ŞAFAK B. PALA İLE “SANA DA GÜLE GÜLE NEZAHAT”
İki yazarın buluşmasına ev sahipliği yapacak en güzel yer bir kütüphane değilse neresidir ki? Bursa’da yaşayan, hayatı kitapların içinde geçen Şafak B. Pala ile müdürü olduğu Nilüfer Belediyesi Kütüphaneleri’nde buluştuğumuzda ben de Misi Yazıevi’ndeki konukluğumun sonuna gelmiştim. Geçen yıl tanıştığımızda uzun uzun sohbet edecek fırsat bulamamış ve birer kahve içip sözümüzü yarım bırakmıştık. Bu yıl yeniden bir araya geldiğimizde hem keyifli bir söyleşiye imza attık hem de kahvenin yanına koyu bir muhabbet kattık.
Yazarın üçüncü öykü kitabı olan Sana da Güle Güle Nezahat, kadın kahramanlar üzerinden anlatılan on bir öyküyle farklı kadınlık durumlarına dokunuyor. Panzehir Dergi okurları için yaptığım söyleşi sayesinde hem kendisini hem de edebiyatını daha yakından tanıma fırsatı bulduğum Şafak B. Pala ile öykülerini konuşurken tabii ki biraz da edebiyattan ve hayattan bahsettik.
Kitaplarınızda özgeçmişiniz var ancak onların dışında Şafak Baba Pala kimdir diye sorsak ne söylemek istersiniz? Bir öykücü, bir edebiyatçı olarak sizinle ilk kez tanışacak okurlar için kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Şöyle ifade edebilirim. Hayatım hep kitapların içinde geçiyor, bunu özellikle söylemek gerektiğini düşünüyorum. Okumayı, düşünmeyi, yazmayı hayatının merkezine alan, hayatla derdi olan biriyim. Okulu bitirirsiniz, işe girersiniz, her şey yoluna girmiş gibidir gençlik çağlarında; bu mu hayat diye sormaya başlarsınız? İçinizi titreten acıtan şeyler, gözlerinizin dolması… Bunların önemli olduğunu düşünüyorum. Coşkulu bir insan olduğumu söyleyebilirim. Hiçbir zaman da politik davranan biri olamadım, her şeyi doğrudan ifade etmeye çalıştım. Tüm bu sıkıntıların içinde beni besleyen şey edebiyat. Akademik eğitim çok önemli olsa da edebiyatın insanı eğiten bir yanı olduğunu, öfke duyduğum her şeye karşı beni eğittiği düşünüyorum. Okumak, tekil olmak, yazmak, kendimce eğitilmek müthiş coşkulu bir şey.
Neden yazıyorsunuz değil de nasıl yazıyorsunuz diye sormak istiyorum. Her yazarın meseleleri vardır, anlatmak istedikleri vardır. Özellikle Sana da Güle Güle Nezahat’taki öykülerinizde bir okur olarak yakaladığım ortak temalar var. Sizi yazmaya yönlendiren şey ne? Hayatınız boyunca sizi meşgul eden bir dert var mı, o meşhur ilham perisini mi bekliyorsunuz yoksa bir fikrin peşine mi düşüyorsunuz?
Çocukluğumdan itibaren çok iyi anlatıcıların yanında büyüdüm. Geçmiş yaşamlar hep çok önemliydi, bir anlamı vardı anlatılan şeylerin, üstelik çok da güzel anlatılırdı. Çok güzel adamlar, çok güzel kadınlar, nasıl davranacağını bilen yaşlılar; bir masal gibi dinledim o hikâyeleri. Bu anlatıcılığın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Keşke bende de böyle bir yetenek olsaydı. Bir sohbette çocuklara, gençlere bu sözlü tarihi aktarabilmenin önemli olduğunu, onları çok besleyeceğini düşünüyorum. Bunu yaşadığım için çok şanslıyım ve hep yazmak isteyip de yazamadığım aile tarihimle ilgili şeyler var. Yazı da bu sebeple girdi hayatıma ama bu hikâye hep yazmayı isteyip de yazamadığım biçimiyle hâlâ bekliyor.
Yazıyla ilgili hiçbir zaman bir yazma ritüelim olmadı ama not alırım, aklımdan geçenleri yazdığım küçük defterlerim vardır. Nasıl yazıyorum sorusunun yanıtı da o defterlerde. Uzun yıllardır tuttuğum notlarım var ve zaman zaman birleştirerek yazıya döküyorum. Bazen yalnızca bir bakış, bir söz etkisiyle yazdığım şeyler de var ya da bir gazete haberi, bir film sahnesi, bir gezi sırasında gördüğüm bir yer, okuduklarım beni bambaşka bir yere götürebiliyor. Bu da güzel bir şey, o duyguyu seviyorum. Öykünün beni götürdüğü yoldan keyif alıyorum.
Sana da Güle Güle Nezahat kitaba ismini veren öykü. Kitapta kadın kahramanlar üzerinden anlatılan öyküler var ama farklı biçimlerde dallanıp budaklanıyorlar. Ancak bu öykünün en önemli özelliği diğer tüm öykülerinizdeki temaların hepsinin bir arada olması. Öykülerin bazılarında kadınlar ve seçimler diye düşündüm, bazıları toplumsal ayrımcılık, yabancılaşma hikâyesiydi, bazıları ise kadının kaybettiklerine karşılık hayatını kazandığı bir ikilemi ortaya koyuyordu; ama bence Nezahat’ın hayatında bunların hepsi vardı. Nasıl yazıldı bu öykü?
Haklısınız, orada çok zor bir durum var aslında. Toplumsal bir konuyu yazmak bazen tehlikelidir, öykünün dilinde bir sıkıntı yaratabilir. İnsanı anlatmak isterken dili kaybedip sanki daha büyük bir meseleye parmak basmak istiyormuş gibi görünerek konuyu sıradanlaştırabilir ya da basitleştirebilirsiniz. Bu öykü de çok ince bir çizgide devam ediyor, hepimizin bildiği Alevi-Sünni ilişkisi var ama yazarken bile öyle kolayca ifade edilebilecek bir konu değil bu. Hepimizin bildiği ama ifade edemediği hassasiyetler içeren bir mesele. Bir büyüğümüzden dinlediğim, çok içimi acıtan bir hikâyeydi. Çok güçlü bir karakter canlandı gözümün önünde. “Bir gece tek başına çıkıp gitti.” Bu bir cümle bir roman aslında bu hikâyede. Diğer yandan da hepimizdeki med cezirlerin olduğu bir öyküdür; hepimiz doğruyuz, dürüstüz, insan haklarına saygılıyız ama bunların tersini de saklıyoruz içimizde. Bu da anlatmak istediğim şeylerden biriydi ve o genç kahraman Teo ile yaşlı adamın karşılaşmasıyla bunu da göstermek istedim. İçine girince oyun gibi şaşırtan ama uzun süren bir öykü oldu benim için.
Bir başka yaşlı karakter daha var Kazayağı öyküsünde. Bu iki öyküdeki yaşlı erkek karakterler, dışardan göründükleri gibi olgun ve ağır başlı olmalarının dışında kendi hikâyeleri olan ve o hikâyelerin içinde kimsenin bilmediği bir büyük hikâyenin de parçası olan kimseler. Bütününde kadınların ana karakterler olduğu bir öykü kitabında böyle iki farklı ve ilginç erkek karakteri yazmak nasıldı?
Kendi hayatlarımızda bu karakterler var, o nedenle çok zor oldu diyemeyeceğim. Sevdiğimiz, sevmediğimiz, severken nefret ettiğimiz bir sürü karakter var. O öyküdeki esas şey baba kız ilişkisi, çok sert ve basit bir ilişki. Yaşlılar üzerinden düşünmediğimiz gerçeklikler var; yaşlılara bir rol biçiyoruz ama gerçek bizim biçtiğimiz o rolden farklı olabilir. Bilmediğimiz o dünyaları da yazmak gerekiyor, anladığımız ya da gördüğümüz ya da onların gözünden görerek. Kadın, erkek, genç, yaşlı birbirimizi etkiliyoruz, hepimizin değişmeye ihtiyacı var.
Güvercinler öyküsünde altını çizdiğim bir cümle var: “Ne kadar cesursak o kadar anlamlıydı hayat.” Güvercinler ve onları besleyen adam üzerinden aslında otorite eleştirisi olduğunu düşündüğüm, alegorik bir öykü bu. Siz de yazarken bunu düşünerek mi yazdınız?
Benim de en sevdiğim öykülerden biri. Tam da düşündüğüm şeydi söylediğiniz. Bütün her şey çok güzel bir hayatı anlatırken alt üst oluyor. Geçenlerde bir etkinlikte katılımcılarımızdan biri söylemişti: Bazen bana yanlış yapılan bir şeyi söyleyeyim diyorum ama alacağım tepkiyi biliyorum, buradaki dert bir kadına “karşılığını vermek”, hemen de alırsınız. Erkek söylese öyle olmaz. Bu yıllardır hem iş ortamında hem de hayatın içinde beni en çok rahatsız eden şeylerden biri. Kadın olduğunuzda bir olumsuzluğa verdiğiniz tepkiye alacağınız karşılık her zaman ürkütür sizi. Geri durmasanız bile alt beninizde böyle bir duygunuz, kaygınız vardır. Fiziksel olmasa bile sözlü veya duygusal şiddet sizi yaralar ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği her alanda var.
Bursalısınız ve öykülerinizdeki dağ motifi de aklımıza hemen Uludağ’ı getiriyor, ama benim esas dikkatimi çeken kullandığınız metaforlar ve simgeler hep doğadan alınmış olmakla birlikte hayvanların ağırlığı çok fazla ve her öyküde de farklı.
Bunun üzerinde fazla düşündüğümü söyleyemem belki akademik eğitimimle de ilgisi var. Bunu da önemsiyorum, bakış açımızı etkileyen bir seçim bu. Belki şunu söyleyebilirim, canlıların bizim üzerimizde büyük bir etkisi var. Rüyalarımızda, hayatımızda; öykülerdekiler de hayatımda hep düşündüğüm ve yeri olan canlılar. Belki canlılarla kendi yaşamımdaki ilişkimi de bir parça yansıtmış olabilirim. Örneğin kulağakaçan beni çok rahatsız eden bir böcektir.
Kaybeden, seçim yapan, dönüşen kadınlar var öykülerinizde. Bir kadın olarak, yazdığımız öykülerdeki kadınların da bizim için özel olduklarını düşünürüm. Bu kitap için bir kadın karakterler silsilesi mi yarattınız yoksa öyküler kendi kadın kahramanlarıyla birlikte mi geldi?
Öykülerimi yazıp da bir araya topladıktan sonra fark ettim bütün karakterlerin kadın olduğunu. Önceden planlamamıştım. Ama niye hep kadınları yazdım, alt metin olarak okuduğumda demek ki bu dönem itibariyle hep kadınlar üzerine, bizim dertlerimiz üzerine kafa yormuşum. O dertler benim derdim olmuş ve onu yazmak istemişim. Hepimizin bir yolculuğu var kadın olarak, bazı şeyleri anlayıncaya kadar da çok uzun zaman geçebiliyor. Benim için böyle oldu. Sanıyorum ki bu hep aklımdaki dert. Biraz önce çatışmalar, kararlar, seçimlerden bahsettik ya bunu çok değerli bulurum. Zor zamanlarda insanların ne yaptığı, illa ki büyük bir kahramanlık olması gerekli de değildir ama “zor oyunu bozar” sözündeki o “zor” aslında birçok durumu da açıklar. Öykülerde de bu var.
Bir kadın olarak uzun yıllardır yaptığım bu yolculukta da böyle durumlar çok fazla var. Özellikle son zamanlarda kadınlar üstünden yürütülen tartışmalar -ki sadece kadın cinayetlerinden de bahsetmiyorum- özgürlük kavramı ve günlük hayat üzerinden dayatılan büyük bir yük var omuzlarımızda. Özgürlüğümüzü kısıtlayan; çocuklarımız için kızlarımız için kafamızda soru işaretleri oluşturan bir muhafazakârlık var. Bunun sağ sol kavramıyla da ilgisi yok, kendi gözümde bile muhafazakârlaşmayı yakalıyor ve rahatsız oluyorum. İşte dönüp dolaşıp bunları yazma ihtiyacı duyuyorum.
Her yazarın bir dili var ve sizin diliniz de öykülerinizin beni etkileyen özelliklerinden biriydi. Dikkatimi çeken şey ironik ile dramatik arasında gidip gelen, öykülerinize yakışan bir dil. Kütüphanenin içinde yaşayan biri olarak sizin için dilin ne kadar önemli olduğunu tahmin edebiliyorum. Yazarken bu konuda kaygılarınız oluyor mu?
Çok sıkıntı verici aslında ve zaman zaman yazarken duyduğum heyecanı da etkiliyor bu kaygı. Elbette içinde bulunduğum bu ortam, edebiyat dünyası da beni etkiliyor; hem yazmak da büyük bir eğitim, hâlâ değiştiğimi dönüştüğümü görüyorum. Örneğin deneme yazmayı da çok seviyorum, eski denemelerimi okuduğumda rahatsız oluyorum, hep eksik bir şey üzerinden anlatıyoruz. Bazen insanın içinden geleni yazması gerekiyor, öykü öyle geliyor ve ben de öyle yazıyorum. Ama Türkçeyi düzgün kullanmaya çok dikkat ediyorum, kullandığım sözcükleri seçerken dikkat ediyorum elbette fakat bu o kadar zor bir yol ki ne kadar uğraşsanız, düzeltseniz eksik kalınacağını düşünüyorum. Üstelik burada olmak, bir sürü kitap okumak, kitapların arasında yaşamak hem çok güzel hem de sırtınıza bir sürü yük getiriyor.
Türkçenin son zamanlarda çok bozulduğunu, İngilizceden, Arapçadan hızla etkilendiğini görüyoruz. Belki bu doğal bir şey, biz de aynı şekilde değişiyoruz dönüşüyoruz ama dili kaybetmememiz gerekiyor. Bazen danıştığım insanlar da oluyor, onlardan görüş aldığım da oluyor. Bazen eski bir kelime o cümleye daha çok yakışıyor. Sonuçta daha önce de söylediğim gibi bu bir okul, öğrenerek değişiyor, dönüşüyorsunuz. Örneğin “aleltecel” kelimesi var öykülerimde, alelacele kullanırız ama bu kelimeyi kullanmayız. Nahit Kayabaşı ile konuşmuştuk bu kullanımı, siz katacaksınız Türkçeye bu kelimeyi, demişti. Aileden geliyor herhalde ama ben kullanmak istedim, az bilinse de kullanıyoruz bu sözcüğü. Yeni sözcükler kullanmayı da zaman zaman geçmiş dönemlerde kullanılan sözcükleri yazılarımda, öykülerimde kullanmayı da seviyorum. Öykünün, yazının sesine, ahengine göre yazmayı seviyorum. Böylesi içimden geliyor.
İlk öyküden bugüne kendinizde hissettiğiniz en belirgin dönüşüm nedir?
Siz de biliyorsunuz, aslında her öykü gibi her kitap da kendini yazdırıyor, o öyküler birbirini takip ediyor. İlk öykülerim çok daha yalın öyküler, çok daha naif çok daha net öyküler. Ama iyi ki öyle yazmışım, her yazarın ilk kitabı okunmalı denir ya, bu söze çok inanıyorum. Çünkü ilk öyküler yazarın en saf haliyle yazdığı öykülerdir. Onlar öyle yazılmalıymış. Aslında yazı tam da böyle bir şey; elbette büyüyoruz, değişiyoruz ama bir yere vardığımı düşünmeden iyi ki bu yoldayım diyorum. Ben çok küçük yaşlarda yazmaya başlamıştım. Uzun bir süre yazdıklarımı toparlayamadım, eksik gördüm, uzaklaştım onlardan. Aslında bu yanlış; mükemmel iyinin düşmanıdır, derler bildiğiniz gibi. Ne kadar çok yazarsanız o kadar değişiyorsunuz, dönüşüyorsunuz. Üretmenin çok değerli olduğunu düşünüyorum.
Son olarak da denemelerinizden bahsedelim. 6.Vedat Günyol Deneme Ödülleri’nde Jüri Özel Ödülü aldınız.
Deneme yazmayı seviyorum. Bu açıdan kendimi daha iyi tanıdım, öykü yazmayı seviyorum ama hikâyeleştirmeden, oyuna kaçmadan düşüncenizi daha rahat anlattığınız bir alan olduğu için heyecan duyuyorum.
Sorularım burada son buldu ama geride bıraktığımız keyifli sohbetten size iletebileceğin birkaç cümle daha var. Son zamanlarda farklı okumalar yapsa da, özellikle Nilüfer Kütüphaneleri’nin bu yılı “Sait Faik Yılı” ilan etmesiyle birlikte yeniden Sait Faik okuyor Şafak B. Pala; en baştan başlamış. Per Petterson’ın romanlarını okuyor; kuzey edebiyatının sakin ve yalın anlatımı, içinde yaşadığımız zor dönemlerde kendisine iyi geliyormuş. Pandemi boyunca okuduğunu ama yazamadığını, özgürlüğün kısıtlanmasına, insanın üzerinde kurulan ve üstesinden gelemediği o baskıya rağmen yazmasının mümkün olmadığını söyledi. Siyasi otorite tarafından ölümleri yok sayılan insanlar olması ve özgürlüklerimizin kısıtlanması, bilinmezliğin baskısı ve kaygı onu çok etkilemiş.
Sohbetimize akşam devam etmek üzere çıkıyoruz kütüphaneden. Sana da Güle Güle Nezahat’i siz okurların ellerine teslim ederek ve Nezahat ile bir an önce tanışmanızı dileyerek.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.