RUJ LEKELİ PEYGAMBER
Üçümüz de birbirimizin koluna girmiş mezarlıktan çıkıyorduk. Dün geceden beri yağan yağmur yerini pırıl pırıl bir maviliğe bırakmıştı, güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Gökyüzüne baktık. Başımızdan geçen şeyin inanılmaz olduğunu bilmenin keyfini çıkarıyorduk. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu. Mesih falan değil doğrudan “Peygamberim” diyordu. Nereden geldiğini bilmiyorduk.
Yağmurlu bir kasım sabahıydı, Cupilco Kilisesi’nin önünde tütünü ıslak pipomu körüklemeye çalışıyorken bir yandan da sarı yağmurluğunun altında the charro giyimli, gitarıyla mariachi çalan genci dinliyordum. Gözlerimi de kilisenin boş merdivenlerinden ayıramıyordum. Neden bu boş merdivenlere baktığıma gelince, bilmiyordum. Yağmur yağarken sizde de boş bir yere bakıp dalıp gitmediniz mi hiç? Ben deli falan değilim. Evet, merdivenler boştu. Güneyden gelen martılardan başka tanrının tek bir kulu yoktu. Martılar da hasta, çelimsiz veya yorgun düşmüş güvercinleri yemek için fırsat kollayıp duruyorlardı.
Birden merdivenlerde belirmişti. Birden diyorum çünkü martılar çığlık atarak uçmuşlardı. Yanında ayaklarına sürtünüp duran duman renkli kedisi de vardı. Üzerine dizlerine kadar inen kahverengi, bol bir panço giymişti. Kapüşonun altındaki uzun kıvırcık saçları beyaz yüzüne dökülüyordu. Çekik gözleri iri ve siyahtı. Sanki orada onu bekliyormuşum gibi bana doğru hareketlendi. Yaklaşıp gözlerime baktı. Siyah, kıvır kıvır uzun sakalını avuçladı, düzeltti. Eğildi, kedisini kucağına aldı. Başparmağı ile hayvanın başını okşadı. Kedi kupkuruydu. Her şey ve herkes ıslakken kedi ve o kupkuruydu.
Yağmur yağıyordu. Başını göğe kaldırmaya korkanlardanım ben. Hemen ayağımın ucundaki su birikintisine baktım. İç içe geçen dairelerde kendimin, onun ve kedisinin yansımasına bakarak yağmurun yağdığına ikna ettim kendimi. Eğildi, birikintideki görüntüsüne baktı.
“Ben; hımm demek böyle bir şeyim.”
Doğruldu, gözlerini bana çevirdi.
“Yağmur damlaları birikince ayna mı oluyorlar? Çok mucizevi. Tanrının işine bak! Ve her yağmur damlasının yine kendi görüntüsünün içine düşmesi…”
Kediyi kucaklayıp göğsüne yasladı. Önce merdivenlere konan martılara, sonra bana baktı.
“Eğer kahve ısmarlarsan, sana bir hikâye anlatırım.”
Rüyada gibiydim. Başımı kaldırdım; yüzüme kırbaç gibi inen yağmurun serinliğiyle uyanmak istedim.
“Daha ne kadar ıslanmayı düşünüyorsun?” diye sordu. Merdivenlerden önce o indi. Parlak siyah çizmeleri dizlerine kadar çıkıyordu. Varlıklı bir dilenci olduğundan şüphelenmiştim. Yakınlardaki bir kafeye oturduk. Ona güzel bir kahve ısmarladım. Vanilyalı, kızartılmış tarçın tozlu, tatlı kırmızıbiberli yerel bir kahve. Kahvesini yudumlarken diğer eliyle de kedisini okşuyordu. Camda birikerek akan yağmura baktı. Dudağını yaladı. Fincanı kaldırdı.
“Anlamsız ama güzel bir içecek” dedi.
Canım sıkıldı.
“Anlamsız mı?”
