2-4-2014 22-18-54_017ook
Doğukan Özdil

EN RAHAT ALIŞKANLIĞIM

Bugüne kadar kime yalvarmışım? Kendimden başka kime ihtiyacım var ki? Buraya ilk geldiğimde zihnimde yüksek sesle durmadan yankılanan düşünceler bunlardı. Yeterliydim, iyiydim. Daha da iyi olacaktım. Beş senelik ev arkadaşım beni evden kovduğunda öfkelenmiş ama panik yapmamıştım. Niye yapayım? On yaşından beri hayatını kendi kazanan ben değil miyim? Sonraki yirmi sene boyunca hayatın her halini gören ben değil miyim? Kendini beğenmişler tarafından hoş anılmayan bir semtte, oranın bitki örtüsüymüş duygusu veren sık ve güdük binalardan bir tanesinin önünde durup göz gezdirmiştim.

Ülkeye kaçak yollardan gelen, başka bir şehirden ya da birilerinden kaçan, ekonomik olarak belini doğrultana kadar birkaç ay ucuza konaklamak isteyen binlerce insanın hayatının bir kesitine tanıklık ettiğini hayal ettiğim bir bina. Tarif edildiğinde bulmak gayet kolay olsa da yabancıların meraklı gözlerinden kendini saklamayı öğrenmişe benzeyen bir pansiyon. Kayıtsız, kendi halinde ve gamsız.
Önünde, binanın bedene gelmiş halini andıran bir adam, eski bir sandalyede uyuklar bir halde oturuyordu. Zayıflığı ve verdiği enerjiyle, uzun çöp- kısa çöp bahsindeki kısa çöpü andırmıştı bana. Elindeki sarı şişe, düşüp düşmemeyi düşünüyor gibiydi.
Pansiyonun hemen yanında, işlek bir mahalle marketi olmak istemiş ama becerememiş gibi mahzun görünen bir bakkal dükkânı, karşısında bir çay ocağı vardı. İstanbul’da çayı hala ucuza içebileceğim nadir yerlerden biri. “Tam benlik” demiştim. “Her ay maaşımın yarısını biraya vermektense… Daha önce kimsenin arkadaşını çay bağımlısı olduğu için yanından kovduğunu da duymadım.”
Pansiyona mesai bittikten sonra taşınmıştım. O akşam eşyalarımı odama bıraktıktan sonra mekâna uğradım. İki çay içip kendimi gösterdim. Sonra dinlenmek için odama geçtim. Sonraki gün izin günümdü. Sabah yan taraftaki bakkaldan alabildiklerimle ufak bir kahvaltı yapıp çay ocağına geçtim. Dün tanıştığım çay ocağı sahibiyle havadan sudan hoşbeş etmeye devam ederken başkaları da geldi. Tanıştık. Semtle ilgili ufak tefek hikâyelerini anlattılar. Genelde gayrimeşru anılar. Eğlenceli buldukları filmlerden heyecanlı kesitler aktarır gibi.
Karşılıksız bırakmadım. O kadar da yabancı olmayan bir yabancı olduğumu kanıtlayacak hikâyelerim vardı benim de. İnsanın kendi gibilerle olduğunda mutlu olabileceğini vurgulayan bir sözü duyumsadım bir anlığına.
“Başka kimsen yok mu burada?” dedi içlerinden biri. Evden ayrılınca niye pansiyona geldiğimi merak etmiş olmalı.
“Bu aralar tek tabanca takılıyorum. Şikâyetçi de değilim” dedim. “Hem bana evmiş pansiyonmuş fark etmiyor” diye ekleme ihtiyacı duydum sorusunu cevapsız bırakmama kaygısıyla. Yalnızlığın suç olmadığı ve bir insanın bunu bile isteye tercih edebileceğine dair tiradımı ise kendime saklamayı başardım. Onu yanımda taşıyorum hep. Nerede lazım olacağı belli olmuyor.
Öğleden sonra, dün akşamki sarı şişeli adam binanın önüne çıktı. Sağımda oturan on beş, on altı yaşlarındaki delikanlıya onun kim olduğunu sordum.
“Abi o zararsız kendi halinde bir adam ama başka boyutta yaşıyor. Kimsesi yok galiba. Sen de şimdilik pek ilişme bence.”
“Ne demek başka boyutta? Elindeki ne?”
“Kolonyaya fanta karıştırıp içiyor. Ne zamandır bilmiyorum. Kimsesi yok. Genelde pansiyondadır ama böyle havalarda kapının önüne çıkar bazen, burada içer. Ne zaman neye sinirleneceği belli olmuyor. Ondan ilişme dedim. Biz de çözemedik yıllardır.”
Ondan kımıl zararlısıymış gibi bahsetmesi beni biraz sinirlendirdi. Üstelik tonlamalarındaki alaycı üslubun da kokusunu aldım. Evet, sadece benim alabileceğime inandığım bir kokusu var alaycılığın. Tonlaması kulakların radarından kaçtığında bile, varlığını sadece benim fark etmemi sağlayan, lağım kokusuna benzer bir koku.
