9-29-2013 22-27-37_007bwk
Nilüfer Türk

SESSİZLİĞİ DUYABİLMEK

“Soldurmuşum çiçeğimi, minik yüreciği kararmış, gölgeler inmiş güzel gözlerine, görememişim. Tek başınaymış meğer, ulaşamamışım yalnızlığına. Ufacıktı yatakta, ama asıl ben ufaldım onun ufacıklığını gördüğümde. Annesi yaşlı ellerinin arasına almıştı kumru yavruları gibi küçük ellerini, okşuyordu incitmemeye çalışarak. Her zaman makyajlı yüzü bembeyazdı kaynanamın, başını kaldırdığında hiç sitem yoktu nemli gözlerinde, öylece baktı bana sessizce, nasıl yerin dibine geçtim. Severim kaynanamı, o da beni severdi, şimdiyse bilmiyorum. Annesine gitmek istemişti Hülya oğlumu da alıp. Özlemiştir dedim, değişiklik olur dedim, doğrusu pek de durmadım üzerinde. Hiç mi hiç düşünmedim kendine kıyacak kadar bunaldığını, üstelik çok sevdiklerinin yanında.  Ah bu benim erkek duyarsızlığım, ne kadar körmüşüm, ne kadar sağırmışım.”

Kirli mutfak masasına dirseklerini dayamış, başını ellerinin arasına almış oturuyordu Nejat. Gecenin bir vakti arkadaşının kapısını çalmış, eşinin evde olmadığını öğrenince montunu çıkarmadan, sessizce, omuzları düşük, yüzü kapkara doğruca mutfağa geçmişti.
Servet hiç soru sormadan önüne bir kadeh konyak, küçük bir kâse kuru yemiş koydu, karşısına geçip oturdu. Nejat kadehini elinde çevirerek içinde oynaşan kırmızılı turunculu ışık yansımalarına bakıyordu dalgın dalgın. Servet ise sessizce arkadaşını inceliyor, anlatmasını bekliyordu. Daha o pazar sabahı arabasını yıkarken kendisine neşeyle seslenmişti Nejat iki kapı ilerdeki evinin bahçesinden. “Bu akşam bendesin” demişti. ”Hülya ile ufaklık evde yok, maçı şöyle keyifle, bağıra çağıra izleriz, biralar benden, cipsler senden.”
Ergenler gibi izlemişlerdi birlikte, her şeyi döke saça. Şimdi ise iki günlük sakalı, torbalanmış gözleri ile karşısındaydı. Nermin’le çocukların nerde olduklarını bile sormamıştı, hâlbuki severdi Nermin’i, bayılırlardı birbirlerine takılmaya. Nejat’ın boş bakan gözleri, raftaki turşu kavanozlarında, eviyedeki kirli bardaklarda gezindikten sonra masadaki bitmiş pizza kutusunda karar kıldı, anlatmaya başladı. Vicdanıyla mı konuşuyordu, kendisiyle mi, bilemeden sadece dinliyordu Servet.
“Hatırlarsın Servet, tanıştığımızda çiçek yüzlü, çıtı pıtı bir kızdı Hülya. Bıcır bıcır konuşurdu, sesinde kuşlar şakırdı sanki. Ne zaman yuttu dilini? Ne zaman yorgun kelimelerle konuşmaya başladı? Ne zaman sessizliğe büründü iyice, bilemedim. Gittikçe artan konuşmamalarını duyamadım, anlayamadım. Ben her şey yolunda zannederken o içinden ölüyormuş meğer. Sen de bilirsin, başlangıçlar ne güzeldir, seversin, sevilirsin, yaşamak güzel bir serüvendir birlikte. Sonra zaman geçtikçe hiç hissettirmeden değişirmiş bir şeyler, duyarsızlıklar çoğalırmış demek ki, şimdi anlıyorum. Düşünüyorum da güzel gözlerindeki ışığın hangi ara perdelenmeğe başladığını bilemiyorum. Sanki bir enerji topuydu Hülya, her şeye yetişirdi yedi kollu canavar gibi, ev, iş, bahçe, bitmek bilmez toplantılar, dost partileri. Ne de güzel dans ederdi. Hamileyken ödüm patlardı bir yerine bir şey olacak diye, o ise dalga geçerdi benimle “Sakat değil hamileyim canişko” derdi. Bebeğimiz doğunca mı başladı her şey?
İşinden ayrılmak zorunda kaldı, aslında benim suçumdu, ben ısrar ettim. Onun rahatı için diye düşünüyordum, gerçekten inanarak. Ama aslında kendi rahatım içinmiş, yorgun argın eve gelince birlikte sofrayı kurmamak, uyduruk bir şeyler yememek, hafta sonları ev işlerini paylaşmamak içinmiş. İyi kazanıyorum ya, o rahatça bebeğimize baksın, yorulmasın istedim güya. Yaratıcılığını öldürmüşüm, içindeki cevheri söndürmüşüm hiç farkına varmadan. Üretmek nedir Servet? Bir kadın için üretmek nedir sence? Mesela pilavı farklı pişirmek mi, kanepeyi camın önünden kaldırıp şöminenin karşısına koymak mı, çiçeklerin ölü yapraklarını temizleyip penceredeki yerlerini değiştirmek mi, büfelere, sehpalara şirin biblolar, gümüş çerçeveli fotoğraflar dizmek mi? Değilmiş, Hülya içinse hiç değilmiş. İçine gömmüş bütün kabiliyetini, doğasında var olan o cevher sıkışıp kalmış, akıtamamış dışarı, birikmiş birikmiş taş olmuş oturmuş, kendi bile fark etmeden yemiş bitirmiş çiçeğimi.’’
Islak kirpiklerinin arasından arkadaşına baktı; dinliyordu yüzünde düşünceli bir ifade ile. İçkisini yudumladı, ağzında dolaştırdı, sol gözü seğiriyordu, arkasına yaslandı, derin derin nefes aldı, devam etti.
“Sessizliği duymak lazımmış Servet, sessizlik bize çok şey anlatırmış. Keşke ara sıra uzun sohbetler etseymişiz eski günlerimizdeki gibi, belki hissederdim bunalımını, anlardım sıkıntısını. Sabah “Günaydın, nasıl geçti gecen, oğlan uyuttu mu bari?” diye sormak, sofrada “Ne koydun bu köftenin içine, çok yakışmış, ellerine sağlık” demek sohbet değilmiş, sessizliğin yoğunlaşmasıymış sadece.
Akşamları oturma odasına çekilir olmuştu bir süredir. Oraya da televizyon koymuştum. Bak o bile benim bencilliğimden, salonda, büyük ekranda rahatça maç izleyeyim diye. Oğlanı uyutur, hiç bitmeyen örgüsünü alır, kapıyı kapardı. O bile dikkatimi çekmedi, ha bire dümdüz atkılar örüp durdu. Şimdi anlıyorum kendini -neydi o kelime- rehabilite etmeye çalıştığını ama yapamadığını, çünkü hiçbir yaratıcılık yoktu örgülerinde. Televizyonun sesi gelmez olmuştu zamanla, demek izlemiyordu artık. Bir gün bebeğin kıyafetinde lekeler fark ettim, sonra mama önlüğünde, çarşafında. “Görmemişim” dedi, aldırmadım. Aslında titiz kadındır, tertemiz bakardı hepimize, kendine de. Yarım ojelerle dolaşması dikkatimi çekseymiş ya, tabağımı uzatırken görüyordum hâlbuki. Saçlarının dibi, bacaklarının tüyleri uzamıştı. Utanır, üzülür diye hiç ses etmediydim. Hepsi birer işaret fişeğiymiş meğer, görmek isteyene tabii.”
Sustu, durmadan alnına düşen saçlarını çekiştiriyor, parmaklarını kırtlatıyordu.  Sonunda birkaç kere avuçlarının içiyle yanaklarına vurup ayağa kalktı, önündeki anca yarısı içilmiş kadehi ileri doğru iterek, sert bir kahve istedi arkadaşından.
“Çok teşekkür ederim Servet, insanın hiç yargılanmadan, rahatça içini dökebileceği bir dostunun olması ne büyük nimetmiş” diyerek yudumladı kahvesini. Biraz aydınlanmıştı yüzü, umut kıvılcımları hafiften dolaşıyordu gözbebeklerinde.
“Bu gece çiçeğimin kumru ellerini ben tutacağım, uzun uzun konuşacağım onunla, biliyorum başaracağız, başarmamız lazım.”
Kapıya doğru gitti, çıkarken arkadaşının omzunu okşadı.
“Hani derler ya, birbirine geç kalmamalıymış insan, yine de şanslıymışım, ucundan döndük.”
Bir süre arkadaşının arkasından baktı Servet, sanki içini döküp kendine güveni gelince sırtı biraz dikilmişti yürürken. Suratında düşünceli bir ifadeyle içeri girdi, Nejat çok garip duygular bırakmıştı gerisinde. Etrafına bakındı, bomboş geldi ev, sessizliğin yoğunluğunu omuzlarında hissetti. Fazla duramadı montunu aldı, ayakkabılarını giydi, kapıyı kilitledi, arabasına binip kayınvalidesine doğru yola çıktı.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir