ve sarı üzerinde yoğunlaştığını görüyorum. En hâkim renkse yeşil. Resim yapan bir yazar olduğunu unutmadan yeşile boyalı cümlelerin tadını çıkarıyorum.
“Zümrüt yeşili iplikler, kırmızı kalıntılara sarındıkça dikiş yerinden atan kumaş bir kısım sökülüyor.”
“Bir ateş böceği yakınımda. Yeşilinden bir ışık. Yeşil olduğunu sanıyorum. Yüzümde ışığı. Anlamlar yüklüyorum.”
 “Yakut yeşili kadife kutudan saçılan, büyük taç yapraklı gümüş küpelerden bile güzeldi annem. Babam sesini her yükseltip hır çıkardığında ikisi arasında çırpınan elleri de öyle.”
 “Duvardaki lambanın titrek ışığı kırmızıdan beyaza, beyazdan yeşile geçerken sis bulutu içinde pırpır ediyor.”
 “Beyaz beyaz kabarcıklanıp küf yeşiline meyleden noktacıklı, nemlisinden bir duyguya harmanlı. Eminim karşılaşmak istemezsiniz.”
“Küf küfler diyorum, azını çoğunu bilemem ama yeşilinden bir inatla sanırım bulaştı.”
 Görüldüğü gibi metne egemen olan renk, şenlikli bir yeşil değil; yazara has, özel bir yeşil.
Bazen zümrüt yeşili olsa da içinde balçık, küf hareleri gezinen, bataklık kokan bir yeşil bu.  Yeşile yaslanarak yaratılan uzam; yapraklar, ağaçlar, toprak ve solucanlar da beslenince ister istemez büyük bir hüzün ve içe çekilme duygusu kaplıyor insanın içini. Oturup kalıyor satırlar içinizde. Dinleniyor, demleniyor, düşündürüyor. Sonunda kitaba en yakışan duygu da bu dedirtiyor:
 Umudunu yitirmemiş, yeniden doğumu müjdeleyen lirik bir hüzün.
Huma Kuşu uçamasa da kanat çırpıyor kazındığı omuzda. Hüzünlü bir şarkı dinler gibi öylesine gelip geçmiyor yaşamımızdan. Zamanını bekliyor. Kanatlanabilme ihtimali hep orada bekliyor Beda’yı.
Yolu açık olsun bu hareli öykülerin…

 

Yayın Yönetmenimizin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir