RUBATO
Bu tarumar kentin bir sureti varsa, bu yaşlı semt bir zamanlar onun bakılası güzel gözleriydi. Şimdilerde ise hızla büyüyen kalabalıkların içten içe kemirdiği, herkesin küçük de olsa bir parçasını istediği bu beden için yapılacak bir şey kalmamıştı.
Yıkımlar tüm hızıyla devam ediyordu. Mail-i inhidam diye bir karar vardı ya, kulaktaki çınlaması kadar güzel bir anlamı yoktu elbette; enine boyuna bir yıkım kararının tumturaklı söylenişiydi. Kapı kapı, zarf zarf gelen tebliğ kâğıtlarındaki bilirkişinin düşüncesi buydu. Binaları yıkarak hafızaların silinmesi gibi bir alışkanlık vardı bu topraklarda. Öyle olunca da birinin yaptığını diğerinin değiştirmesi, yıkması hatta yerle bir etmesi adet olmuştu. Yıllar içinde hafızası paket taşlar kadar oynak insanlar bu kenti doldurmuş, hafızanın kendisi olanlar azınlıkta kalmış, kimileri de yok olmaya yüz tutmuştu.
Bıçak altına yatıp kendi kirli geçmişlerinden kurtulmaya çalışan suçlular kentin çehresine milyonlarca jilet atmışlardı. Façası değişen kent, ortasından geçen sudaki yansımasında kendini tanımakta zorlanıyordu artık. Sokaklarında güzelliklerin arzı endam ettiği, bir görenin kendinden bir şeyler bırakmadan ya da yanında bir parçasını götürmeden terk edemediği bir sevgiliye benzetilen bu kent, mütecavizlerin kravatla iyi halden aklandıkları, endamına kimsenin kıymet vermediği bir yığına dönüşmüştü. Lâkin şimdi ölüsü dirisinden daha kıymetliydi. Dar sokaklar yıpranmış yaşlı ellerinin üstündeki mavi ve soğuk damarlar misali kıvrılıyorlardı. Yavaş yavaş çekiliyordu kan damarlarından.
Ölümün kendisinden önce kokusu gelmişti. Tüm semti sarmış bu ağır koku günlerdir toplanmayan çöplerden değildi. Şehrin içten içe bozulmaya başlamış kadavrasından yükselen çürümenin kokusuydu.
Semtteki asıl sahipleri artık orada olmayan, de jure tapulu evler son dönemde el değiştirmiş, virane bile olsalar nadiren boş kalmışlardı. Göçlerle gelenler, önceleri bu semtin karanlığında kendilerini görünmez hissedip sığınmışlardı. Ama zaman içinde, görünmek istememelerinin sebebi değişmişti.
İşte bu evlerden birinde, zamanında Madam Roza diye bir kadın yaşıyordu. Meyhaneci Gregor Paleo ve Anastasia Paleo’nun tek kızları Roza Paleo. Ölene dek oturacağı bu evde 1928’de doğdu. Babası bir faili meçhule kurban gittikten sonra Roza’nın ağabeyi Niko 55’e kadar babasının meyhanesini işletti. Ardından malum sebeplerden karısı ve oğlu Grigoris’le birlikte gittiler. Üç sene sonra bir oğulları daha oldu, Constantin. Sıla hasreti işte, hiç dönmediler bir daha. Onlar gittikten sonra Roza, Tepebaşı Tiyatrosu’nda oynadığı sıralarda aşık olduğu Andreas Stavros ile evlendi. Çocukları olmadı. 1970’te tiyatroda çıkan yangında Andreas öldükten sonra Roza oyunculuğu bıraktı. Eskiden meyhane şimdi ev yemekleri lokantası olan mülkün kirasıyla geçinip aile evini hiç terk etmedi.
Niko öldükten sonra seyrekleşen aramalar da kesilmişti. Roza sadece yaşlanmıyordu da sanki günden güne siliniyordu. Adı gibi pembe renkli dudakları soluyor, sesi de kendisi gibi duyulmaz oluyordu. Beş sene kadar önceydi, Madam Roza’nın öldüğünü hiç kimse fark etmemişti uzun zaman. Hayatlarından eksildiğinin, düştüğünün farkında olmadılar. Neden sonra ölümün kokusu sokağa sızıp kaldırım boyunca akan kanalizasyonun kokusunu bastırınca birileri içeri girdi. Roza’yı bulmakta zorlandılar. Ancak kokuyu takip edince onu yüzünde fark edilmesi zor bir hüzünle yatağında yatarken buldular. O kadar silikti ki neredeyse şeffaftı. Roza’yı ambulansa koyarlarken evin önünde toplanan kalabalık korkuyla, çığlıklarla, lanetlerle, küfürlerle bir anda çil yavrusu gibi dağıldı. Evin bodrumundan sokağa açılan kırık bodrum pencerelerinden yüzlerce yılan ara sokaklara dağıldı.
En son devasa bir yılan çıktı temelden. Sanki koruyacak kimse kalmadığı için gitme vaktini anlamıştı da yüzyıllık uykusundan uyanmıştı. Güneşte renkten renge dönen pullarının ışıltısı çevredekileri büyüledi. Taş kestiler. Devasa hayvan şöyle bir çöreklenip başını kaldırıp dik dik baktı. Simsiyah gözleri vardı. Derin. Zindan gibi. Her birinin içine bir mahpusluk, bir korku bıraktıktan sonra denize varan sokaklar arasında akıp kayboldu.
Tılsım bozulmuş, ev lanetlenmişti. Kimileri Roza’nın ölümünü yılandan bildi, kimileri yılanın onu koruduğunu söyledi. Ama neye inanırlarsa inansınlar daha sonraları kimse “Yılanlı Ev”in kapısına vurulan kilidi kırmaya kalkışmadı. Lanetleneceklerine inanırlardı. Yanılıyorlardı. Zaten lanetliydiler ve üstelik daha da kötüsü yalnızdılar. Kimileri buradan öldüklerinde de kurtulamayacaktı. Yaşarken Araf’ta olanların öldüklerinde de yerleri olmayacaktı ve onların aidiyetsiz ruhları, üstü başı tarumar semtin izbe köşelerinde, gecenin karasında kendilerini gizleyerek bir gölgeden diğerine akıp şehri dolaşacaklardı. Gittiği yere kadar artık.
Okyanus da bu haymatlos ruhlardandı ve bir süredir Yılanlı Ev’de yaşıyordu. Efsanesiyle meşhur bu dokunulmaz ev bir kaçak için bulunmaz zulaydı. Küçük karanlık salonda, olduğundan daha heybetli görünen eski aynanın önünden geçerken hiç tanımadığı yüzler gördü. Gördüğünü sanmıştı belki de. Bir iki adım sonra durdu. Geri geldi. Daha yakından baktı. Köpek dişini parmaklarıyla tutup salladı. Yorgunlukla söylendi.
Her seferinde aynı serzenişte bulunur sonra denk geldiğinde yine salondaki çekyatta oturup bir kıtadan diğerine, bir düşten ötekine dolaşırdı Okyanus. Adı babasının vasiyetiymiş. Oysa ki rahmetli, deniz bile görmemiş ömrü boyunca.
Okyanus ne karada, ne suda huzur olmayan aysız bir gecede doğmuş. Anası ona sekiz aylık gebeyken babası bir akşam gelmemiş. Uzun zaman beklemişler. O doğduktan bir iki ay sonra karanlık bir günde, geceden karanlık birileri kapıyı çalmış. “Şuradadır gidin alın” demişler. Gitmişler. Ama kimseyi tanımamış babası. Okyanus beş yaşındayken babası kendini erkek dutun dalına asmış.
Ne adını aldığı bir okyanus ne de gergedan görmüşlüğü vardı ama zaman zaman tekrar eden bu gündüz düşünde suyun üstünde, bir gergedanın sırtında uçmuşluğu vardı. Öyle gerçekti ki; gergedan suya yakın, keskin ve o cüsseden beklenmeyecek sortiler yaparken o parmaklarını bir kuş kanadı gibi suya daldırıp hissedebiliyordu serinliği. Ellerindeki, güneşte renkten renge dönen pırıl pırıl damlalara baktı. Koca bir kütlenin her bir damlası, aslında kendi içinde akışkan birer evrendi. Renklerden oluşan bu hurdebini, âlemlerde akan bir yaşam olmalıydı. Hiç o kadar hafif ve uykulu hissetmemişti. Mavi boşluğa bıraktı kendini. Suyun içinde süzüldükçe her bir hücresinin okyanusun her bir zerresine dönüştüğünü, dönüşürken acılarının, küskünlüklerinin, öfkelerinin ve sonuçlarının suya karıştığını hissediyordu.
Öğleye doğru gözlerini isteksizce açtığında midesi kazınıyordu. Kendini toplamak için biraz hava almanın iyi olacağını düşündü. Evde fazla oyalanmadan sokağa vurdu kendini. Arka bahçe duvarından sıçrayıp hayatın içine atladı. Sokağın akışına bıraktı adımlarını. Bir zamanlar açık pencerelerinden şarkıların döküldüğü cumbaların altından geçerken sallandı kâgir yüreği.
Kızıl kilisenin eteklerine serpişmiş binaların arasından akan yollar boyunca dolaştı. Şimdi ile önceki arasında gezinen bir kafadaydı. Tahta minarenin yanından kıvrılıp fırının önünden geçerken sırtından neredeyse ruhuna işleyen cehennemi sıcağı hissetti. Bir simit, bir açma alıp köşedeki kahvehaneye kadar yürüdü. Adımları çok hafifti. Hayat onun dışında akıyordu sanki. Gölgedeki boş masalardan birine çöktü. Üç numara tıraşlı çırak masaya tazesinden bir çay bırakıp başka bir masanın dibinde bitiverdi. Kaşla göz arasında boşları alıp sorgusuz sualsiz iki çay bırakıp böylece devam etti masalar arasında.
Ön masada oturan adamlara çevirdi bakışlarını. Yıkım ekiplerinden bahsediyorlardı. Canı sıkıldı, tez kalktı oradan. Bir iki güne Yılanlı Ev’i ve yanı başındaki bir kaç yoldaşını yıkacaklardı. Ne yapacağına halâ karar vermemişti. Bu zamana kadar hiç bir çözüm bulamamıştı. Gidecek yeri yoktu. Gitmek de istemiyordu. Yılan halâ onu koruyordu. Eve döndüğünde kapıdan içeri girip etrafta gözlerini gezdirdikten sonra “Yaşamak bu kadar zor olmamalı lan!” diye bağırdı.
Zifiri karanlıkta, küçük salondaki hırpalanmış çekyatın üstünde kan ter içinde sıçradı. Karanlığa gözleri alışana kadar boşluğa baktı. Evi boşaltması gerektiği geldi aklına yine. Küfretmeye kalktı ama ağzı kuruduğundan dili damağına yapışmıştı. Koltuğun kolundan destek alarak yerinden kalktığında aynadaki aksiyle karşılaştı. Bir an başka biriyle karşı karşıya gelmiş gibi titredi. Aynada bir şey fark edip gözlerini kıstı. Su gibiydi. Dokunmak için parmağını uzattığında pürüzsüz yüzey dalgalandı. Amorf aksini seyretti. Yine parmaklarını aynanın içine soktu. Ardından derin bir nefes alıp yüzünü daldırdı. Öte yandaki yansı oda gerçeğinden biraz küçük gibiydi.
Kendini itip yansı odaya geçtiğinde içeri süzüldü. Öyle lafın gelişi değil, hakikaten süzüldü. Varlıkla yokluk arasında yer çekimsiz bir hacimdi. Okyanus’un içi duruldu. Her şey daha yavaş ve huzurluydu. Ait olduğu yer aslında hep burasıymış gibi hisseti. Hiç bilmediği bir huzurdu bu. Aidiyet.
Kapı çalındı. Dönüp baktı. Öte yanda zaman farklı akıyordu. Yıkım için gelmişlerdi. Kapı ısrarla çalınıyordu. Adamlar bir iki kez daha seslenip kapıyı yumruklarla, tekmelerle örseledikten sonra omuz koyan biri içeri kapaklandı. Ardından giren bir iki kişiyle boş evin odalarını kontrol ettiler. Ev karga tulumba boşaltılırken ayna en sona kaldı. Her şeyi seyretti.
Evdeki eşyaları gelişi güzel yığdılar kapının önüne. En son taş aynayı yakındaki sokak lambasının dibine yasladılar. Dikkatli bakılırsa arkasındaki etikette “Grand Rue de Pera, 1912” yazdığı görülüyordu. Yüz yıllık ayna, yüz yıllık uğursuzluk getirirdi. Kırılmamasına özen gösterdiler ama ağırlığına söylenmeden de geçmediler.
Gel gör ki ağırlık aynadan değil hatıralardan geliyordu. Ayna çok yüzler görmüş, çok güzelliğin nasıl solduğunu izlemiş, çok hikâyelere şahit olmuştu. Elden ele, gözden göze, bir mekândan diğerine taşınmıştı el üstünde. Yağmacılar kısa sürede eşyaları talan ettiler ama eski ve ağır aynaya rağbet eden olmamıştı.
Işıl ışıl bir cumartesi, camlardan aynaya vuran güneş Hüseyin’in gözünü alınca elini siper etti. El arabasını kaldırımın kenarına yaslayıp aynanın yanına vardı. Kırığı çatlağı yoktu. Ahşap çerçevenin alnına defneyaprakları işlenmişti. Bir zamanlar üstünde durduğu çekmeceli konsolun ayaklarındaki motiflerin benzeriyle süslenmiş olan çerçeve, taş aynayı yüzyıldır kucaklıyordu. Ufak tefek yaralar haricinde bir kusuru yoktu. Pekâlâ güzel bir fiyata satabilirdi aynayı. Ağır ağır el arabasına taşıyıp çukurlarla dolu yollarda kırılmasın diye eski bir battaniyeye sarmaladıktan sonra yavaşça uzaklaştı.
Ertesi sabah akşamki şarabın ekşittiği midesine söylenerek dükkânı açtı. Dükkân dediği de önceki imparatorluğun ahırlarının kalıntılarından devşirilmiş küçük ve rutubetli bir depoydu. Kimi zamanlar bu ahırlardan geceleri huzursuz atların seslerinin insan çığlıklarına karıştığı söylencesini herkes bilirdi. Hüseyin’in duymuşluğu da, korkmuşluğu da vardı ama mecburdu işte. Müşteri çekebilecek mostralık bir kaç parçayı kapı önüne çıkardı. Aynayı da güç bela duvarın dibine yerleştirdi. Yansımasında, yıpranmış yüzündeki kırlaşmış kirli sakalını düzeltti eliyle. Sokak boyunca dağınık vaziyette yürüyen on, on beş kişi dükkânın önünde yavaşladılar ama en öndeki adamın seslenmesiyle kedi yavruları gibi bir anda onun etrafında toplaştılar. Pazar günü ellerinde makineleriyle çingene çocukların fotoğraflarını çekmek için ekseriyetle kule yakasından gelen bu insanlar, başka bir ülkede geziyormuşçasına her şeyi tuhaf buluyor, kedilerin ve fakirliğin fotoğrafını çekiyorlardı.
Hüseyin karayelin ara sokaklara sürüklediği iyot kokusunu içine çekti. Güzel bir satış yaparsa akşama rakı balık yapmayı aklından geçirdiğinde orta yaşlarında, iyi giyimli, sakin bir çift eskilerin arasında dolanıyordu. Güneş aynadan hınzırca yansıyıp kadının gözünü aldı. Kurcaladığı gaz lambasını bırakıp aynaya gitti. Sağına soluna baktı. Arkasındaki yazıyı okudu. Güzel bir parçaydı. Koridordaki boş duvarda nasıl duracağı geldi gözünün önüne. Yüz yıllık ayna üstelik. Hüseyin’in o tarafa baktığını fark edince mala değer katmamak ve pazarlığı kızıştırmamak için çaktırmamaya çalıştı ama Hüseyin de rakı içip balık yemeliydi. Adam pek beğenmedi ama kadın almakta ısrar etti. Hüseyin’le adam sıkı bir pazarlığın ardından anlaştılar. Hüseyin aynayı bagaja itinayla sığdırdıktan sonra ayna, semtteki elden geçirilmiş lüks evlerden birinde duvardaki yerini aldı.
Kadın aynayı sevmişti çünkü baktığında kendini güzel hissediyordu ama adam onu güzel bulmuyordu artık. Adam aynada üstüne başına son bir kez baktıktan sonra kapıdan çıkarken kadının ona seslenişi çelik kapının gürültüsüne karıştı. Kadın yatak odasında soyunduktan sonra banyoya doğru önünden geçerken aynada biçimli göğüslerini inceledi. “Halâ iş var sende” diye mırıldandı. Bakılmayı seven bir kadındı.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.