“Öyle deme. Kim bilir neler söylediniz adama da kızdırdınız. Hem gamsızlık ne zaman ‘başka boyut’ olmuş? Belki adam mutlu böyle.”
Bunları söylerken bir yandan da içimden, asıl arkasından neler söylediniz kim bilir duymadığını sanarak, salak değil ya bu adam sizin ikiyüzlülüğünüzü sineye çeksin, diye geçirdiğimin farkına vardım. Birilerine bir şeyleri kanıtlama arzusunun dalgaları, içimin mendireklerini sertçe dövmeye başladı. Tek başına olmakla ilgili tanımlayamadığım bir yanlış anlama vardı her yerde ve her zaman. Kendime mi, o adama mı, yoksa ikiyüzlü dedikoduculara mı kanıtlamam gerekiyordu durumun zannedildiği gibi olmadığını? Cevap veremiyorum.
 Karmaşık duygularla ve ne istediğimi bilmeden adamın yanına gittim.
“Abi merhaba. Afiyet olsun.”
Selamımla onu ummadığı bir anda buraya, başka bir yerden şimdiye çağırmışım gibi bir şaşkınlıkla başını kaldırıp cevapladı.
“Sağ ol kardeşim.”
O an kazandığımı hissettiğim zafere tanıklık edilip edilmediğini kontrol etmek için istemsizce başımı çay ocağına doğru çevirdim. Kendi aralarında hararetli bir sohbete dalmışlardı. Olsun, diye düşündüm. Ne kadar daha kaçabilirler bizi yanlış anladıklarını fark etmekten?
Adam bir anlık sessizliğin ardından ekledi.
“İkram ederdim ama… Tavsiye etmiyorum.”
Elli yaşlarında görünüyordu ama normal elli değil. Üzerine hiçbir zaman hiçbir yerde kabullenilmemiş olmanın izleri sinmişti çünkü. Saçlarına, yüzüne, hareketlerine, kıyafetlerine… Bu izlerin ne olduğunu da tıpkı alaycılığın kokusu gibi sadece ben ayırt edebilirdim, eminim. Uzun süre verilen bir kavganın çatık bıraktığı kaşları, alkolün, belki başka maddelerin de üzerine beyaz bir tül örttüğü bakışları, yılgın bir kabullenişin ele geçirip yer çekimine teslim ettiği omuzları. Daha devam edebilirdim izleri tanımlamaya. Bunları sadece aklımdan geçirerek bile ona saygısızlık ettiğimi düşünüp cevapladım.
“Düşünmen yeter. Ben zaten bıraktım içkiyi.”
“Aferin.
Alaycıydı sesi onun da. Kızmadım. Tamamen vazgeçmiş bir insanın hala çabalayan birisini hor görmesini anlayabiliyordum.
“Dün geldim buraya. Seni gördüm burada ama dalmıştın herhâlde. Görmemişsindir beni.”
Omuz silkmekle yetindi.
“Sen epeydir buralardaymışsın, öyle duydum. Nasıl, memnun musun?”
Bunu der demez kendimi onunla röportaj yapıyormuş gibi hissettim. Rahatsız oldum. Niyetim samimiyetti, bir an için dengimi bulduğuma inanmıştım çünkü. O, kendimden şüpheye düştüğümü hissetti, bir akbaba gibi leşe odaklandı.
“Gerek misyonu gerek vizyonuyla olsun Avrupa’daki benzerlerini aratmayan bu eşsiz otelde konaklama şansı bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum” dedi. Devam etmek için beş yıldızlı otellerin sunduğu birkaç tane hizmet saymak isteyip aklına hiç getiremeyince sustu. O an aklından geçenin bu olduğuna yemin edebilirim.
“Kusura bakma” dedim kaldırımın yükseltisine otururken. Daha doğrudan konuşmam gerekiyordu. “Ben de zor bir hayat yaşıyorum. Şu zıkkım yüzünden başıma gelmeyen kalmadı hayatım boyunca. İki gün önce beş senedir yaşadığım evden kovuldum. Buraya geldim.”
Duraksadım. Otuz yaşındaki bir adam elli yaşındaki bir diğerine “Seni kendime yakın hissettiğim için arkadaş olmaya çalışıyorum” diye nasıl der? Bunu duygulardan arındırıp ifade etmenin bir yolunu bulamadım o an. Adam dedikodu kumkumalarının varsaydığının aksine aptal değildi. Derdimi anlamış olacak, beni acımdan kurtardı.
“Çalışıyor musun sen?”
“Evet. Bir markette reyon görevlisiyim dört yıldır.”
Elindeki sarı şişeyi hafifçe çalkaladı.
“Ne içiyorsun genelde?”
 “Bira falan…”
O an telefonum çaldı. Reyon şefiydi arayan. Konuşmanın nereye gittiğini sezdiğim için utanarak meşgule attım.
“Açsaydın. Belki iş yerinden arkadaşların içmeye çağırıyordur” dedi, tepeden bir gülümsemeyle.
Alaycılığı bu kez canımı sıkmıştı. Adam resmen hayatımı, sorunlarımı hor görüyordu. Acıyla şerit değiştirdim.
“Abi kusura bakma ama senin de elin kolun tutuyor maşallah. Burada da bedavaya kalmıyorsun herhalde. Aç, açıkta da değilsin. Kendini benden üstün gö…”
Cümlemi tamamlamaya fırsat bulamadan elindeki plastik şişeyi kafama fırlattı. Aynı anda ayaklandık. Bir yandan abisiyle ilgili küfürlü ve anlaşılmaz sözlerle bağırıyor, bir yandan da bana- ama aslında havaya- yumruklar sallıyordu. Bakkaldan iki adam ve çay ocağındakiler yetişti. On dakika önceki görkemli zaferin ardından gelen mutlak yenilginin utancıyla saldım kendimi. Saman dolu bir çuvalmışım gibi binanın duvarına fırlatılmaya direnmedim. Eşit değildik sarı şişeli adamla. Kavga ayırılırken acımadan savrulacak birisi varsa o da yabancı olandı. Bendim.
Adamı güç bela pansiyona soktular. Bana da biraz dolaşıp öyle gelmemi tavsiye ettiler. Israr etmenin anlamı yoktu. Israr etmek anlamını kaybettiğinde her çabamın boşlukta asılı kalmasına sebep olan o duygu yine geldi. Önce zihnimi, sonra bedenimi ele geçirdi. Bilincimi, bunu ve diğer hiçbir şeyi hak etmediğime dair uçucu düşüncelere teslim ettiğimde, ayaklarım bana tekel bayisi aratıyordu.
***
O günün üzerinden bir hafta geçti. Şimdi yerde kümelenmiş bira şişelerine bakıyorum. Geldiğim ilk gün, yabancılığıyla içimi ferahlatan bu oda şimdi bugüne kadarki tüm odalarımın aynısı gibi görünüyor gözüme. Sarhoşum ama kendimi biliyorum. Bunun bu gece son şişe olmasını, yarın sabah altıda uyanıp işe gidebilmeyi umuyorum. Değişen bir şey yok benim için, olamaz da. Çoğu zaman olduğum halimi normalleştirmeye çalışırken bazen de içimde ara ara kabaran değişim dalgalarına tutunup kıyıya ulaşmaya çalışıyorum. Yine ulaşamadım. Şimdi yine ışıksız bir gecede, sonunu başını bilmediğim karanlık bir denizde yüzeyde kalmak için tembelce bacaklarımı kıpırdatıyorum. Bu benim en rahat alışkanlığım. Bu benim hayatım.
Sarı şişeli adamın hayatına dair de bir şeyler öğrendim. Hasta diyorlar. Hayatı boyunca girdiği hiçbir işte tutunamamış. Arkadaşı ya hiç olmamış ya da kalmamış. Kim bilir kaçıncı savaşından sonra vazgeçti? Buraya altı sene önce gelmiş. Ailesinden bağlantıda olduğu tek kişi abisiymiş. Onun her ay gönderdiği üç beş kuruşla oda kirasını, içki masrafını ve günde bir, bazen iki öğünlük yemek masrafını karşılıyormuş. Tost, simit falan herhalde. Abisine olan nefretini kimse anlamıyor burada. “Adam her ay para gönderiyor, arayıp sormayı ihmal etmiyor. Daha ne yapsın” diyorlar.
Al işte. Aynı ailenin iki evladı, biri çalışkan, başarılı, vefalı, düşünceli, diğeri her gün kolonya içmek zorunda. Niye? Bir insanın bu soruyu kaldıramayabileceğini anlamıyorlar. Kısa çöpün her zaman uzundan hakkını alamadığını bilmezden geliyorlar. Minnet etmemiz beklenen insanlardan niye nefret ettiğimizi anlamıyorlar. Şaşırıyorlar. Ben de onlara şaşırıyorum. Kısasa kısas olsun diye değil. Gerçekten şaşırıyorum. Alkol, her biri içimi delen şaşkınlığın sivri uçlarını biraz olsun köreltiyor. Bildiğim yoldan devam etmek için yeni bir bahane bulduğuma sevinerek gözlerimi kapatıyorum. Yarın sabah altıda uyanabilmeyi umuyorum.

 

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Related Posts

1 thoughts on “EN RAHAT ALIŞKANLIĞIM / Doğukan Özdil

  1. Gülsüm Özen dedi ki:

    Çok güzel bir yazı olmuş, kaleminize sağlık Doğukan bey.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir