????????????????????????????????????
Fatma Burçak

TAHUKİ’NİN EVİ

Ev o gecenin, inşa edildiği zamandan bu yana gelmiş geçmiş olan tüm gecelerden farklı olduğunu biliyordu. Taşların emdiği, kapının bildiği, menteşelerin sezdiği her şeyi unutup kendini karanlığın getirdiklerine hazırladı. Bulutlar ayın önüne geçip iyice yere yaklaştılar. Kar, toz zerreleri halinde kentin üzerinde salınıyor birazdan çıkacak fırtınayı sessizce haber veriyordu.

 

Soğuk, karanlık ve kar gecenin zulmünü artırsa da onları görünmez hale getirdiği için şükredenler de vardı. Postalların sesleri kurtların ulumalarına karışırken duvar diplerindeki en koyu karanlıklara, kar tanelerinin pusuna karışan çelimsiz bir gölge mavi boyalı kapının kirişine saklandı. Kapı şöyle bir esneyip karanlığına çekti onu. Soğuktan şişip morarmış ellerini, donmak üzere olan parmaklarını birleştirip de kıvıramadığından yumruk yapamıyordu. Yarılmış dudaklarında takılı kalmış yarım yamalak bir duayla hayatta kalmak için değil, o mavi kapının ardında bir kadının olması ve açması için yakarıyordu.
Gücü tükenmiş, mecalsiz bir hayvanın çaresizliğiyle kapıya vurdu. Kendi kulaklarının bile zor duyduğu vuruş kapının menteşelerinden süzülüp taş duvarların iteklemesiyle Arzu’nun kulağına geldi. Kadın gözlerini açıp etrafı dinledi, duymaya çalıştı. Onu uyandıran sesi duyup duymadığından emin olamasa da kapının dışında biri olduğunu biliyordu. El yordamıyla karyolanın başına astığı yün sabahlığını buldu, ayaklarına çetiklerini geçirdi. Adam sıcak bir yatakta yatmanın özlemiyle uykunun derinliklerine gömülmüştü.
Ev, gece geleni alıp bağrına bastı. Kapı incelip saydamlaşarak iki kadının sıcaklığını kavuşturdu birbirine. İrileşen kar tanelerinin arasında silikleşen kadının kan çanağına dönmüş gözlerinden iki damla yaş yuvarlandı, kapının eşiğini dağladı. Göğsünden koparıp uzattığı bohça Takuhi’ydi. Onu al, bir isim ver, dedi. Agavni adında bir kadının küçük kızını her şeyden çok sevdiğini söyle bir gün, lütfen. Arzu Takuhi’ye sarılırken kar Agavni’nin izini silmişti bile. Kapının eşik taşında iki kara leke kaldı ondan geriye. Postalların sesi duyuldu, kurtlar uludu. Arzu kara bohçanın içinden Takuhi’yi çekip çıkardığında mavi mineli bir yüksük yere düştü. Ev, kendi ağlamaklı hıçkırığını fırtınanın uğultusuna kattığında kadının siyah saçlarının arasında bir beyaz tel parladı.
Tahire gözlerini açtığında annesinin sesi hâlâ kulaklarındaydı.
“Bir varmış bir yokmuş, dünyanın en güzel bebeği evini bulmak için yola koyulmuş ama öyle küçükmüş ki şaşıp kalmış. Onun kaybolacağını anlayan Agavni ile Takuhi isimli melekler yanına gelmişler. Evini bulmasına yardım etmişler, Arzu ile Mustafa’nın kapısına getirmişler. Kendilerini unutmaması için ona bir yüksük armağan etmişler, bir de eşik taşına ayaklarını sürmüşler.”
En sevdiği masalın kendisi için uydurulmuş olduğunu, arkadaşlarından hiçbirinin Takuhi ile Agavni’nin hikâyesini duymadıklarını, bilmediklerini anladığında sezinlemişti. Büyüdükçe, anlatılmayanları hatırlanmayan isimlerle birleştirmeye başladığında Takuhi ile Agavni’nin sırrı da evin sağır dilsiz duvarlarından dökülüvermişti. Annesi içini çeke çeke o geceyi anlatırken yıllarca bir mücevher gibi sakladığı mineli mavi yüksüğü de Tahire’nin ellerine bırakmış ve ilk kez “Ah Takuhi’m” diyerek saçlarını okşamıştı. O gün karar vermişti Tahire bu mavi kapılı evden ayrılmamaya. Belki bir gün evin kapısı çalar ve Agavni, küçük kızı Takuhi’yi sorardı. Ev onu sarıp sarmalamış, Takuhi beklemiş, kimse gelmemişti.
Sobayı tutuşturdu, ocağın üzerine çaydanlığı koydu sonra yine yüksük düştü aklına. Yatağının ucundaki annesinin eski sandığını açıp kara bohçayla kundağını buldu, yüksük yoktu. Bir an ter boşandı sırtından aşağı. Sandığı karıştırdı, karıştırdı, nereye giderdi ki yüksük. Söylendi kendi kendine. Pencerenin önündeki sedirde duran örgü yumağından bir karış ip koparıp düğümleyip çözdü, çözerken Kayıp Dede için bir Fatiha okudu. Bir daha düğümledi, çözdü bir daha okudu Kayıp Dede’ye Fatiha, bir yandan da evin içinde dolanıp durdu. Ev şöyle bir silkelendi; sedirin altı, masanın etrafı, karyolanın yanı yöresi derken dip kıyı köşe kalmadı. Bir kez daha sandığın yanına gitti Takuhi, alt üst etti. Yüksük sandığın köşesinde belirdi. Eline aldı, öptü.
Bir bardak çay alıp sedire oturdu Tahire, perdeyi azıcık aralayıp kimsesiz sokağa baktı. Kar taneleri dans ede ede düşüyorlardı. Babası Mustafa’yı hatırlamıyordu, gözünün önünde duvarda asılı o fotoğraftaki gülümseyen genç subay vardı sadece. Doğu cephesinde görevli bir subay olarak gelmiş buralara, önce annesi Arzu’ya sonra da bu eve âşık olunca da bir daha geri dönmemiş; dönecek kimsesi de yokmuş demek. Arzu maviyi çok seviyor diye evin kapısını maviye boyamış Mustafa. Sonra yine cepheye gitmiş, bir daha da gelememiş.
Gözleri kapanmaya başladı. Kalkıp radyoyu açmayı düşündü, milli müzeden kaybolan eşyaların bulunup bulunmadığını merak ediyordu. Ajans mutlaka bir havadis verirdi. Ama omuzlarında, göz kapaklarında koca dağlar vardı sanki. Derken kapı yumruklanmaya başladı. Dışarıda bir adam Tahire Ebe, Tahire Ebe aç kapıyı, diye bağırıyordu. Kapıyı açmaya giderken mantosunu giyip yün şalını dolamıştı bile başına, kapıyı açtı. Bekle dedi, sobaya bakıp çantamı alıp geliyorum. Çıktılar.
Güneş doğarken lohusa evinin kapısını çekti Tahire, yürüyüp yorgunluğunu atmak istedi. Henüz ışığın değmediği sokakları geçti, sırt sırta vermiş yıkık dökük evlerle yeni yapılan üç katlı binaların arasından caddeye çıktı. Caminin önüne geldiğinde avluya girdi, şadırvanda elini yüzünü yıkadı. Sabah ayazıyla soğuk su iyice kesti yüzünü. Avludaki banklardan birine oturup ezanı dinledi, hemen arkasından çan sesleri geldi kulağına. Bu sesler senin için Takuhi, dedi kendi kendine. Dünyanın sesleri sustuğunda biraz önce dünyaya getirdiği küçük insanın ilk avazı çınladı kulaklarında. O çığlık daha bariz hatta isyankâr bir ağlamaya dönüştü. Tahire sağına soluna baktı, etrafında şöyle bir döndü derviş gibi. Orada, revak sütunlarından birinin dibinde kara bir bohça gördü. Almak için eğildiğinde saçlarının arasında saklı bir beyaz tel omzundan kayıp süzülerek bohçanın üzerine düştü.
Mavi kapıdan içeri girerken yüreği ağzındaydı Tahire’nin. Bebek kucağına alır almaz susmuştu. Bohçayı sedirin üzerine bıraktı, önce sobayı tutuşturdu. Sonra bohçayı açtı, kundağı çözdü. Bir kız vardı içinde, “Adı Hülya” diye yazıp koymuşlardı. Ne güzel isimdi Hülya. Evin kunt duvarlarına şaşkın ve suskun bir sevinç yansıdı.
Annesiyle baş başa kalabilmek için herkesin gitmesini bekledi Hülya. Üzeri henüz kapatılmış taze mezarın yumuşak toprağını elleriyle kazıp açtığı küçük çukura Takuhi’nin yüksüğünü gömdü. Elleriyle “Artık Agavni’yi de Arzu’yu da bulabilirsin gittiğin yerde Takuhi’m, rahat uyu, arada bir rüyalarıma gel ve bana senin küçük masalını anlat yine” dedi usulca.
Evden çıkarken kapının renginin nasıl da solmuş olduğunu fark etmişti, bahar gelir gelmez boyatacaktı, söz verdi. Mavi kapı sessizce açılıp içine çekti Hülya’yı, ev sarıp sarmaladı, kadının kumral saçlarının arasından bir beyaz tel parladı.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir