KAPAK (19)

Özlem Çuhadar

UNUTMAYA YAZGILI HALKIN KADIN KAHRAMANLARI

“Edebi Metinlerde Çingene Temsili”

Yerleşik kültür oluşturan, kentler kuran insanlar, zamanla kent kültürü içerisinde ayrıksı duran her topluluğa karşı, mağrur bir bakışla kendisini savunmaya alacak anlamlar yüklemiştir.  Kendini dayatamamanın yarattığı etki değersizleştirmeye neden olmakta, bunu gizleyebilmek adına da fantezi alanını besleyen bir atmosfer yaratmaktadır. Çingene yaşamının edebi metinlerde yer alma biçimi de bu çarpık durumun etkisi altındadır. Hindistan’dan başlayan zorunlu Çingene göçü, sanki onların başından itibaren bile isteye tercihleriymiş, sürekli göçebe durumda yaşamayı çok seviyorlarmış ön kabulü, Çingene yaşamını gerçekçi biçimde yorumlamayı güçleştirir. Oysaki Edward Said “En hüzünlü yazgılardan biridir sürgün” demektedir Entelektüel adlı kitabında[1].  

Öncelikle Rus edebiyatının öncü yazarlarından Puşkin’in 1824 yılında yazdığı aynı zamanda dekabrist bir yurtseverin sürgünlük ve kendisiyle hesaplaşma hikâyesi gibi de okunabilecek Çingeneler[2] adlı şiirine bakalım. Bu eserde Aleko’nun, dönemin baskıcı siyasi ortamından kaçarak adeta sığındığı Çingene çergisinde yaşadığı olaylar ve onun ikili ruh hali yansıtılır. Puşkin, kahramanı üzerinden felsefi çıkarımlarda bulunarak simgesel bir anlatımı tercih etmiştir. Aleko Çingene kızı Zemfira’ya âşık olur ve onun sayesinde Çingeneler arasında güvenli bir şekilde yaşar. Zemfira’ya kentin bunaltıcı olduğunu, kentli insanların bahar kokusundan, sevgiden yoksun olduklarını ve putların önünde boyun büktüklerini anlatan Aleko, sevgilisiyle birlikte bu gönüllü sürgünlüğü hep yaşamayı dilemektedir. Ancak Zemfira’nın başka bir gençle birlikte olduğunu öğrenince gayda sesiyle coştuğu, su sesiyle arındığı bu diyar, artık kendisi için bir kâbusa dönüşür; intikam duygusuyla yüreğinden aşkı def edip nefretin esiri olur. Sonunda bulunduğu çergide, kızın yaşlı babasının sözleriyle anlaşılır niçin turnaların çığlıklar eşliğinde göğe savrulduğu.
“Terk et bizleri sen mağrur kişi!
Bizler ilkeliz, yok yasalarımız
Biz insanı parçalamıyoruz, biz asmıyoruz
Bize yok gereği kanın ve ıstırabın
Ama bir caniyle yaşamak istemiyoruz…
Sen ilkel baht için doğmamışsın,
Sen kendine özgürlük diliyorsun yalnız;
Bize dehşet verir düşünüşün senin
Biz korkağız ve iyi ruhumuz,
Sen kötü ve cesursun terk et bizleri,
Elveda, esenlikler seninle olsun.[3]
Fransız yazar Prosper Merımee’nin yazdığı Carmen adlı romanın da Puşkin etkisiyle yazıldığı söylenebilir.
Çünkü Rus edebiyatı çevirmeni olan Merimee drama türündeki eserlerinde ağırlıklı olarak Puşkin etkisinde kalmıştır. Nitekim romanda sevgilisinden intikam almak isteyen erkeğin yarattığı vahşet; aşk, kıskançlık, intikam izlekleriyle paralel durmaktadır. Sonraki yıllarda Bizet bu romanı operaya uyarlayarak tüm zamanların en etkili ve eleştiri alan eserlerinden birini yaratmıştır. Berna Günen’e göre Carmen’e karşı ortak tutumda asıl belirleyici olan ise eserin alt sınıftan insanları ele almasıdır.[4] Puşkin, Merımee ve Bizet’te yaratılan Çingene kadın tiplemesi, âşığı kandırarak yoldan çıkartan ve onun felaketine neden olan kişi olarak olumsuz bir içeriğe bürünür.
Carmen tiplemesi daha sonraki yıllarda aşkı özgür biçimde yaşamak isteyen kadın anlatımına da esin kaynağı olmuştur.
Michel Foucault Cinselliğin Tarihi[5] kitabında özellikle Viktoryen dönemde burjuvazinin cinselliği denetleyen, onu sadece çocuk sahibi olma aracına indirgeyen tavrını açıklamakta ve bu tavrın birtakım kurumlar kanalıyla esnetildiğini, bu nedenle de ikiyüzlü bir cinsellik algısının yerleştirildiğini vurgulamaktadır. Yasaklanan, aile dışında meşru sayılmayan cinsellik algısı zamanla merak ögesiyle de birleşerek kadını arzu nesnesine dönüştüren bir şekle bürünür.  Yine kentin keskin hatları dışında daha özgür ve yasaksız bir uzamda, tam da bilinmeyen yaşamlarıyla Çingene kadınların öne çıkması aşk, cinsellik ve şiddet sarmalı içerisinde cazip görünmektedir. Zemfira ve Carmen’in ortak yazgısı ve her iki eserde de bu sorgulamayı yapan yazarların karakterlerini burjuva ahlakının beklediği şekilde cezalandırması da oldukça düşündürücüdür.
Puşkin eserinde Çingene yaşamını, onların yaşadığı doğal ortamı romantizm akımının da etkisiyle yücelterek betimlerken, Aleko’nun işlediği cinayete rağmen soğukkanlı duruşu ve eserin sonunda onların arasında da mutluluğu bulamayacağını ifade etmesi tam da bu ikiyüzlü ahlak anlayışının yansımasıdır.
Carmen’de ise karakterin, baştan çıkaran kadın olarak betimlenmesiyle trajik son sanki eser içerisinde hazırlanmış ve cinayet aklanmak istenmiştir. Yine bu aşamada, her iki eserde de yaşananlar Freudyen bir bakışla değerlendirildiğinde karakterlerin bilinçdışına doğru yaptıkları bir yolculuğun tamamlanması olarak yorumlanabilir. İnsanın temel güdülerinin cinsellik ve saldırganlık olduğunu detaylı bir şekilde aktaran Freud,  modern toplumların bu güdüleri, baskılamaya çalıştığını vurgulamıştır. Öyleyse uygarlığın etkilerinden kurtulmaya çalışan Aleko’nun kendisini baskılayan faktörler ortadan kalktığında, kendi doğası ve gerçekliği karşısında bir sınav verdiği de söylenebilir.
Maksim Gorki’nin ilk dönem öykülerinden biri olan Makar Çudra adlı kısa öyküde de Çingene yaşamı, özellikle yaşlı bilgenin karşılaştırmalı anlatımlarıyla renklenmiş; özgürlüğün, aşktan da üstün olduğu mesajı geriye dönüş tekniğiyle Layko ve Radda’nın tercihleriyle somutlanmıştır. Layko’nun bütün obanın önünde ayaklarına kapanmasını isteyen güzeller güzeli, kibirli Radda, öykünün sonunda yine acımasızca cezalandırılır ve gururlu bir Çingene gencini bu şekilde incitmemesi gerektiğini anlayabilmesi için nedense yine ölmek zorunda bırakılır. Fakat bu eserde farklı olarak Layko da Radda’nın babası tarafından öldürülür ve böylece iki sevgilinin yazgısı eşitlenmiş olur. Öyküdeki şiirsel ifadeler, karşıtlıklardan yararlanma becerisi, doğal yaşam ve Çingenelerin gündelik yaşamlarına dair betimlemeler de romantizmin realizmle kesiştiği bir üslup özelliği oluşturmaktadır.
Sabahattin Ali’nin ilk dönem ürünlerinden olan Değirmen, Makar Çudra’yla ve üslup özellikleri bakımından genel olarak Rus yazınındaki Çingene anlatımıyla benzer özellikler taşımaktadır.
Değirmen, çerginin kurulduğu yer olmasının dışında öykü içerisinde güçlü bir metafor olarak yer alır. Değirmen betimlemesiyle başlayan öyküde olay örgüsü, Makar Çudra öyküsünde de olduğu gibi, aynı zamanda öykünün kahramanlarından biri olan yaşlı çeribaşının anlattıkları üzerinden takip edilmektedir. Bu öyküde de Çingenelerin göçebe yaşamlarından görsel yansımalarla birlikte, keman ve klarnet çalan gençlerden biri olan yakışıklı, cesur, içli klarnet sanatçısı Atmaca’yla değirmencinin vakur, gizemli kızı arasındaki aşk öne çıkar. Anlatıcı sorgular adaşını ve der ki:
“Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz… Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler”[6]
Sabahattin Ali’nin, sevgiyi gerçek anlamda Çingenelerin yaşayabileceğine yönelik vurgusu, onun Çingeneleri belki de doğal ortama en yakın insanlar olarak tasvir etmesiyle ilişkilendirilebilir.
Rousseau felsefesinde de insanın özünde iyi olduğu ancak toplum içerisinde bozulduğu fikri ifade edilir. Yine “İnsan hür doğar, hâlbuki her yerde zincire vurulmuştur.”[7] sözünden de anlaşılacağı üzere, eşitlik düşüncesini öne çıkaran pek çok yazara, siyasetçiye de esin kaynağı olmuş bir romantizmden söz etmek mümkündür. Doğaya yakın ve dış etkilerden uzakta olan insanların daha temiz kaldığına dikkat çeken ve uygarlığın insanın özündeki güzellikleri bozmaması gerektiğine değinen Rousseau felsefesi, Sabahattin Ali’nin Değirmen öyküsünde de yerleşik yaşam ve göçebe yaşam betimlemesi içerisine serpiştirilmiştir. Ayrıca Makar Çudra’daki aşk- özgürlük izleği bu öyküde Çingene güzellemesi şeklinde devam eder; fakat farklı olarak bir karşıtlık yaratılmamış, zaten yaşam tarzları gereği özgür olan Çingenelerin aşkı da en yoğun yaşayan insanlar olduklarına dair bir tez, Atmaca’nın fedakârlığı üzerinden lirik bir tonda aktarılmıştır.
Çingene yaşamını özgürlük ve sevdalanma izlekleriyle birlikte ele alan Raziye romanı ise Melih Cevdet Anday’ın aydın karmaşasını katmanlı anlattığı ve karakterin kimliğinin birtakım ipuçlarıyla bulunabildiği modernist bir roman özelliği taşımaktadır.
Anlatıcı, romanın başında “Özgürlüğün, yalnızlığı ve doğayı gerektirdiği düşüncesi bir kuş gibi uçuşmaya başladı önümde.”[8] diyerek, yaşamak istediği atmosferi sezdirir. Ancak yalnız olmayı dilerken bir sevdaya da yelken açtığının henüz farkında değildir. Sigmund Freud Uygarlığın Huzursuzluğu [9] kitabında diğer insanlardan kendini soyutlamanın, inzivaya çekilmenin bir nevi insan ilişkilerinden kaynaklanabilecek olası sıkıntılara karşı korunma yöntemlerinin başında düşünüldüğünü ifade eder. Ayrıca özgürlük talebinin uygarlığın belirli türleriyle bağdaşmadığını, ona karşıt bir tavır geliştirdiğini ve insanın bireysel özgürlük talebini, kitlenin iradesine karşı her daim savunacağını yinelemektedir.
Raziye romanında anlatıcı, gençlik olaylarının yoğun olduğu bir dönemde sığınmıştır dayısının evine. Bu nedenle bir sürgünlük durumu da söz konusudur.
Onun, bulunduğu ortama ve kendisine dair sorgulamaları da zamanla dayısının gizemli yaşamına daha fazla dâhil olmasına neden olacaktır. Dayının Vedia’yla iletişiminde sürekli olarak Vedia’yı eğitmeye çalışan tutumu, Ahmet Mithat Efendi’nin Çingene romanındaki Ziba’yı çağrıştırır. Ziba bu romanda, yazarın tezine bağlı olarak eğitimle yüceltilmek istenen ilkel insan örneği olarak sunulmuştur. Çingene bir kızdan hanımefendi yaratma çabası Raziye romanındaki dayının da hedefi haline gelmiştir. Bu romanda, karakterin etnik kimliği roman içerisinde hemen açıklanmaz ve Raziye’nin hasır örmeyi sevdiği belirtilerek yine onun söylediği şarkıların ilginç sözlerine dikkat çekmek şeklinde dolaylı olarak ifade edilir.
“Dayım birden var gücü ile bağırmaya başladı, paylıyordu kızı.
“Ne demek o ‘Hoş gelmişsiniz?’ “Hoş geldiniz,” demeyi unuttun mu? Bir daha söyle!”[10]
Romanın ilerleyen sayfalarında, kendisine soylu bir kızı evlat edindiğini söyleyen dayısının aktardığı bilgileri sorgulayan anlatıcı, Vedia’nın davranışlarıyla bir türlü örtüştüremediği bir sırrı da çözmeye çalışır. Vedia,  dayının yaşamındaki pek çok bilinmeyeni çözmek adına anlatıcının ilgisini çekerken giderek büyük bir tutkunun ve arzu nesnesinin adı olur.
Dayının paranoyak bir şekilde sürekli olarak Çingenelerin gelmesinden korkması ve onlara dair çıkarımları,  oluşturulan Çingene algısı üzerinden de romanı değerlendirmemizi sağlar.
“Çingenelerin geldiğini duydun mu? diyordu. Bu kez kuzeybatıdan inmişler. Bunların yürüyüşü on birinci yüzyıldan beri durmak bilmiyor. Deli olacağım. Çingene demek, soruların ortadan kalkması demektir. Çingene soru sormaz, ona sorulunca yanıt vermez. Çünkü Çingene için yaşam da dünya da sorusuzdur.”[11]
Romanın sonlarına doğru asıl adının Raziye olduğunu ve Çingenelerden evlatlık alındığını itiraf eden Vedia, olayların anlatıcısı olan kahramanımızı pek de şaşırtmaz. Bu itirafın ardından Çingene kimliğine dair öğrendiği şeyleri coşkuyla aktarır Raziye. Romanda anlatıcının hissedip bütünleyemediği gizem, bu açıklamaların ardından çözülmüştür çözülmesine de Çingene kadın üzerinden fantezi dünyasını besleyen fiziksel ve tinsel portre oluşturma kaygısı da anlatıcının içine düştüğü bir tuzak olarak durmaktadır. Neyse ki Raziye’nin yaptığı seçim, onu kendi dünyalarında şehvetle, tutkuyla donatan dayı ve yeğeni renksiz bir dünyayla baş başa bırakır.
Ziba’dan farklı olarak kendisine sunulan bütün olanaklara rağmen Çingene olmayı tercih eder Vedia. Daha doğrusu Vedia’dan sıyrılıp Raziye olur, ardında pek çok soru bırakarak… 
Raziye olmak,  bir başka ifadeyle mülkü, yerleşik yaşamı, modern insana dayatılan kuralları geride bırakıp doğanın içinde doğayla ve kendi doğamızla barışık yaşamak fikri, Çingene yaşamını bir kuşağın keşif alanına dönüştürmüştür. İşte bu keşif, yaşam tarzları, politik duruşlarıyla kentlerin egemenlerini, iktidar erkini rahatsız eden 68 kuşağından bazı yansımaları da içerir.
“Entelektüelin bir görevi de insan düşüncesini ve insanlar arası iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgemeci kategorileri kırmaktır.” [12] sözünü, özellikle sanat alanındaki üretimleriyle barışın ve özgürlüğün sesine dönüştüren bir iradedir söz konusu olan.
Bu kuşağın en güçlü seslerinden biri olan barış elçisi Joan Baez’ın İskoç Çingenesi annesi,[13] Baez ailesindeki demokratik, sevecen yapının da önemli bir paydaşıdır.
Joan Baez’la adeta özdeşleşen bir şarkının sözleriyle anımsarız isyanın gençlerini. Yine bu şarkıyı,  Auschwitz toplama kampına götürülenlerin trende söylediğini ve rayların üzerinden giderken tren, aynı zamanda binlerce Çingene’nin gaz odalarına taşınan yolculuğunu da düşündüğümüzde kızıl bir ağıt akar nehirlere.
“Nasıl da gülüyor rüzgâr
Gülüyor tüm gücüyle.
Gülüyor, gülüyor gün boyu
Ve yaz gecelerinin ortasında.
Donna donna donna…”[14]

 

[1] Edward Said, Entelektüel, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı, 2020, s.58

[2] Puşkin, Bakır Atlı,  Çeviren: Azer Yaran, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, 2000

[3] A.g.e: s.75-76

[4] Prosper Merımee, Carmen, İş Bankası Kültür Yayınları,2021, sunuş yazısı v.

[5] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Çeviri: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı, 2007

[6] Sabahattin Ali, Değirmen, YKY, 2008, s.14

[7] J.J.Rousseau, Toplum Anlaşması, Çev:  Vedat Günyol, MEB Yayınları, 1997, s.2

[8] Melih Cevdet Anday, Raziye, Everest Yayınları, 2010, s.3

[9] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu,  Çev: Haluk Barışcan, Metis, 2011

[10] Melih Cevdet Anday, Raziye, Everest Yayınları, 2010, s.10

[11] A.g.e, s.116

[12] [12] Edward Said, Entelektüel, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı, 2020, s.11

[13] Burak Eldem, Mayıs Çiçeğinden Barış Türküsüne Joan Baez, İmge, 1986,s.36

[14] A.g.e, s. 85

Diğer kitap, analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir