KAPAK (39)
Sülbiye Yıldırım

ENİS BATUR-ELMA*

Bir Ressam ve Bir Osmanlı Paşası ile

Elma* Üzerine Felsefe

 

“Her yolculuğun ilk gizemi, gezginin başlangıç noktasına nasıl ulaştığıdır.”

Louise Bogan

Okumak, anlamın peşinde kitaplar arası yolculuk yapmaktır. Anlama ulaşmak adına gezginliğe ömrünü adamış okurlar için, yolculuğun bilinmezliğinde sürpriz duraklar sunan iyi kitaplar vazgeçilmezdir. Elma* da gezdirirken düşündüren, sorgulamalara yol açan, anlamı derinleştiren bir kitap. Üstelik okumayla birlikte resim sanatının en güzel yapıtlarını tanımanıza yardım eden, onlara sanat okuryazarlığı gözlüğüyle bakmanızı sağlayan bir yapıt.

Yayınlandığı günden başlayan maceralı bir yolculuğu olmuş Elma*’nın. Önce kapağındaki Courbet tablosu yüzünden yargılanıp iki yıl okurdan uzaklaştırılmış. Fransa, Arnavutluk ve Romanya’da çevirileri yayınlanmış ve “İfade Özgürlüğü Nişanı” almış. Yetmemiş, yasaklayan mahkemenin gerekçesine inat, Courbet kaynaklarında adı geçen, üzerine kitap yazılan bir roman olarak varlığını pekiştirmiş
İsterseniz, Gustave Courbet’nin Gerçekçilik Manifestosu gibi duran L’Orgine du Monde tablosuyla, hapishane günlerinde yaptığı ölü doğa resimlerinin ana figürü olan elma arasında sağlam bir köprü kuran Enis Batur’un “Örgü Teknikleri Üzerine Bir Roman Denemesi” olduğunu belirttiği romanını birlikte okuyalım.
Ama uyarmalıyım, Elma*’yı okurken, kurgu mu, gerçek mi düşüncesi arasında salınıp duracaksınız. Ayrıca anlatının bir parçası olup yazarla, mekânla, zamanla ve göstergelerle ilişkiye girmekten kendinizi alamayacaksınız. Anlayacağınız, yazar bizi Elma*’yla birlikte farklı bir okuma yolculuğuna davet ediyor.
Yolculuğumuz trenle başlıyor. İlk durağımız 19. yüzyılın ortasındaki Paris olacak.
Varmadan önceki son saatlerdeyiz. Trenin bitişe varmanın sabırsızlığına eşlik eden ritmik tıkırtısı uykumuzu kaçırıyor. Yavaşça kalkıp kompartımandan çıkıyoruz. Koridorda ilerliyoruz. Loş ışıkta, karanlıkta akıp giden bozkıra gözlerini dikmiş, kısa boylu, tıknaz, gür siyah sakallı, ağzında piposu bir adam dikkatimizi çekiyor. Yaklaşıyoruz. Osmanlının Petersburg elçisi Halil Şerif Paşa bu! Mavi camlı gözlüğünden tanıyoruz onu.
Çok sürmüyor, bir kompartımanın daha kapısı açılıyor, Halil Paşa’nın yanına ondan fazla uzun sayılmayan, kızıl sakallı başka bir adam geliyor. Gözlerimize inanamıyoruz, Dostoyevski!
Hararetle konuşmaya başlıyorlar. Tarihi bir an! Nezaket kurallarına boş verip yaklaşıyoruz, tartışmalarına kulak kabartıyoruz. Uykusuzluk başta olmak üzere, Petersburg, Puşkin, Çernişevski, Nekrassov, özellikle edebiyat ve sanatın diğer dalları hakkında derinlikli bir sohbeti zevkle dinliyoruz. Halil Paşa’nın derinliği karşısında tarihimize, özellikle de kültür tarihimize yabancı olan bizler gibi Dostoyevski de şaşırıyor. Bir yabancının, üstelik bir Osmanlı diplomatının sanat hakkında bu denli hâkim konuşması, üstelik Çernişevski hakkındaki övücü sözleri ve Belinsky’i de onaylayacağını belirten cümlelerle konuyu derinleştirmesi hiç hoşuna gitmiyor. Rus aydınlarını batı hayranlığıyla suçluyor. Sert cümleler sıralıyor.
Halil Paşa piposunu tazeleyip onu dinliyor. Sonra sözü alıp edebiyattan resme uzanan ve aykırı birçok düşünceyi içeren bir dizi konuşma yapıyor. Ortak noktaya varamıyorlar. Derken sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, tren istasyona yaklaşırken, her ikisi de kompartımandaki eşyalarını toplayıp inmeye hazırlanıyorlar. Dostoyevski’nin gözü Halil Paşa’nın elindeki kitabın adına ilişiyor, Le Fleurs du Mal, fakat yazarın ismini okuyamıyor, müthiş merak ediyor. Biz ismi okuyoruz; Baudelaire.
Halil Paşa’nın peşine takılıyoruz. Doğu garından Paris’e giriyoruz birlikte. Hôtel Particulier’e** yerleşiyoruz. Halil Paşa’nın her gece dolup taşan salonundayız şimdi. Çariçenin yeğeni Prenses Savitzkaya’nın piyanosunu dinlerken, Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’ni ithaf ettiği Fransız yazar, eleştirmen Gautier’nin haşhaş sohbetlerine tanıklık ediyoruz. Devasa iki şarap fıçısının ortasında durduğu salonda kimler yok ki:
“Şairler, şair bozuntuları, ressamlar, sözüm ona ressamlar, vodvil köçekleri, konsoloslar, karikatüristler, feylesoflar, feylesof taslakları, hayatı hepten ıskalamışlar ve ıskalamaya adaylar, kumarbazlar, pahalı orospular, pahalı baronesler, müflis baronlar, kaçık bir hekim, ağzı bozuk bir İtalyan, melankolik bir soprano, samur kürkler, redingot, pırıl pırıl botlar, uşaklar, şamdanlar, Halil Bey’in ölene dek dolunay gibi eriteceği serveti var.” (Elma*, 55-56)
19.yüzyılın ilk yarısı geride kalmış. Avrupa’yı sarsan, kültürel yaşamı derinden etkileyen 1789 Fransız Devrimiyle birlikte başlayan alt üst oluşların yaşandığı bir zaman dilimindeyiz.
Bilimsel ilerlemenin etkisiyle üretimin makineleşmesi, ticaretin artması, çoğunluğu köylü olan Fransa’da kentleşmeyi ve köylünün kente göçünü hızlandırmış. Kentleşmeyle birlikte orta sınıf ve burjuva sınıfı güçlenmeye başlamış. Okuryazar oranının artmasıyla fikirsel uyanışlar; akılcılık, milliyetçilik ve bireycilik ortaya çıkmış. Kilise ve kraliyet egemenliğini yeni zengin sınıfa, burjuvaya bırakmak zorunda kalmış. Paranın gücünün odakta olduğu, paralı ve zengin olmanın ahlaklı demek olduğu bir anlayış, tüm dünyada hüküm sürmeye başlamış.
Paris’te emekçilerin sendika hakkı, işçi hakları gibi istekleri ve grevler sürerken, tarih de tuvaline uğuldayan ve patlamaya hazır bir kargaşa dönemini yaşayan toplumu çizmektedir.
Bütün bu oluşumlar içinde zenginleşmeyi sağlayan işçi sınıfı ve onun yoksulluğa mahkûmiyeti, insan haklarına aykırı sefil yaşamının sergilendiği kenar mahalleleri de tabloya, koyu bir renk olarak eklenir. III. Napolyon’un kendini kanıtlamak için Prusya’ya açtığı savaşı da fona yerleştiren ressamın fırça darbeleri gittikçe hızlanır. Bu hızda Paris Komünü de kızıl renklerle son figür olarak tam merkeze yerleşmekte ve tabloyu kırmızı renk ele geçirmektedir.
Tarihin treni Paris Komününe doğru hızla yaklaşmaktadır.
 
Bu arada zenginleşen ve sahneyi terk etmemekte direnen aristokrasi ve burjuvanın, sadece eğlenceye değil sanata olan ilgisi de devam eder. Salonlarını süslemede kullanmak üzere, hayali dünyanın perilerinin ve güzel kadınlarının resimlerinin yapımı için romantik ressamlara siparişler verir. Burjuvazinin ideolojisini de yansıtan bu resimler Proudhon’un tüm kızgınlığını üzerine çeker:
“Sanatçılar idealler peşinde koşup uçan periler, masum İsalar, güçlü melekler çizersiniz ama en yakınınızdaki akrabanızı ya da yakınınızdaki köylünüzü çizemezsiniz. Görmediğiniz şeyleri çizerseniz toplumu yozlaştırırsınız!” (Proudhon, Toplumsal Sanatın Prensipleri)
Proudhon bu sözleriyle realizmi işaret eder.
Yakın dostu Courbet’nin resimlerine tam da bu yüzden hayrandır. Çünkü Courbet, doğal olanla “tehlikeli ilişkiler”e girmeye başlamıştır çoktan. Taş kıran işçileri görüp resmetmekte, köydeki bir cenaze töreninin sıradanlığındaki köylüyü çizmekte, gerçeklerle insanları yüzleştirmektedir.
İnsanlığa dair her şeyi fethetmek isteyen Courbet, uçlarda yaşayan, keskin hatlarda bireyci bir yaklaşıma sahiptir. O insana dair olana ilgi duymaktadır. Ona göre, sanatçı sadece çizgilerde ve biçimde mükemmelliği yakalamanın peşinde olmamalıdır, doğayı ve insanı tüm yönleriyle ve coşkusuyla yansıtabilmelidir.
Sadece gözünün gördüklerine inanıp resimleyen bir ressamdır Courbet. İnsan öğesinin her katmanına önem vermektedir. Gerçekçilik akımının yaratıcısıdır.
Her yeni, eskinin yerini alırken karmaşa ve çatışmaya yol açar. Eskinin, yeninin yanında geçerliliğini yitirmeye başladığı an, aynı zamanda çürüdüğü andır çünkü yeni, bağrından çıktığı eskinin kabul etmeyeceği şeyleri dayatır zorunlu olarak. Bu dayatma sanatta da kendini gösterir. Skandal olarak nitelenen çok şey olur. Örneğin George Sand edebiyatta taşları yerinden oynatır. Manet’nin Olympia tablosunun sergilenmesi olaylı olur.
Hatırlarsanız biz de Paris’teyiz.
Resme meraklı, zengin bir koleksiyonu olan Halil Bey’le birlikte sergileri geziyoruz. Courbet’nin Papağanlı Kadın tablosunun başındayız. Hayranlıkla seyre dalıp zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyoruz bile. Halil Paşa bizi bırakıp Courbet’nin sergiye kabul edilmeyen resmi Venüs ve Psyche’yi görmeye, satın almaya gidiyor. Bir süre önce satın aldığı ve koleksiyonuna kattığı, İngres’in Türk Hamamı resminin yanına asacak onları. Fakat olmuyor, Venüs ve Psyche diğer adıyla Uyku kısa bir süre önce satıldığından eli boş dönüyor oteline.
Tabloyu alamamıştır ama bir dost kazanmıştır Halil Bey.
Sonraki günler de gidiş gelişler devam eder. Yaşadıkları çağın başlı başına özgün temsilcileri olan bu iki adamın kadınlar, aşk, kösnü ve ölüm üzerine konuşmalarına tanık oluruz ilerleyen zaman içinde. Hem de aynı divan üzerinde yan yana, diz dize oturarak, sabahlara dek süren konuşmalarınadır tanıklığımız.
“İki er, kadın gövdesine yaklaştıkça, onları ayıran her şey, dinleri, dilleri, coğrafyaları, kültürleri geri çekiliyor. Halil Bey Jeanne Tourbey’nin gözlerine, yüz hatlarına sinmiş meleksi kötülüğü anlatıyor, Courbet ise oradan elbiselerinin altında yanan kısık ateşe iniyor, sanki harlıyor onu sesi soluğuyla, susuyor.” (Elma*, 62)
Kadınların karanlık ve gizli dünyalarıdır sohbetlerinin konusu ama sohbet, kadınları soysuzlaştıran yarı güçsüz beysoyluların dilinden çok uzaktır. Konu ahlak, ahlaksızlık, çıplaklık üzerine derinleşir. Yaratılışa gelir dayanır. Sonunda L’Orgine du Monde fikri doğar: Dünyanın Başladığı Yer
 “Dünyanın Başladığı Yer isteğinin nesnesini görmekten, ona dimdik bakmaktan, ola ki görüldüğü ve bakıldığı sanrısıyla ödü kopan âdem bozuntularına göre bir iş değildir.” (Elma*, 63)
 Karakamunun kireçlenmiş ahlâkının doğduğu birkaç sayfalık yaradılış hikâyesi, kaskatı bir şekilde insanlığın beyninde dururken “(…) ‘Dünyanın Başladığı Yer’i anlamak, anlatmak mümkün müdür? Halil ve Gustave, bundandır, örtü peçe öngördüler. 1955’te Lacan bile ‘daha’ diyecekti.” (Elma*, 64)
Courbet, Halil Paşa’nın isteği tabloyu yapıp bitirdiğinde yıl 1866’dır.
Muhtemeldir ki bu tablo Courbet’nin, kendini daha çok manzara resimlerinde gösteren “mağara” imgelerinde aradığı, insanın bilinmezliğinin ilk noktasıydı. Çünkü o bilinmezliğin son noktasını Ornans’ta Gömme Töreni resminde çizmişti daha önce. Başlangıç noktasını bulmasına da Halil Şerif Paşa yardım etmiş, fikri o vermişti.
Mağara imgesi Courbet’nin Kara Kuyu Vadisi, Ornans’ta Gömme Töreni, Bahar Fouras ve daha birçok manzara resimlerinde vardır.
Resimlerin derinliklerinde bir yerlerde saklı bir mağarayı mutlaka görürsünüz Courbet’de. Bu derinlik özellikle Ornans’ta Gömme Töreni resminde mağara olmaktan çıkmış, bir gömme çukuruna dönüşmüştür. Toprakta açılmış, gösterişsiz derinliğiyle insanı bekleyen çukur… İnsan için “dünyanın başladığı ve dünyanın bittiği yer bir çukur değil midir?” gerçeği yüzümüze çarpar.
Onun için, ölünün gömüleceği çukurdan gözlerimizi kaçırdığımız gibi, Courbet’nin Dünyanın Başladığı Yer tablosuna da bakmaya cesaret edemiyoruz. L’ Origine du Monde sonuçta yüzü olmayan bir tablo. Birine ait olmamakla hepimize, her bir insana ait bir gerçek olarak yüzümüze çarpıyor. Ölüm duygusunu da mı pekiştiriyor ne? Onun için mi çekiniyoruz bakmaktan?
Barikatları yeniden kurup insanca yaşamayı talep eden 1871 Paris Komününün yenilgisinden sonra, barikatlardan sorumlu tutulan Courbet tutuklanıp hapsedilir.
Sonrasında da kendini ölü doğa resimlerine verir. Özellikle elma ve nar ister kız kardeşinden ve çokça natürmort yapar. İlginçtir, bu resimlerde model olarak, sadece elma ve nar vardır. Doğumun ve ölümün, hayatın ve bereketin simgesi olan nar ile kadının, dölün, doğurganlığın simgesi olan elma…
İşte burada Enis Batur bizi yeniden ele geçirir ve kadim yaratılış hikâyesine taşır.
Sonuçta da özgün bir Elma Kuramı oluşturur, yaratılış öyküsünü yeniden yazar. Romanın en can alıcı noktası bu kurama varıştır. Enis Batur bildiğimiz Âdem’le Havva’nın yaratılışı öyküsünde bir pencere açar ve bakışlarımızı başka bir tarafa çevirmemizi sağlar.
Tanrı dünyayı ve Cennet’i yarattıktan sonra, ona bakması için topraktan Âdem’i yaratır. Burnundan soluk üfleyerek Âdem’e can verir.
Yarattığı diğer canlılarla birlikte cennette istediği gibi yaşamasını, her ağacın meyvesinden canı istediği kadar yemesini söyler. Sadece Bilgi Ağacı’nın meyvesini yasaklar, asla yememesini emreder. Daha sonra da Âdem sıkılmasın diye Havva’yı yaratmaya karar verir. Âdem’i derin bir uykuya yatırır. Kaburga kemiğinden birini alır, üzerini etle kaplayarak kadını yaratır. Uyanan Âdem’e vererek onu isimlendirmesini ister. O da kendinden yaratılan kadına Havva ismini verir. İşte tam bu noktada başlar Enis Batur’un düşüncemizde yarattığı fırtına, sonuçta kasırgaya dönüşür.
İddiası odur ki; doğumun, insanın dünyaya geliş yerinin simgesi olan kadın cinsel organına gelmeden önce, dünyanın asıl başlangıcı Âdem’in kaburgasıydı. Çünkü ilk yaratılan olarak Âdem’den çıkan Havva, onun kaburgasının alındığı yarıktan çıkmıştır.
“Âdem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı.” (Yaratılış, 2:21)
 Yani kaburga kemiğinin vücuttan çıkarıldığı yerde bir açıklık oluşmuş ve tanrı onu etle kapatmıştır. Yani Âdem uyurken, sessiz, acısız bir şekilde Havva’yı doğurmuştur.
Sonrasında yasak meyveyi yediği ve Âdem’e de yedirdiği için, bu kez doğurma olayı acılı ve sancılı olacak şekilde Havva’ya verilir. Bu, Âdem’i kandırdığı için kadına verilen cezadır. Âdem Havva’yı doğururken sakin bir uykudayken, kadın doğururken bütün sinir hücreleri ağrıya odaklanır. Duyduğu hazzın cezasını çektiğini hep hatırlasın diye, korkunç acılar içinde doğurur. Âdem’in de elinde doğurduğu yerin kaybına karşılık Havva’nın tutuşturduğu, haz duyduğu anın simgesi olan elma kalır.
Yani elma bir bakıma Dünyanın Başladığı Yer’in Âdem’deki karşılığıdır. Elma Âdem’de cinselliğin, değiş tokuşun simgesidir. Artık Havva’nın insanı dünyaya fırlattığı yer Dünyanın Başladığı Yer’dir.
Havva’nın doğurmasıyla başlayan sorunlar Courbet’nin zihninin sürekli meşgul eder. O yüzden Paris Komününde hep en öndedir. Barikatlarda yüksek sesle, cennetten kovulurken verilen cezanın neden insanları yoksullaştırdığını sorgular durmadan. Yeryüzünde toprağı kazmaya başladığından bu yana insanın paylaşamadığı nedir? Neden birileri dişini tırnağı geçirdiği topraktan doyamazken, ötekiler emeksizce-zahmetsizce patlayıncaya kadar yer? Sesinin gürlüğü tutuklanmasına neden olur, o da sorularına cezaevinde natürmortlarla yanıt bulmaya çalışır.
İçindeki canlılığı öldüren, cevabını bulamadığı sorular ve yaratılışta verilen cezanın sırrını çözmek için durmadan elmaları çizer.
Yanıtını bulur mu bilinmez ama artık yorgun bir adamdır. Hapisten çıkınca zayıflayan bünyesinde patlak veren ateşli humma ölümün yakınlığını duyurur Courbet’ye. İsviçre’de Tour Peliz’de göl kıyısına yerleşir. İçi su dolu bir çukurun kenarındadır. Orada beklemeye koyulur yaşamının sonunu. Bir çukurdan, ötekine savruluşun bekleyişi, bu çukur kıyısında olur. Takvimler 31 Aralık 1877’yi göstermektedir.
Gittiği hiçbir yerde aradığını bulamamıştır Halil Paşa. Courbet’den sonra anlamını yitiren Paris’te herkes “(…) her vakit hayranlık duyduğu Daumier’in karikatürlerinin gaddar tiplemelerinin ete kemiğe bürünmüş çeşitlemeleriydi. Dar dünyalarını Dünya’nın merkezinde gördükleri için budala mutluluğunun sınırları arasında yaşıyorlardı.”(Elma*, 71)
Halil Paşa artık gezginliğine bir son vermek istemektedir, yorgundur o da.
Çok sevdiği İstanbul’a dönmesi için koşulan şartı yerine getirmekle uğraşmaktadır. Çıplak kadın resimleriyle dolu, dillere destan koleksiyonunun İstanbul’a girişi yasaklanmıştır. İçi kan ağlayarak koleksiyonunu elden çıkarır. İstanbul’a döner ama gezgin ruhu umduğunu bulamamıştır. Güneş çarpması sonucunda geçirdiği inme, ölümün derin mağarasının kapılarını açmıştır ona. Takvimler 12 Ocak 1879’u göstermektedir.
Okumayı burada noktalıyoruz. Elma* isimli roman denemesinden yola çıkarak, Courbet ve Halil Şefik Paşa’yla zaman yolculuğu yaptık.
İnsanın yaratıcılığının sınırlarının olmadığını ama sınırlandırılabileceğini keşfettik. Sonuçta sanatçının çağının yarattığı zamandan ayrı düşünülemeyeceğini, tarihin ve geleceğin baskısı altında kendini oluşturduğuna tanıklık ettik.
Gördük ki zaman ne kadar değişse de varoluşsal kavgamız içinde anlam yüklemeye çalıştığımız, adına ömür dediğimiz şey; çıktığımız karanlık, kör bir çukur ile sonunda göremeyeceğimiz karanlık bir başka kör çukur arasındaki süreye ekleyeceğimiz değerler değil midir?
O değerlerin derin düşünceler uyandıracak yankılar yapması hayaliyle, ustalara selam olsun…
 
 

*Elma* Örgü Teknikleri Üzerine Bir Roman Denemesi, Enis Batur (Sel Yayıncılık, Dördüncü Baskı: Şubat 2012)

**Hôtel Particulier: Fransa’da 17. ve 18. yüzyılda asil, ruhban sınıfı ve bazı ayrıcalıklı memurlara ait şehir saraylarını tanımlamak için kullanılan özel konak anlamına gelen yerleşmiş mimari bir terimdir.

 

Yazarımızın diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir