serkan kapak
Ahmet Günbaş

SERKAN FIRTINA’DAN RUH BAĞIŞI!

Serkan Fırtına’nın 15 öyküden oluşan Ruh Bağışı kitabını okuyup bitirdiğimde, daha çok ‘iyi insan’ karakterlerine yansıyan dipsiz bir yalnızlıkla karşılaştım. Öykülerin nesnel fonuna sinen ‘şiddet’li kötülüğün uzantısında pek anlaşılma şansı yok iyi kişilerin. Bırakın anlaşılmayı, her gün biraz daha dibe vuran sevgisizlik kaosunda ölüme yakın bir ıssızlıkta eriyor varlıkları. Neredeyse iyi insan türünün yakın korumaya alınması gerektiren bir ıssızlık bu! Örneğin, kitabın adını taşıyan ilk öyküde gerek insan ilişkilerinde gerekse hak hukuk bahsinde zerre insanlığından ödün vermemiş, bir ayağı çukurda bir beyin tümörü hastasının çırpınışlarına tanık oluruz. Hastamız düşünür taşınır, geride bir kalıt bırakabilmek için doktor-imam-avukat ekseninde konuyu tartışmaya açarak, ‘bir iyilik aşısı’ gibi düşündüğü ruhunu bağışlamak ister. Ne var ki deneyim sahibi tümlenmiş bir insanın arzusu asla gerçekleşmeyecektir.

 

İyilik-kötülük karşıtlığındaki iyilikten yana sıkıntıyı birçok öyküde görebiliriz yakından. Canı Sıkılan Adam’ın intihar öyküsünün özü de iyi insanların yaratıcılığını sınırlayan tekdüzelikten kaynaklanır. Herhangi bir baskı olmaksızın kendini rutin akışa koşullamış gibidir. Yani neylese kalıbının dışına çıkamaz. Dayanılmaz ızdırap kaynağıdır sistemin onu sımsıkı kuşatması. Boğaz Köprüsü’nden atlamak üzereyken, “Neden intihar etmek istiyorsunuz?” diye soran TV muhabirine verdiği yanıt kısa ve kesindir:
“Canım sıkıldı!”
Sonrasında iki sözcükten ibaret yanıtın açılımını şöyle yapar:
“Evet, neden öyle bakıyorsunuz? Canım sıkılıyor, yeni olan hiçbir şey yok. Her şey bir önceki günün tekrarı gibi işleyen otomatik bir programa dayalı.” (s: 26)
Yapay zekâyı sıkça tartıştığımız bugünlerde her nasılsa bireyin robotlaşmasını es geçiyoruz diyebiliriz. Oysa modern bireyi intihara sürükleyecek kadar ciddi biri kanamadan söz ediyoruz.
İyi insanların çilesi saymakla bitmez. Köpek Tasması öyküsündeki köpek gezdiren yoksul kadının başına gelenler aynı zamanda sınıfsal ayrımı da göz önüne getirir. Bir gün gezdirdiği köpekle birlikte karşıya geçerlerken, sözüm ona evcil köpek bir anda tasmasından kurtularak gözüne kestirdiği bir sokak köpeğine doğru havlamaya başlar.  Oradan hızla geçen bir arabanın çarpması sonucu sokak köpeği ölür. Olay sonunda, aynı işi yapan Asabi Kadın, sokak köpeğine yazıklanan Topal Kadın’a şunları söyler:
“Yürü diyorum sana! Sen asıl hanımına, bu köpeğin sıyrıkları hakkında ne cevap vereceksin, onu düşün!” (s: 66)
İyi insanlar meselinde bazen de linçi andıran iftiralara tanık oluruz. Kendi başına bir yaşam içinde ara sıra pencereyi açıp gelişi güzel bağırıp çağıran Deli Kadın başlıklı öykünün kahramanı böyle biridir. Sokakları süpüren temizlik işçileri ile dilencileri evine alan kadına mahallenin erkek takımı “fahişe” muamelesi yaparak, konuyu muhtara yansıtır. Muhtar da tanıklıklar doğrultusunda sorunu savcılığa iletir. Deli Kadın bir gün evine alıp karnını doyurduğu temizlik işçisine, “İnsanlar, insanları aç komasa, hayatta kimse aç kalmaz evladım,” (s:80) siteminde bulunur. Sitemle yetinmez, adamın dur-sus’una aldırmadan pencereye yanaşıp bir güzel avaz avaz içini boşaltır:
“Aç bırakmayın insanları… Gözünüz doysun yemekten… Hayvanları sevin. Hayvan sevmeyen, insan da sevemez.” (s:80)
Tam bu sırada evinin önüne gelen emniyet güçleri ve ilgili personel, adamla kadını yakalayıp götürmek isterler. Deli Kadın, o sıra merakını yenmek için önceden eve izinsiz giren bir çocuğa, “Çocuk, git buradan, pencereden atla. İnsanlar kötü, sen iyi kal…” şeklinde öğütler verir. Öykünün en ilginç yanı, meraklı çocuğun -o ana kadar suç odağı gibi algıladığı- Deli Kadın’dan özür dilemesidir.
İyiler listesine eklediğimiz bir diğer karakter de dul bir kadın olarak bodrumunu öğrencilere kiralayan Çimen Teyze’dir.  Kiracı gençlerin her türlü hal ve gidişini kontrol etmesine, deyim yerindeyse “denetim mekanizmasının bokunu çıkarmasına” karşın, onlara anne kucağı sıcaklığıyla yaklaşan farklı bir profildir Çimen Teyze. Gençler de farkındadır bu parıltılı, engin dostluğun. Teyzeleri, gerektikçe yedek anahtarla bodrumun kapısını açar, ortalığı toplar, mutfağa girip yemek pişirir, hatta saatinde uyanması gerekeni uyandırmaya çalışır bıkıp usanmadan. Hatta giderek iyiliği tırmandırıp, kendince dillendirdiği “teatora” hevesiyle, tiyatro gönüllüsü gençlerin sahneye koydukları absürt bir oyunu izlemek hevesiyle onlara yaptığı poğaçalardan ikram eder.
Buraya kadar örneklediğimiz iyi insan hallerine baktığımızda, karşılığı çoğunlukla boşluk ve yalnızlıkla eşitlenen bir hayal kırıklığıyla karşılaşırız. Tümleyici iyiliğin sahipleri, sürdürülebilir kötülük karşısında acımasızca yaşamın dışına itilirler. Onları hareketsiz kılan, kısıtlayan, yok hükmünde bırakan bir anlayışın yağmasında, kırılganlıklarının derecesini ölçmekte güçlük çekeriz. Böylesi bir boşluğun yarattığı hasarın şiddetini anlamak için Arkadaşım öyküsünden yansıyan itirafa bakmak yeterlidir:
“Açık sözlü olmanın patavatsızlık sayıldığı, dürüstlüğün hor görüldüğü bir dünyada yalnız kalmamın aslında normal bir durum olduğunun farkındayım. Ama dedim ya, kendimle konuşmaktan artık çok yoruldum.” (s:18-19)
İtiraf sahibi, sonunda arkadaşlıktan da öte ‘kandaş’ sayılabilecek çok iyi bir psikolog bulduğunda dünyalar onun olur. Ne var ki ‘doğrucu davutluğu’ sayesinde kısa sürede ağız dil vermez kuyusuna geri döner.
Gün Batımı öyküsünün 94 yaşındaki kahramanı öğretmen emeklisi ise ilerleyen yaşının ıssızlığını taşıyamaz durumdadır. Eşini, kardeşlerini, akranlarını bir bir yitirmiştir. Neredeyse ölümü de geçmiş, ölmekle ölmemek arası bir yerde sıkışıp kalmıştır. Sık sık deniz kıyısındaki banka oturup uçsuz bucaksız maviliğin içinde huzur bulmaktadır. İç sesinden çınlayan “Deniz, zamanın duvarda çakılı bir saat gibi asılı kalmasını sağlıyordu, geçmiş ve geleceğin şimdiki zamanındaki buluşmasında dalgaların sesi eşlik ediyordu,” (S: 52-53) tümcesinden de anlaşılacağı üzere, insanlardan görmediği paylaşım sıcaklığına denizin dinginliğinde kavuşur ve yavaş yavaş keşkeli zamanlardan kalma ‘intihar’ düşüncesinden sıyrılır.
Bazen de bir hayvanın dostluğunu kazanmak, terapinin başka boyutudur. Tıpkı aşk acısını bir sahil kasabasında hafifletmeye çalışan Cam Sığınak öyküsünün erkek kahramanının durumu gibi!.. Ona armağan edilen bir köpekle her şey yolunda giderken içkili kafayla bir kavgaya karışır ve bu arada köpeğini yitirir. Sonrasında yitik köpeğin yokluğu da eklenir acısına.
Bir yanlışımız da kötü görünen insanlar üzerinedir. Bu bağlamda “İstenmeyenler” başlığı bir öykü adı olduğu kadar bir dersin konusu da olabilir. Biz buna ‘ezberimizdeki kötülük ya da kötüler’ de diyebiliriz. Öyle ki karmaşık bir potansiyel oluşturur böyle bir ezber. Bir yerde sokak hayvanları gibi sokağa saldığımız insanlardır bunlar. Şiddet ürünüdür her biri. Ve kısır bakışları doğrultusunda şiddete şiddetle karşılık verirler. İki holigan Zoro ile Siya’nın yaşam çizgisi, konumuzla ilgili tüm sorularımızı yanıtlar niteliktedir. Kaldı ki gürültülü patırtılı yaşamlara özgü her şeyi, “Bir holigan, dünya üzerinde ve kendi evreninde yarattığı olumsuzlukların sebebini, kendisi gibi olmayanların yarattığı sisteme bağlar ve mutluluğu onu yıkmakta bulurdu.” (s:47) şeklinde yorumlayan yazar, şiddetten mamul insanların genel görünümünü ustalıkla çizer. Doğal ki biz bu sonucu, adı geçen öykünün cinayetle noktalanan gelişmesinden çıkardığımızda dehşete düşeriz.
İyi- kötü ayrımının yanı sıra yazarın, “milli refleks” dediği koşullanmadan hareketle kırmızı çizgileri aşamayan tipler de girer kadrajımıza. Bir yerde sistemin gönüllü bekçisi ya da sözcüsüdür bunlar. Kraldan çok kralcı tavırlarıyla ‘devlet’ kavramına toz kondurmazlar. Tepeden gelen her buyruğu tanrı katından indirilmiş gibi kutsallıkla karşılarlar. Biat derecesindeki uyumları onulmaz yaralar açar toplumda. Yazarın, “hissiyatsız insan postu” diye işaret ettiği bu tür yaratıklara ‘insan’ sıfatını yakıştırmak bile safdillik sayılır. Öyküdeki işleviyle “toplumun memuru Necati” sıfatıyla ifade edilen bir memur, sözüm ona her gördüğü yanlışı ya da kuralsızlığı üst makamlara şikâyet ederken birden ‘terörist’ olarak götürülür işyerinden. Eh, sistemin kimi, ne zaman, hangi suçla avlayacağı belli değildir önceden. Çünkü baskıcı rejimlerde hukuksal boyutu yoktur genelde. Apar topar cezaevine atılan Necati Bey öylesine yalnızlaşır ki, eşi bile bir kez ziyaret etmez kocasını. Böyle bir ortamda en yakın dostları bile tanımazlar Necati’yi korku bokuna. Sonunda oyuna geldiği anlaşılıp serbest bırakılınca, “Senin suçlu olduğuna hiçbirimiz inanamadık,” (s:42) yalakalığıyla yaklaşırlar yanına tekrar. Ancak iş işten geçmiş, insanlıkları sınıfta kalmıştır.
Gündelik yaşamın akışında benzer bir soğukluğa Kasaba Perdesi öyküsünde de rastlarız. Sağanak yağmurda yaşlı bir kadını kasabanın yokuşlu bir ucuna götürmeye çalışan kahramanımız, epeyce döndükten sonra -tam da adresi bulmaktan kesmişken- yaşlı kadının işaret ettiği iki katlı eski bir evin kapısını sertçe vurur. Onları perde aralığından gözleyen nobran bir kadın kapıyı açar; sırılsıklam olan refakatçıya teşekkür bile etmeden yaşlı teyzeyi elinden tutarak hızla içeriye alır. Bizimkisi ayaklarına inen kara sularıyla birlikte dımdızlak kalıverir ortada!
İyilerin uğradığı talihsizlikler bir yana, Serkan Fırtına’nın öykü kahramanları yaşama tutunma çabası içindeki insanlardan oluşur. Buna tutunmaktan çok cebelelleşme gözüyle bakabiliriz. Çünkü yer yer ipin ucunu bıraktıkları da saptamalarımız arasındadır. Karşıdan İzmir merkezi gibi görünen öykü coğrafyasında onlar, çoklukla gecekondularda ortaya çıkarlar. Hatta gecekondulaşmamış gündelik bir yaşamın içinde yok yoksul gezinirler. Ayrıca toplumsal akışın aynasında olup bitenler, geçmiş-gelecek ekseninde okura sezdirilir. Sonunda altından kalkılmayan, daha doğrusu aşılamayan koca bir yabancılaşma duvarına çarparız. Bu minvalde (aynı zamanda bir dramaturg olan) Fırtına’nın gözü, dünya sahnesindeki her ayrıntıyı görür ve akışkan diliyle ayrıştırır. Öykü bitimlerindeki iletilerde ise, gerçekliğin sahiciliğe dönüştüğü, elle tutulur bir insan çıplaklığı ile karşı karşıya kalırız. Örneğin, Şahin Tepesi’nden kent merkezine doğru süzülen çıplaklığın özünde, neredeyse yaşam biçimlerine yazgı gibi işlenmiş şöyle bir yakınmayla baş başa kalabilirsiniz:
“Doğru diyorsun biraderim. Peki, biz bu anasını sattığım hayatından ne zaman ve nasıl kurtulacağız? Hiç mi çare yok?” (s:71)
Bu anlamda yazar da ilk öyküdeki kahramanıyla aynı görüşü paylaşır. Yani işi ruh bağışına kadar vardırmak!.. Tüm çıkış yollarının tutulduğu, insanların gelişi güzel birbirlerini çiğneyip geçtiği vicdan tanımaz durumlarda böyle bir ütopyadan söz etmek, en azından iyimserliğe işarettir diye düşünüyorum. Aksi halde yarından umudunu kesen insana varoluşsal bir anlam yükleyemezsiniz.
Dolayısıyla -biraz zor olsa da-  Serkan Fırtına’nın Ruh Bağışı kitabındaki kaynaşık öykü toplamından ruh esenliği ile çıktığımı belirteyim.
 
  • Ruh Bağışı – Serkan Fırtına, Telgrafhane Yayınları, 1. Basım, Nisan 2019

 

 

Diğer analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir