fena-seyler-mutlu-sonlar-kitapbw
Ceyda Aşar

FENA ŞEYLER, MUTLU SONLAR

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Kıyıdakiler ve Kök filmlerinin senaryo yazarı olarak tanıdığımız Ceyda Aşar’ın ilk romanı Fena Şeyler, Mutlu Sonlar Karakarga etiketiyle yayımlandı.

Aşar, romandan alıntıladığımız Naftalinli Hurç adlı bölümle Panzehir Dergi sayfalarına konuk oluyor. Hafızaya, geçmişe, hesaplaşmaya dair bir roman Fena Şeyler, Mutlu Sonlar. Yazarın anlatım gücü,  okuru ustaca ikna edişi, kurduğu dünyanın gerçekliği ve yarattığı gizem duygusu, daha bu kısacık parçayı okurken bile kendini belli ediyor.

 

Naftalinli Hurç
… Fidanlı’da gün sorunsuzca akarken, bu kasaba göründüğü gibi değil, savımın işaretlerini arıyordum. Bir kadın, mama bekleyen bembeyaz kediye gülümseyerek tül perdesini araladı, bir genç kız ince belli cam bardağını kavradı sıcacık, bisikletli çocuk sarmaşık kaplı bahçe kapısından fırladı neşeli şarkılarla, kapıdaki süt şişesini alıp koşturdu genç kız, dünyanın dönüş hızını belirleyen onlar mıydı, sakin, huzurlu bir kasaba mıydı burası? İçimdeki kötü his geçmemişti, yapay bir şeyler var mıydı bu manzarada? Kasabanın örtük özünü keşfetmek için daha çok işaret toplamalıydım.
Turuncu tülbentli kadın, halısını silkerken bize kaçamak bakışlar atıyor, kır saçlı adam geçip gidişimize aldırmadan bulmacasına devam ediyor, sarı köpek insanlara sokulmadan güneşli köşesine yerleşiyor, üç tekerlekli bisikletteki çocuk kimseyi umursamadan kendi çevresinde dönüp duruyor, topal adam birilerini kovarcasına bakkalın önüne su serpiyordu. Kasaba, sıcak renklerdeki pastel boyalarla resmedilmiş̧, doğaya methiyeler düzen bir tablo gibi görünse de insanlarında bir gariplik vardı, henüz ne olduğunu tam olarak adlandıramıyordum.
Berna kayıtsız, gamsızdı, renkli ahşap kapıların, cumbalı evlerin, tarihî ağaçların, taş merdivenlere dizilmiş birörnek kedilerin fotoğrafını çekti, anıt mezardaki yazıları okudu, bahçelerden sarkan dallardan limon koparıp mis kokusunu içine çekti, bedenine zarafet, yüzüne tebessüm yerleşmişti. O, övgüyü abartan turist rolündeydi, bense yerlilere güvenmeyen tedirgin yabancıydım.
Arnavut kaldırımlı dar sokağa saptık, hediyelik eşya sokağıydı, albenili vitrinlerle kaplı tüm dükkânlar kapalıydı. Hindistan cevizli duş jelini boca etmiş turistlerin, akşamüstü yürüyüşlerinde mıncık mıncık ettiği bu ucuz takıların, Fidanlı yazılı çirkin anahtarlıkların, deniz kaplumbağası çizili uyduruk bez çantaların sokağı şimdi ıssızdı. Tek bir açık dükkân vardı, pastel tonlarda, uzun ve bol, şile bezinden elbiseler salınıyordu. Vitrin mankeniyle neredeyse bir örnek giyinmiş, kısa saçlı, tombul, gözlüklü kadın, siftahsız sonbahar sezonunun bilmem kaçıncı gününün ilk sigarasını tüttürüyordu. Bizi görünce satış sevinciyle çehresinin aydınlanacağını sandım. Tam dudağımın en uzak köşesine, umduğu tarzda müşterilerden olmadığımızı açıklayan, bir şey almayacağımızı belirten mesafeli gülümsememi yerleştirmiştim ki…Tak. Kadın kayıtsızca başını eğip gazetesini okumaya devam etti. O an, kasabadaki tuhaflığın ne olduğunu çözdüm. Kimse bizimle göz teması kurmuyor, muhabbet etmeye can atmıyor, nezaketen gülümsemiyor, herkes birer düşmanmışız, tehditmişiz gibi sert, bıkkın, kaçamak bakışlarla yanımızdan uzaklaşıyordu.
Kasabanın küçük meydanına vardık. Kıraathane, kocaman çınarın gölgesine kurulmuştu. Kalabalık ve yaşlı ahalisiyle adeta kasaba içinde kasabaydı. Tavla, zar, pul, insan sesi yoktu, kuşsuz gök sessizliğindeydi. Çuha kaplı masalarda sadece iskambil oynanıyor, kâğıtlar sessizce düşüyordu.
En dıştaki masaya ilişiverdik. İskambillere, gelecek ve geçmişin yazılı olduğu mistik kartlarmış- çasına odaklanmışlardı, ayin sessizliği hâkimdi. Durgun ellerini inceledim, kartları fırlatan, toplayan, hesaplayan, dünyanın tüm ihanetlerini yaşamış gibi incelmiş, kararmış, buruşmuş ellerini… Bize teğet geçen bu ellerde, babamı hatırlatan bir şeyler vardı. Kır saçları, kısa boyları, süveterleri içinde kaybolmuş zayıf bedenleri, tarla izli yüz çizgileri, incecik kırışık boyunlarıyla hepsi birbirine benziyordu. İlkin, oyuna kaptırdıkları için bizi fark etmediklerini sandım ama hayır, diğerleri gibi onlar da bizi görmezden geliyordu. Yanı başında vuku bulan nahoş vakaya karışıp başına bela almak istemeyenlerdi onlar. Aile içi tartışma sürerken zili çalıveren davetsiz misafirdik bu kasabada, içeri buyur edecek mecali yoktu kimsenin.
Berna yaşlı adamları bir bir inceledi, sırtı dönük olanların suratlarını görmek için sandalyesini çevirdi. Yaklaştı, yaklaştı, eğildi, büküldü ve sonunda iyi bir açı yakalayınca tak diye fotoğraflarını çekti. Bunu fark eden birkaç yaşlı adam, homurdanıp sırtını döndü. İri-yarı biri, belli ki en tahammülsüzü sesini yükselterek, bizimle göz teması kurmadan arka masalardan bağırdı:
“Bu gençlerde de hiç terbiye kalmadı. Fotoğrafımızı çekmeden önce müsaade isteyeceksin, müsaade!”
“Affedersiniz, çekebilir miyim?”
“Hayır efendim, çekemezsin, neyimizi çekeceksin ki, moruk suratımı ne yapacaksın? Hadi, hadi başka kapıya…”
Şakayla karışık sitem ettiklerini sanıp, mahcup mahcup gülümsemeye çalışıyorduk ki gerçekten öfkelendiklerini anladık. Berna böylesi bir terslenmeyi ummuyordu, hazırcevaplığını yetiştiremedi, sus pus kaldı. Bu kasabadaki insanlar turist sevmiyordu, pekâlâ bunu kabul edebilirdik ama sanki bundan ötesi vardı. Hemen oracıkta, uzun yıllar unutamayacağımız bir garip vaka daha yaşanınca, kasabanın göründüğü gibi olmadığına dair kuvvetli emareler arttı.
Dizleri yırtılmış kot pantolonlu, Nike yazısı solmuş siyah bol tişörtlü, zapzayıf genç bir adam, ayaklarını sürüye sürüye kıraathaneye yaklaştı. Eğer sakal tıraşı olup üstünü başını toplasa, pekâlâ yakışıklı birine dönüşecek kadar pırıl pırıl kara gözlere, darmadağınık gür siyah saçlara sahip bu adamın, bir sandalye çekip sessizce oyunu izlemesi, o kıraathanenin garip güruhuna eklenmesi beklenirdi. Oysa, onda da bir tuhaflık vardı, bunu ânında fark ettim, sokağın köşesinde belirdiğinden beri beni dikizliyordu, kasabaya vardığımızdan beri benimle göz teması kurmaktan çekinmeyen tek kişiydi. Yaklaştıkça, kara gözleri fevkalade büyüyüp avurtları çökük çehresini tamamen kapladı, safi gözden ibaret bir yaratığa dönüştü, işte o zaman bakıştan öte bir şey gördüm. Dosdoğru yaklaştı, yaklaştı; ürperdim. Ne zaman biri bana çok yaklaşsa karabasanım Uzun Gölge gibi üzerime abanacak sanırım. Oysa acıklıydı bakışları, göz pınarında bir damla yaş belirmişti. İyice yaklaşınca dudakları aralandı, heyecanla soludu, anne memesine muhtaç bebek kadar sabırsız, elini uzattı, hafifçe sağa yalpaladı ve ayaklarımın dibinde yere kapaklanıp diz çöktü. İki dudağımın arasında ölüm fermanını bekleten sultandım, bacaklarıma yapışıp başı önde, bir solukta yalvardı:
“Götürün beni buradan, götürün beni. Her gün işkence ediyor bunlar. Götürün. Cezamı çekmeye devam ederim, razıyım ama yeter ki götürün beni buradan. Giderken beni de götürün.”
Tükürükleri bacağıma sıçradı, yapış yapıştı, şöyle bir silkelesem ayağımı, yere devrilecek kadar tüy sıkletti, oldukça merhametli biri olmama rağmen nedense aşağılık, insanlığın yüz karası biriyle karşı karşıyaymışım gibi bir tiksintiye kapıldım, tam ayağa fırlayıp heriften kurtulmayı planlıyordum ki kahvehaneden üç-beş adam ayaklanıp adamın çevresini sardı, geçkin yaşlarından beklenmeyecek kuvvetle tartaklamaya başladılar. Herif, tekmelerden korunmak için elleriyle yüzünü örtüyor, parmaklarının arasından, “Dedim bak, dedim işkence ediyorlar!” dercesine bana bakmaya devam ediyor, yardım etmemi umuyordu. Herifi benzetirlerken, tuhaf kıraathane insanlarının sessiz iskambil oyunu sürüyor, market torbaları taşıyarak geçen ana kız hiç oralı olmuyor, bisikletli çocuk umursamadan geçip gidiyor, kediler bile kılını kıpırdatmıyor, kuşlar ağaç kenarından kayıtsız izliyordu.
Ne kadar süre dövecekleri önceden tayin edilmiş gibi, aynı anda durdular, herif, bir müsamerenin yeteneksiz oyuncusu gibi abartılı ağlama ve inleme sesleriyle, sağa yalpalaya yalpalaya, kafasını sallaya sallaya, paramparça bir halde uzaklaşıp gitti. Kimse acımadı, kimse üzerine konuşmadı, kimse hayatın normal akışına ara vermedi.
Sonradan her şeyi anlayacaktım, Mahmut denilen bu adamın hikâyesini tam olarak öğrendiğimde… Onun gerçekleri, onun vahşi hikâyesi benim hikâyeme dolanacak, iç içe geçecek, kasabanın labirentleri içinde yeni dehlizler açacak ve geçmişle geleceği aynı anda değiştirecektik.
Kıraathane adamları vefasız yakınlarına, geçim dertlerine, hayatın adaletsizliğine duydukları öfkeyi topyekûn bu heriften çıkartmışçasına rahatlamış, bu kavga saatinin geçip gitmesini bekliyormuşçasına muhabbet etmeye, gülüşmeye başlamıştı. Böylece o gaddar gözlerde gördüm aradığım gerçeği: Bu kasabalılar sadece turistleri değil, insanlığı da sevmiyordu. Kasabada krater büyüklüğünde karanlık bir çukur açılmıştı bir zamanlar. Burada doğan herkes, önce oraya atılmış, yüreklerine karanlıklar, gaddarlıklar, matemler, öfkeler, azaplar, günahlar, dedikodular, kötücül bakışlar sinene dek, günlerce orada alıkonulmuş, ahaliyle bir örnek olunca, çıkartılıp hayata fırlatılmıştı. Doğum ve erginlenme gelenekleri buydu demek ki.
Berna peş peşe gelen tuhaflıklar karşısında soğukkanlı görünse de kıpır kıpır bedeni huzursuzluğunu ele veriyordu. Ahşap sandalyenin pütürleri bacaklarına battı, kıpırdandı, martı çığlıklarından rahatsız oldu, çığırtkan çocuklara despot bakışlar fırlattı, faraşlı çöpçünün süpürge sesine gıcık kaptı, derin derin nefes aldı, verdi, aldı, verdi, soludukça, diplerdeki büyük kayalara çarpıp sıkıştı, yüzeye bir türlü ulaşamadı. Ellerini, üst üste koyup çapraz şekilde birleştirdi, masaya vurdu, tık, tık, tık, mahkeme salonunda önemli kararın açıklanma ânı geldi, çattı. Sonra… Yine vazgeçti. Annem gibi sigarasını yakıp tek gözünü kısarak uzaklara baktı.
Garson, bize hiç sormadan masaya iki çay bırakıp gitti, göz göze gelmeden, sohbet başlatmadan. Berna normal koşullarda buna söylenir, garsonu yaşına başına bakmadan bir güzel azarlar, güler yüz ve müşteri memnuniyeti üzerine klasik söylevini çekerdi ama iç dünyasının dehlizlerine kapanmıştı artık. Çaya şekerini atıp eski bir filmin adını hatırlamaya çalışır gibi dalıp giderek uzun uzun karıştırdı. Elleri durulduğunda, sıra bacaklarındaydı, sallayıp masayı titretti. En sadık ve pürdikkat seyircisi olan ben, sadece ben, bu mimiklerin şifresini çözebilirdim: Berna daha önce hiç bahsetmediği, çok önemli bir şey konuşacaktı benimle. Bu, Çetin hakkında değildi, bambaşka, yepyeni bir konuydu. Sabah sabah çalan uğursuz telefon ile karabasanım Uzun Gölge’nin kehanetleri, şom sözleri ağır ağır yaklaşıyordu: Fena şeyler olacak, çok fena.
Romanın tanıtım videosu için;

https://vimeo.com/738183713

https://drive.google.com/file/d/1hPifwieUUxEZr6lcWBhLtmqHXCq7Yh6n/view?usp=sharing

Eser: Fena Şeyler, Mutlu Sonlar

Eser Alt Başlığı: Herkes Kendi Yazdığı Hikâyeye İnanır, Bir Başkası Bunu Değiştirene Dek

Yazar: Ceyda Aşar

Yayınevi: Karakarga Yayınları

Türü: Roman

Sayfa Sayısı: 288

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir