ADI PEMBEYDİ
Bir karmaşa haliydi okul çıkışlarımız. Aynı anda ayağa kalkan, toplanmaya çalışan kırk küçük nefestik biz. Her birimiz ayrı duygularda toplar doldururduk günü çantalarımıza. Kiminin gözleri dolu; saçından beyaz yakasına düşen utancını tıkıyor çantasına. Kiminin ağzına kadar akmış sümüğü; çekiveriyor fermuarını hastalığının üstüne bir çırpıda.
Sonra mahalledeki maça yetişmeye çalışan kara saçlı oğlanlar, evcilik oynamanın hevesindeki örgülü saçla kızlar. Sırtımızda koca çantalarımız, boynumuzda çan gibi sallanan suluklarımızla veda ederdik kara tahtaya. Çıkış kapısına doğru koşarken tüm koridora, hatta tüm okula sinmiş ağır sidik kokusu eşlik ederdi bize. Önünde uzun kuyruklar oluşan, sadece gazoz ve simit satan kooperatifin yanından geçer, bir yığın halinde birikirdik çıkış kapısında. Mavi önlüklü, ak saçlı şişman hademe kapının hemen önünde durur; heybetli bakışlarıyla karşılardı bizi. İtiş kakış içinde kendini dışarı atmaya çalışan öğrencileri sıraya dizmeye çalışır, gür sesiyle titretirdi küçük bedenlerimizi.
O vakit daha da küçülür bir cıva gibi sızmaya çalışırdık okul bahçesine. Kapkara bir neşe doldururdu bahçeyi. Okulun hemen karşısındaki deri konfeksiyonlarından yayılan ağır, koyu gri duman soluğumuzu keser ama eksiltemezdi neşemizi. Susuz, topraksız taşların arasından inadına yeşeren çiçekler gibiydik biz. Yanı başımızdaki çingene mahallesinden akan köpüklü sular, okul bahçesinin yosun tutmuş taşlarını ıslatır, sabun kokusuyla yosun kokusu karışırdı birbirine. Davullar, zurnalar, bitmeyen kavga sesleri kanıksadığımız seslerdi. Her sabah “Yanınıza yaklaşan olursa çığlık atın” tembihleriyle uğurlanırdık okul yoluna. Oysa hiçbir vakit ne kaçırılan oldu ne de çingenelerce tartaklanan. Vahşi ormanlarda yaşayan hayvanlar gibi sezgiseldik birbirimize.
Bizler için en büyük şenlik okul bahçesinin hemen dışında başlardı. Bir panayır alayına benzerdi okul sokağı. Her gün yan yana dizilirdi lahmacuncu, renkli macun satıcısı, baloncu ve pembe muhallebici. Beyaz ahşap sepetteki lahmacunların kokusu tarifsiz bir iştahla sulandırırdı ağzımızı. Hemen yanında duran renkli macun satıcısı teknesinin demirine vura vura gök kuşağının tüm renklerini sarardı çubuklara. Her gün bir balon karışırdı gri, kara bulutların arasına.
O ise hiç ses etmeden her zamanki yerinde dururdu. Gürültüsüz, sakin. Kenarları yeşil çerçeveli tezgâhın içinde küçük yuvarlak kaplardaki muhallebiler, pembe güller gibi görünürdü gözüme. Adını hiç öğrenemediğimiz aksakallı muhallebici dede, başında takkesi ve tezgâhına uyumlu yeşil örgü yeleği ile elleri titreyerek verirdi muhallebileri avuçlarımıza. Yanına yaklaşana da “Hanım yapıyor temiz bunlar kızanım” der güven verirdi bize. “Sakın yeme!” dedikleri her şey gibi hatta en lezzetlisiydi muhallebi. Lahmacun eşek etindendi muhakkak. Tatlı macunun içindeki boya kimyasal boyaydı. Ama muhallebi olsa olsa şekerden yapılmıştı. Hiç dayanamazdık muhallebiye. Tanesi yirmi beş liraydı. Beynime nakşedilen zehirlenme korkusundan ben bir tane yerdim. Abim ise hiç affetmez beş tanesini peş peşe indirirdi midesine. Muhallebici okul çıkışından sonraki ilk durağımızdı. Sonrası eve doğru çıktığımız dik yokuş. Sırtımızdaki yükler hiç yokmuşçasına bir keçi kadar hızlı çıkardık eve giden o yokuşu.
Yine abimin beş, benim bir adet pembe muhallebi yediğimiz bir gündü. Damağımızda o tarifsiz tatla eve varmıştık. İçeri girdiğimizde oturma odasındaki kanepede kıvrılmış uyuyan yaşlı bir kadın gördük. Başındaki örtüyü yüzünün yarısına kadar çekmişti. Damarları köklerine kadar uzanan ince uzun elleriyle örtüsünü yüzüne yapıştırmıştı. Esasen evde yaşlı insan görmeye alışıktık. Babaannem, anneannem arada bir babamın büyük halası aynı huzur dolu uykuya yatarlardı o odada, o kanepede. Annemi ziyaret eden yaşlıların sayısı pek çoktu. Garipsemediysek de kim olduğunu çıkaramadık. Bizdeki yaşlıların hepsi kiloluydu. Benzer uzun entarilerin altında yün içlikleri olurdu. Misafirliğe gideceklerse ayaklarına ten rengi parizyen çorap giyerlerdi. İç göstermeyecek kadar kalın olan bu parizyen çorapları içliklerini örtmek için dizlerine kadar çekerlerdi. Gerisi alabildiğine içlikti. Soymaya kalksanız, tenlerine ulaşabilmek için bir arkeolog gibi titiz çalışmanız gerekebilirdi. Bu yaşlı kadının altında ise bir şalvar vardı. Kalın kahverengi pazenden bir şalvar. Üzeri beyaz minik çiçeklerle dolu bir şalvar. Üstünde aynı renkte örgü bir yelek ve annemin uyuklama battaniyesi. Üstelik üzerindeki kıyafetler olmasa küçük bir çocuk sanılacak kadar zayıf ve kısaydı. Onu uyandırmaktan korkar adımlarla içeri girdik. Çantalarımızı odamızı bıraktıktan sonra annem karşıladı bizi. Abimin ağzının kenarında kalan pembe leke ele vermişti yediklerimizi.
-Yine mi muhallebi?
-Bir tane anne.
-Ben de bir tane.
-Hani paranız bakayım?
Abim atladı söze. Keskin zekâsını gösterdi hemen.
-Sakız almıştık bir de çikolata. Bitti yani.
-Sen yapsan anne o muhallebiden, diye direttim yine.
-Yaptım kaç kere; yemiyorsunuz.
-Ama öyle değil anne! Pembe olacak. Sen beyaz yapıyorsun.
-Kızım içine boya atıyorlar; ondan pembe. Onun için de yemeyin diyorum. Anlamıyorsunuz beni siz. Bir gün zehirleneceksiniz, o zaman anlayacaksınız.
İçeriden bir ses geldi. Narin bir esneme. Sonra bir hıçkırık. Tek seferlik. Ardından sesi duyuldu. Bir kuş cıvıltısı gibi. Bedenine yakışan ince bir tını.
-Kızamık şekeridir o kızanım.
-Uyandın mı teyze, dedi annem.
-Uyandım kızanım. Ömrüne bereket olsun.
Sonra devam etti.
-Deyin bakayım nereden aldınız muhallebileri.
-Okulun önündeki yaşlı dededen.
-Oh! Ne iyi etmişsiniz afiyet şeker olsun. Ellerimle yaptıydım ben onları. İsterseniz yapayım size de.
Bir rüyaydı sanki. Düşler ülkesine, yok hayır muhallebiler cennetine bir yolculuktu bu. Benim de abimin de şaşkınlıktan dilimiz tutulmuştu. Kızamık şekeri çınlıyordu kulaklarımda. Kızamık olduğuma beni sevindiren kızamık şekeri. Okulda birçok çocuk kızamık geçirmiş, her geçiren sanki bir ödül kazanmış gibi anlatmıştı doyasıya yediği kızamık şekerini. Ne çok sevinmiştim annemin elinde şekeri görünce. Kare şeklinde en kırmızından bir kaya parçası gibiydi. Sokakta bulunan bir hazine gibi. Kemirdikçe ağızda bıraktığı renkli tat, insana bol su içme hissi yaratıyordu. Çölde kaktüs yiyen develer gibi kemirdikçe kan doluyordu ağzıma sonra yine susatıyordu. Adını kızamık hastalığından alan kızamık şekeri. Kırmızı kurdeleli lohusaların şerbeti. Karanfil, tarçın, zencefil. Her bir tat başkalaşıyordu onunla. Oysa ben onu olduğu gibi kırmızı bir kaya parçası olarak kemirmeyi sevmiştim. Yaşlı teyze de kızamık şekeri demişti. Muhallebilerin pembe olmasının nedeni boya değil kızamık şekeriydi.
-Muhallebinin içinde kızamık şekeri mi var?
-Var ya kızanım; alsanız hemen yapıverirdim size.
Sonrası bir cümbüş. Koskoca bir kazanda kaynatılan, pembe muhallebinin başında bekleyen dört çocuk. Ablam, abim kardeşim ve ben. En mutluları ben ve abim. Suya nişasta ve kızamık şekerini attı yaşlı teyze. Annemin ısrarıyla birazda süt ekledi. Tüm kazan yavaş yavaş kan kırmızısı köpüklerle doldu. Bir süre sonra onca kırmızılık o tatlı gül pembesi rengine döndü. Mavi, kalın damarlı ellerinden bir mucize filizlenmişti. Pembe muhallebi hazırdı. Soğuması için kaplara alındı. Sevdiğim şeylerin hemen bitmesi üzerdi beni. Hakkıma düşeni saklamak istediysem de her gün beş muhallebi yiyen abimin bana düşenleri de yemesinden korktuğum için hepsini yedim. Uzun bir süre pembe muhallebiye olan açlığım son bulmuştu.
Yaşlı teyzenin aynı odada, ayı kanepede, anne karnındaymışçasına uykuya dalışları devam etti. Yine okuldan geldiğim bir gün onu uyurken gördüm. Kış vaktiydi. Akşam ezanın saat beş civarı okunduğu zamanlardı. Ezan sesiyle birlikte irkilerek açtı gözlerini.
-Şadırvanı temiz etti miydim? Akşam ezanı mı bu? Güllere tepeden su atmasa bari, diyerek kendi kendine söylendi. Aklı karıştı sandım. Yanında ödevimi yapıyordum. Her gün biz okuldayken gelen ve akşam yemeğinden sonra evine dönen yaşlı teyzenin, neden her gün bizde uyuduğunu o gün öğrendim. Bulgaristan’da yaşayan Müslüman Türklerdendi. Kendi dillerini konuşmaları bile yasaklanınca neleri varsa geride bırakarak anavatanlarına dönmüşlerdi. Cezaevine kapatılan ve sürgün edilen yakınlarını o zulüm içinde bırakmanın acısı vurmuştu gözlerine. İnce kemiklerinin örten derisi; avuçlanıp sıkılmış, buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibiydi. Güçsüz ve umutsuzdu. Yakınımızdaki caminin avlusundaki tek göz odada yaşıyorlardı. Minnetlerini göstermek için de camiyi temiz tutuyorlardı. Soğuk cami avlusundaki, nemli, soğuk odada ciğerlerini üşütmüştü teyze. Sonra annemi bulmuştu ya da annem onu. Bir süre daha pembe muhallebiler evimizde kaynamaya devam etti. Göç hikâyelerini bir masal gibi anlatmak, türlü türlü yemekler yapmak dindiriyordu vatanına özlemini. Hiç tanımadığı bu ailede yaşama tutunuyordu teyze. Sonra gelmez oldu.
Bir zaman sonra da adını öğrendim; Pembe’ydi.
Selası okundu camide.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.