Yutkundu. Bir yudum aldı. Kapüşonunu geriye attı. Saçları çok güzeldi. Bir yarısı tepesinde bağlıydı. Perçemi yüzüne dökülüyordu. Sol yanağında bir ruj izi vardı. Gülümsedi.
“Evet, anlamsız bir güzellik bu.”
“Nasıl oluyor o?”
“Anlamı olan, eninde sonunda anlaşılır.”
Bir gözünü kıstı. Fincana baktı, fısıldadı.
“Anlaşılan her şeyin büyüsü bozulur, bırakın bu güzellik anlamsızlığın zırhıyla korunsun.”
“Bana bir hikâye anlatacağınızı söylemiştiniz. Ne zaman anlatacaksınız hikâyeyi dostum? Hem daha adınızı bile söylemediniz.”
Sakalından dökülen kahve damlalarını elinin tersiyle sildi. Fincanı masaya koydu.
“Benim adım?” dedi, gözlerini kırpıştırdı. Düşündü.
“Alom sanırım. Beni böyle çağırıyorlardı ormanda.”
“Kim? Kim sizi Alom diye çağırıyordu?”
Kahvesini aldı, bir kaç kez yudumladı, masaya bıraktı. Camdan aşağı süzülen yağmur akıntılarını izledi, fısıldadı.
“Ağaçlar.”
Şimşek çaktı, yüzüne mavi bir aydınlık geldi, gitti. Gök gürültüsü… Yakınlarda bir yere yıldırım düşmüştü. Masa ve pencereler sarsıldı. Döndü, yüzüme baktı. Hakkında düşündüklerimi okuyor gibiydi gözleri.
“Her yağmur bulutunda bir ışık damlası bulunur. Bu ışık damlaları toprağa düşmeden önce havadayken ikiye ayrılırlar, bir çift ışık damlası olarak yeryüzüne düşerler. Yerde öylece kalmazlar. O ışık damlaları bir kadının rahmine ulaşıncaya dek uzun bir yolculuk yaparlar. Kimi ışık damlası bir ırmakla derin karanlıkların sahibi denizlere ulaşır, oradan bir balığın içine yuvalanır. Bir balıkçının eline düşmesini beklerken kimisi de güzel bir elmanın içinde kendini dişleyecek birini bekler. İki parçaya ayrılmış ışık damlası diğer parçasına kavuşmak için sabırla bekler.”
Yer yer buğulanmış camdan dışarı baktı. Koyu bulutlar binaların saçaklarına kadar sarkmış, gündüzü gecenin rengine boyuyordu. Kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Geriye yaslandım.
“Bu muydu anlatacağınız hikâye?”
“Hayır beyefendi. Siz zaten benim anlatacağım hikâyeyi yaşadınız, yaşıyorsunuz.”
Dudaklarını büktü. Fincanın içine göz attı. Serçe parmağıyla bir telve parçasına dokundu. Gözlerini yumdu açtı.
“Belki de siz bu hikâyeyi yaşamaya devam edeceksiniz.”
“Hikaye nerede!?” diye sabırsızlıkla çıkıştım. Sanırım biraz sesimi yükseltmiştim. Başımı iki yana salladım.
“Kedisinin gözleri olmayan bir yabancıyla kahve içmek” dedi. İrkilerek kediye baktım. Evet, kedisinin gözleri yoktu, karanlık çukurları bomboştu. O anki şaşkın halimi dikkatlice inceledi.
“Korkmayın Eduardo” dedi. “Bu sadece yaşanan bir hikâye.”
Kedisini kucakladı ve ağır hareketlerle dışarı çıktı. Kirli camdan akan yağmurun ardında titreyerek giden görüntüsüne baktım bir süre. Adımı nereden bildiğini düşündüm.
Alom ile tanışmamız böyle oldu.
Kafede, kendi başıma kaç saat oturdum hatırlamıyorum. Atölyeme dönüp yarım kalmış bir kaç gitar gövdesinin üzerine çalıştım sonra çıkıp sokaklarda Alom’u aradım. O akşam Raymund’un evine gittim. Uykucu pislik, gamsız! Yağmurun altında kapıyı açmasını bekledim. Diğer yandan soğuk bastırmıştı. Öyle donmamak için beklerken Geovanni de gelmişti. Beni karanlıkta kapının önünde görünce ürktü. Fısıltıyla sordu.
“Lubin sen misin?”
“Hayır, ben Eduardo”.
Tokalaştık. Başını kaldırıp Raymund’un penceresine baktı.
“Uyuyor değil mi?”
“Sanırım.”
Yerden bir çakıl taşı aldı. Cama attı. Kapıyı da tekmeledi. Bir kaç saniye sürdü sürmedi kapı açıldı. Canım sıkıldı. Merdivenleri çıktık. Raymund şöminede kahve pişirmekle meşguldü. Pançolarımızı çıkarıp şöminenin önündeki taburelere çöktük. Geovanni ellerini ateşe uzattı.
“Uyuyordun değil mi?”
“Bir rüya gördüm” dedi Raymund. “Balık avındaydık. Gerçek gibiydi her şey. Tanrı seni affetsin Geovanni, denizden sen çıktın birden. Ağzın açıktı ve sanki bağırmak istiyordun. Fakat ağzından bir deniz dökülüyordu denize. Sonra bir balina sırt üstü yüzerek geldi. Daha doğrusu kendini akıntıya koyuvermiş gibiydi. Ağzında irice bir puro vardı. Balina puro içiyordu düşünebiliyor musunuz? Sonra bir yunus çıktı denizden. Yanağında ruj izi vardı.”
“Ruj izi mi?” diye bağırdım. Raymund oralı olmadı. Ateşteki kahveyi karıştırdı. Kaşığı fincanın kenarına tık tık vurdu. Kahve damlaları ateşin koruna düştü, odaya güzel bir koku yayıldı. Burnunu çekti, rüyasını anlatmaya devam etti.
“Evet, kırmızı bir ruj izi vardı. Balığın yüzü bir insanın yüzünü hatırlatıyordu. Yunus balığı balinaya bir şey dedi.”
Araya girdim.
“Ne dedi?”
Bana baktı. Kahvemi hazırlamıştı. Başını omuzlarının arasına çekti, mavi gözlerini kapattı, dudaklarını büktü.
“Hatırlamıyorum Eduardo.”
Gözlerini açtı.
“Kahvene biber atayım mı?”
Bir hışımla uzanıp fincanı elinden aldım.
“Hayır!”
O gece onlara Alom’u anlattım. İnanmadılar.
Sonraki bir kaç gün Alom’u bekledim kilisenin önünde. Delirdiğimi düşündüm. Günler böyle, manasızca geçti, delirdiğime karar verip onu beklemekten ve aramaktan vaz geçtim. Onu bir rüyada gördüğüm varsayımını da aklımın bir yerine not ettim.
Atölyedeydim. Küçük bir kız çocuğu için yaptığım gitarın mimoza çiçeği desenlerini çiziyordum. Birden kapıda belirdi. Öylece bana baktı bir süre. Gelip önümdeki tabureye çöktü. Pançosunu kucağına topladı. Elimdeki ince uçlu fırçaya baktı.
“Beni aramaktan vaz geçtiğini duyunca geldim.”
Fırçayı kutuya koydum. Hiç oralı değilmişim edasıyla gitarın desenine eğildim, elimi üzerinde gezdirdim. Dikkatle yüzüne baktım; yanağında taze bir ruj izi vardı.
“Kimden duydun?”
“Ağaçlardan.”
“Kedin nerede?”
Sessiz kalınca tekrarladım sorumu.
“Kedin nerede?”
“Ormana bıraktım.”
“Gözleri olmayan bir kediyi ormana mı bıraktığını söylüyorsun?”
“O görüyor artık.”
Gitarı kucağımdan indirip dizime dayadım. Dudaklarım kurumuştu. Gerilmiştim. Hiddetle bağırdım.
“Onun gözleri yoktu ve sen onun için görüyor artık diyorsun!”
“Ben bir peygamberim. Onu kilisenin önünde martıların elinden aldım. Dua ettim ve Hunab Ku kabul etti duamı.”
Karşımda sakin bir deli vardı. Gevrek gevrek güldüm.
“Ve senin tanrın da, neydi adı?…”
“Hunab Ku”
“Hunab Ku da o zavallı kediye bir çift göz verdi ha?”
“Hayır, ona görme yetisi verdi. Gözlere ihtiyacı yok.”
Dişlerimi sıkıp aralarından konuştum.
“Bana bak sen! Dalga mı geçiyorsun benimle?”
Tek kaşını kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri derin ve siyah iki kuyu gibiydi. Baktıkça derinliği ve karanlığı artan iki kuyu… Bakışlarıyla dizime dayalı gitarı incelemeye başladı. Gitarın ayar mandalları gıcırdadı. İçerisi Albert Nelson’ın tınılarıyla doldu. Görünmez parmaklar tellerin üzerinde koşuyor ve I’ll Play The Blues For You’yu çalıyordu. Gözlerini gözlerime dikmişti bu sefer. Sanki yüzündeki o iki, derin karanlık kuyuya düşmemi bekliyordu. Şakaklarımdan boşanan ter yanaklarımdaki talaş tozlarını çamura dönüştürmüş boynumdan aşağıya dökülüyordu. Şarkı bittiğinde başını öne eğdi. Kendi kendine konuşur gibiydi.
“Onlar ki, kendi akıllarını küçük mucizelere satarlar.”
Kapıdan içeri Raymund giriverdi. Gitar sapı yontmak için ayırdığım tahtaların üzerine oturmadan önce Alom’a hayretle baktı. Kahkahalarla güldü, gülmesi birden dondu kaldı yüzünde.
“Evet! Siz rüyamdaki yunus balığısınız! Ve yüzünüzde ruj izi var!”
Ağzı açık kaldı öylece. Bana baktı. Zavallı arkadaşımın artık kullanacağı bir aklı yoktu.
Raymund’un delirmesinden sonra Alom atölyeye her gün geliyor, temizlik yapıp gitarlara akort çekiyordu. Raymund da sırf Alom’u görmek için atölyeden çıkmıyordu. Yine her akşam Raymund’un evinde toplanıyorduk. Geovanni’ye Alom’u onlarca kez anlatmamıza rağmen onunla tanışmaya ikna olmamıştı.
Geovanni ilaç parası için akşama doğru atölyeye geldiğinde Alom talaşları süpürüyordu. Alaycı gözlerle bir ona bir bize bakıp sırıtarak sordu.
“Bir peygamberi çalıştırmaktan utanmıyor musunuz?”
Alom hemen Geovanni’nin arkasında bitip kulağına eğilerek fısıldayıverdi.
“Ve Tanrı onların ışıklarını önce kıstı. Sonra tamamen kapattı. Onlar sonsuz, soğuk karanlıkta kaldılar.”
Geovanni’nin beti benzi attı, güç bela tabureye çöktü. Düşmemek için Reymund’a yaslandı. Su içirdim, kendine geldi. Alom’a dönüp yalvardım.
“Lütfen, arkadaşlarımın aklını alma!”
Dudaklarını büktü, elindeki odun saplı çalı süpürgesini Musa’nın asası gibi tutuyordu. Geovanni’ye bakıp “Annen için” dedi. Süpürgenin sapını kavradı. “Ölümle cebelleşmeyi bıraksın yoksa mutsuz bir şekilde ve acı çekerek ölecek.”
Geovanni çaresizce başını salladı.
“Ne yani? Ona ilaç almaktan vaz mı geçeyim?”
Alom omuzlarını oynattı. Sonra yüzüne dökülen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı.
“Hayır, henüz ölmeyecek. Fakat sen ona ilaç almaktan vazgeç.”
Cebinden bir kaç küçük yaprak çıkardı.
“Bunlardan annen için tütsü yapabilirim. Bir fincan kahve karşılığında anneni iyileştirebilirim.”
O gece Geovanni’nin annesini ziyaret etmek için yola çıktık. Tatlı bir yağmura hafif bir rüzgâr eşlik ediyordu. Biz ıslanıyorduk, Alom’a tek bir damla düşmüyordu. Bunu sadece ben görüyordum. Her adımıyla gıcırdıyordu toprak. Sanki terk edilmiş ahşap bir evin zemin katında yürüyordu. Gıcırtıları da sadece ben duyuyordum. Sokak lambalarının altından sırayla geçiyorduk. Üzerimize inen ve ona dokunmayan yağmur damlaları, sarımsı ışığın altında mavi ateş parçaları gibi etrafa sıçrıyordu. Uzayan gölgelerimizin yanında ilerleyen Alom’un gölgesine baktım. Ayaklarından başka hiçbir yerinin gölgesi yoktu. Aklımı yitirmemek için İsa’ya dua ediyordum.
Bir sokak lambasının altında durdu ve öksürdü. Bütün kasabanın ışıkları söndü. Uzaklardan bir kaç köpek havlamasına sert küfürler karıştı. Rüzgâr şiddetini artırdığında Geovanni’nin evine ulaştık.
Annesi Melany şöminenin yanı başındaki yatağa bir ölü gibi uzanmıştı. Alom yataktaki kadına hiç bakmadan gidip şöminenin önündeki masaya, sırtı şömineye dönük şekilde oturdu. Geovanni şömineye bir kaç palmiye kütüğü attı. Çıtırtılar ve alevler yükseldi. Raymund’un karşısına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Ben de masanın diğer ucuna Alom’un karşısına oturdum. Cebinden bir kaç yaprak çıkardı, dönüp ateşe attı. Odayı müge çiçeği ve biberiye kokusu doldurdu. Nefesimiz açıldı.
Geovanni başını ellerinin arasından çekip Alom’a baktı.
“Sizin peygamber olduğunuza nasıl inanabiliriz?”
Şöminenin alevleri yükselmişti. Alom ters ışığın önünde çarmıhtaki İsa gibi dimdik duruyor, ince gölgesi yüzlerimizde dalgalanıyordu.
“Sizleri peygamber olduğuma ikna etmeye uğraşmayacağım.”
Başını çevirdi. Yüzü karanlıktı. Hangimize baktığını kestiremiyordum. Sakince konuştu.
“Tanrı sizi hangi bahaneden yarattı? Birbirimize baktık, kaldık… Siz yaratılma bahanenizi merak etmiyorken benim peygamber oluşum neden bu kadar önemli?”
Geovanni dirseklerini masaya koydu, başını tekrar ellerinin arasına alıp sıkıştırdı.
“İşte biz de” dedi. Göz ucuyla bana baktı. “Sizin yaratılma bahanenizi merak ediyoruz.”
“Vicdanları yumuşatmak” dedi Alom.
Geovanni gözlerini yumdu.
“Annemi iyileştirmenizi istiyorum bayım. Sizin peygamber olmanızın benim için hiç bir önemi yok. Belki de doktor olsaydınız çok daha iyi olurdu.”
Gözlerini açtı, başını serbest bıraktı. Kollarını göğsünde kavuşturdu. Kimse konuşmuyordu. Sessizliği sadece şöminenin çıtırtıları ve dışarıda bağıra bağıra esen rüzgârın gürültüsü bozuyordu.
“Geceleri gezerim ben” dedi Alom. “Evlerin önünden geçerim. Kapı önlerine bakarım. Bir erkek, bir kadın ve bir çocuk ayakkabısı varsa kapı ağzında, içeride mutluluk var derim geçerim. Tek bir çift ayakkabı varsa, içerisi yalnızlık doludur.”
Geovanni’ye döndü.
“Kapının önünden annenizin ayakkabısı hiç eksilmesin. Ayakkabılarınız hep yan yana olsun.”
Rahatsız edici bir sessizliğin ardından üçümüz de “Amin” dedik. Alom cebinden bir şeyler çıkarıp şömine ateşine attı. Alevler yükseldi. İçerisi sandal ağacı kokusuyla doldu. Kokuyu derin derin içime çektim. Bir anlığına neşelendim.
“Alom, sen ne zaman öleceksin?” dediğimde Raymund hayretle yüzüme baktı.
“Ölüm yok Eduardo. O dediğin şey benim için diğer bir hayata esmekten başka bir şey değil.”
Geovanni şöminenin başında kahveleri yapıyordu. Bakışları ateşe kitlenmişti.
“Bu kaçıncı hayatınız sizin?”
“Hatırlamıyorum Geovanni” diye yanıt verdi Alom.
Geovanni fincanlara kahveleri doldurup yerine oturdu. Şüpheyle Alom’a baktı.
“Hatırladığın bir hayat var mı?”
Alom derin bir nefes alıp tavana baktı. Başını önüne eğdi.
“Ben hayatlardan birinde, 1861’de Marian Evans’ın evinde bir uşağın kızı olarak dünya gelmiştim. İşitmiyordu kulaklarım. Dünyanın en sessiz haline işte o zamanlar tanık olmuştum. Seslerle tanışmadığım için asla konuşamadım da. İsmimi ben hariç herkes duyuyor ve biliyordu. Adının ne olduğunu bilmeyen on yedi yaşında genç bir kızken bir kuyuya düştüm ve orada öldüm. Kuyuya düşmeden bir kaç yıl öncesinde ölümden ve ötesinden korkan birtakım adamlar gördüm. Marian Evans beni on bir yaşımdan beri yanında gezdiriyordu. Ben güzel bir kız çocuğuydum. Evans beni karşısına alır uzun uzun yüzüme bakardı. Onun yoldaşı olmamın biricik nedeni bu değildi. Ben gördüklerini anlatamayan derin ağzı mühürlü bir sır küpüydüm. Benden daha iyi bir sırdaş bulması mümkün değildi.
Marian Evans 1874’te Queen Anne Sokağı’nın 6 numaralı evinde bir ruh çağırma seansına katıldı; yanındaydım. O gece orada bilimin zayıf ve hastalıklı olarak tanımladığı çocukların öldürülmesi gerektiğini düşünen fakat bunları sesli bir şekilde dile getiremeyip bilimsel lafları üst üste koyan becerikli hatip Francis Galton’u gördüm. Zayıfların ölmesini bilime uygun dille anlatan bu zavallı topluluk acınası haldeydi.
Çok geçmeden, genç yaşta ölen kızı Annie’nin ölümüyle kapıldığı kederden kurtulmak için ruhani bir kapı arayan Charles Darwin de gelmişti. Ev Erasmus’undu. Thomas Huxley de oradaydı. Çıldırmış gibiydi hepsi, ölüme çare bulamayacaklarının farkındaydılar. Fakat delirmek üzere olmalarının nedeni ölüm değil ölümün onlara sunduğu anlamsız hayatın kendisiydi. Ölüm sonrası yazı yazabilecekleri ilahi bir teknik geliştirmek ümidiyle birbirlerinin gözlerine çaresizce bakıyorlardı.
Sonraki günlerde imdatlarına medyum Frederic Myers yetişmiş, telepati adını verdiği tanrısal bir iletişim tekniği bulduğunu söylemişti. Elbette öldükten sonra onlar birbirlerine hiç bir şey yazıp söyleyemediler. Sisli gölgelerin altında doğup büyüyen rüyalarının dışında yaşayanlar, ölenlerden asla haber alamayacaktı. Ölümden sonraki hayatın da tıpkı doğmadan önceki hayat kadar ulaşılmaz ve anlaşılmaz olduğunu bilmiyorlardı. Ölümün bu kadar aşılmaz bir duvarla aramıza set çektiği dünyaya, vicdanları yumuşatacak sözlerle engelli çocuklar kılığında geliyorduk. Kimse bizim peygamber olduğumuza inanmıyordu. Deliydik, özürlüydük, işe yaramazdık işte.”
Sırtımdaki ürpertiyi unutmaya çalışarak, dünyaya “Sadece peygamber olarak mı geliyorsunuz?” diyebildim.
“Hayır. Hayır, bir kez de rüzgâr oldum çocukların uçurtması için. Bir yüzyıl boyunca çocuklar için rüzgâr oldum.”
Alom güldü. Onu ilk defa gülerken görüyordum. “Güzel bir yüzyıldı” dedi. Sonra yüzündeki gülümseme odanın loş ışığına karıştı. Kaşları titredi.
“İçim yaralı, kırık, yarım kalmış cümlelerle dolu. Önceki hayatlarımda babalarıma söyleyemediğim şeyler o kadar çok ki.”
Kahvesini yudumladı. Tavana baktı. Geovanni burnunu çekip konuşacak cesareti buldu.
“Senin gibi kaç peygamber şimdi aramızda geziniyor?”
Alom başını indirdi. Kahvesi soğumuş fincanı ağzına götürdü. “Çok” diye yanıt verdi. Bir yudum aldı. Fincanı usulca masaya koyup bana döndü.
“Engelli çocuklar vicdanlarınızı yumuşatmıyor mu sizin?”
Parmaklarını birbirine geçirip kenetledi.
“Bir tane peygamber vardı içimizde, hırsızdı.”
Başını tatlı bir mutlulukla salladı.
“Kör bir çocuk kılığında insanların arasına karışırdı. Kör çocuklardan çaldığı oyuncakları cennete getirirdi. O çocuklar ölüp de cennete geldiklerinde, çaldığı oyuncakları cennetin kapısında onlara geri verirdi. Biz de orada bu güzel manzarayı izlerdik. Cenneti dünyadan çaldığı oyuncaklarla doldurmuştu. Cennetin havasının kötü olduğunu söyleyip dururdu arada.
Bir keresinde yine tanrı onu buraya göndermişti, dönerken binlerce balonla geri gelmişti. Balonları çocuklar şişirmişti. Balonların üzerinde çocukların ismi yazılıydı. Balonları patlatmıştık tek tek. Cennet çocuk nefesiyle dolmuştu.”
Sustu. Derinlerden gelip uğuldayarak göğe uzanan ıslak rüzgârı dinledi bir süre. Sonra yüzümüze baktı uzun uzun. Omuzlarına doğru uzanan şöminenin kırmızı alevi, yüzündeki ruj izini parlattı. Sanki az önce biri onu yanağından öpüp de gitmişti. İz o kadar parlaktı ki sanki orada bir parça taze kan vardı da yarasından taşmak üzereydi.
“Alom” diye seslendim. Beni duymadı. Sanırım hala sokağı birbirine katan rüzgârı dinliyordu. Bir daha seslendim. Bu kez baktı.
“Alom o yanağındaki ruj lekesi mi?”
Elini yanağına götürdü. Parmağı kırmızı oldu. Parmağına dikkatlice baktı. Gülümsedi.
“Evet Eduardo, bu bir ruj lekesi. Her peygamberin bir mührü olur üzerinde. Benim mührüm de yanağımdaki rujdur.”
Geovanni araya girdi. Kollarını iki yana açarak olan biteni dalgaya alırcasına bağırdı.
“Anlatsana ey buruk ve tatlı trajedi. Ey sen, mahvımıza neden olan, göz kamaştırıcı peygamber, anlat da bilelim yanağındaki rujun hikâyesini.”
Alom fincanındaki son kahve yudumlarını midesine indirdi, dudaklarını yaladı. Başını eğdi. Derin bir nefes aldı, omuzları genişledi genişledi, arkasındaki şöminenin ışığını kesti. Gölgesinin karanlığında kaldık. Fincanı masanın ortasına doğru sürdü.
“Bir kaç ömür öncesiydi. Ben sağlıklı bir çocuk olarak bu dünyaya indiğimde babam bir tıp doktoruydu. Babam daha da sağlıklı bir çocuk olmam için bana iğne yapınca işler yolunda gitmemiş, zihinsel engelli olmuştum. Üstelik kulaklarım da tamamen işitmez olmuştu. Bir doktorun çocuğu nasıl olur da hem işitsel hem de zihinsel engelli olurdu? Babam bunu gurur meselesi yaptı. Annem ve anneannemin elinde bir bitki gibiydim. Yiyeceklerim lapa edilmiş bir gübre gibi ağzımdan mideme dökülüyordu. Annem ve anneannemin vicdanlarını bir türlü yumuşatamamıştım.
Uzunca yıllar böyle beslenerek okul çağıma geldim. Benim için özel öğretmen tuttuklarında ruhumun tenime, tenimin de eve hapsedildiğini anlamıştım. Öğretmenim, parlak kırmızlı rujlu dudaklarıyla bana sürekli o zaman ki ismimi söylüyordu, “Evelyn, Evelyn…” Tabii ki onu duyamıyordum ama dudaklarını okumaya başladığımda adımın ne olduğunu ilk önce ondan öğrenmiş oldum. Ve annemin isminden önce onun ismini öğrenmiştim, Kolibri… Öğretmenim beni lapa yemeklerden kurtarmıştı. Artık, yemekleri ayrı ayrı yiyordum. Kolibri yanımdan ayrılmadan önce her seferinde mutlaka yanağımdan öpüyordu. Zihinsel ve işitsel engelli bir çocuk olan beni, normal çocukların gittiği okula gidecek kadar iyi eğitmişti.
On dört yaşımda bir üst sınıfa başlamak üzereyken annem, anneannem ve babam benden özür dilediklerinde onların vicdanlarını yumuşatmayı başardığımı anlamıştım. Artık gitme vaktim gelmişti. Bir akşamüzeri okuldan eve dönerken korkunç bir kaza oldu, bir arabanın altında kaldım. Tanrı beni yanağımda ruj iziyle öyle aniden karşısında görünce gülümsemişti. ‘Senin mührünü yüzüne bir kadın basmış, bundan güzel ne olabilir Alom?’ demişti.”
Konuşmasına başlamadan önce aldığı derin nefesi yüzümüze doğru üfürdü Alom. Omuzları küçüldü önce, sonra kendi küçülmeye başladı. Küçüldü, küçüldü… Arkasındaki şöminenin ışığının içinde kayboldu.
“O kimdi kuzum? Geovanni kuzum!”
Aanne Melany yatağına bağdaş kurmuş bize bakıyordu. Yanakları al al olmuş gözleri parlıyordu.
“Ne güzel konuşuyordu misafiriniz ama birden kapıdan neden öyle çıkıp gidiverdi?”
Geovanni yerinden fırlayıp bağırdı.
“Kapıdan mı çıktı? Pencereye koşun!”
Oraya doğru seğirttim, pencereyi açtım. Sicim gibi yağmur yağıyordu. Direğin altında bir gölge duruyordu. Birden elektrikler geldi yine gitti. Sokak lambasının altında Alom duruyor gibiydi. Sonra gölge diğer elektrik direğinin altına gidip durdu. Sokak lambası yandı söndü. Alom’u gördüm gibi oldu yine. Gölge, sokaktaki her lambanın altında durdu, ışıklar yandı söndü. Onun ışıkları yakıp söndürmesini izledik. Işıklar, orman yoluna sapıp yağmurun mor karanlığında kaybolup gitti.
Geovanni’nin annesini o gecenin sabahında mutlu bir ölümle yolcu ettik. Geovanni hiç ağlamadı. Annesinin nereye gittiğini çok iyi biliyordu.
Gün ağarmıştı. Birbirimizin koluna girdik. Kül rengi tepelerin sırtlarından yavaş yavaş yükselen güneşe baktık. Kalbimiz ısınıyordu.
*(Bu öykü özel eğitimden emekli öğretmen Şükran Hanım’ın bir anısı üzerine kurulmuştur.)
Yazarımızın yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Lokman kıymetli üstadım. Seni her aradığımda kütüphanede buluyordum ya üniversitede. Evet, kütüphane senin mabedindi. Ilminle, nice kişilere ışık olman temennisiyle…Sağlıcakla kal.