KARŞILAŞMA
“Karşılaşır mıyız ki?”
Hayatında sadece bir kez merhabalaştığın bir kadının terasında oturmuş, karşılaşır mıyız diye düşünüyorsun. O tek merhabadan beri takıntılı bir şekilde. Fazla polisiye izlemekten bunlar. O kadar ki şu an yaptığın mantık dışı şey sana değil, bir dizi karakterine aitmiş gibi rahatsın. Ne yakalanma korkusu, ne mahcubiyet.
Üzerine soluk mavi bir örtü serilip yumuşacık minderler atılmış hasır koltukta bacaklarını toplamış oturuyorsun. Karşında, kuru kolları terasın yapraklarla dolu taş zeminine uzayan devasa bir ağaç. Dallarda ne bir kuş, ne kedi. Durup durup rüzgâr esiyor saç diplerine. Göğün göremediğin kısmında, ağacın sık dallarının kapattığı bulutlar var belli ki; arada onlar yana çekildikçe güneşin kolları ağacınkilerin arasından uzanıp yüzüne değiyor. O anlarda tenin renk değiştiriyor; beyazdan sarıya, sarıdan turuncuya, turuncudan gölgeli bir pembeye. Işık, renkleri yüzünde, serin havaya rağmen çıplak bıraktığın kol ve bacaklarında dolandırdıkça, sen de içinde yaşattığın farklı insanların suretlerine bürünüyorsun birer birer.
Terasın sessizliğini bir anda başlayan matkap homurtusu delip geçiyor. Aynı anda bir toz bulutu manzaranı sararttı. Toz seni hapşırtır, ama bu kez kendini tutmaya kararlı görünüyorsun. Minik, tuhaf hareketlerle burun deliklerine doluşan zerrecikleri püskürtmeye çalışırken, çocukluğundan bir koku kaçıp giriveriyor içeri. Babanın kütüphanesinden aşırdığın kalın, kahverengi ciltli kitabın, onu raftan aldığın an havalanan kim bilir kaç yıllık tozunun kokusu.
Eskiye gidince dikkatin dağıldı ve dayanamayıp hapşırdın. Koku da burnundan saçılan ıslak zerrelerle birlikte havaya karıştı. Önceden olsa takılırdın böyle şeylere. Sese, söze, bakışa, kokuya, rahatsızlık veren her şeye. Şimdilerde istesen de umursayamıyorsun. Bir süredir başkalarında bıraktığın intiba dâhil hiçbir şey, o an nasıl davranmak istediğinin önüne geçemiyor. Değil sesler, kokular, sevdiğin insanların üzüntüsü ya da öfkesi bile etkilemiyor artık seni. Uyuşmuş gibisin.
Seni heyecanlandıran tek şey, sadece bir kez merhabalaştığın o kadın.
Önündeki sehpada tuhaf şekilli bir kahve demleme aparatı var. Dibinde kalan koyu sıvıyı mavili beyazlı fincana döküp bir yudum aldın. Tabii artık soğumuş. Ayağa kalktın. Dilinin üstünde soğuk kahvenin acımış tadı, çıplak ayaklarının altında kuru yaprakların çıtırtısı; terasın sokağa bakan duvarına yürüyüp matkap sesinin geldiği yöne bakıyorsun. Kadına ilk -ve tek- defa merhaba dediğin butik sanat galerisinin tam önündeki kaldırımı kırıyorlar. Onu ilk görüşün orada değildi. Sana yakın oturduğunu öğrendiğinden beri arada bilerek sokağına saptığın, yarı ünlü bir yazar. Üç kitabı var, sen ilkinin yarısına gelebildin anca. Kadının yazdıklarından çok havası seni çeken. Değişik bir tipi var. Bir de röportajlarında duyduğun o gırtlaktan sesi.
Terası yan daireninkinden ayıran, bir saat kadar önce üzerinden atladığın alçak duvara bakıyorsun. Şimdi epey yüksek göründü gözüne, cesur buldun kendini. Kadının evine hiç girmeden sadece koltuğunda oturdun. Kahve oradaydı geldiğinde. Dumanı üstünde. Bir sebepten içemeyip bırakmış olmalı. Telefon mu geldi acaba?
Odasının terasla birleşen bir yeri var mıdır ki? Yoksa eve açılan camlı kapının ardından seni mi izliyor o da? Senin bir saattir onun şehir manzarasını izlediğin gibi; dudakların fincanında, kahvesini içerek. Battaniyesi bacaklarında.
Tekrar oturdun. Zamanın bu kadar ilerlediğini fark etmemiştin.
Ses mi geldi evden? O sakin boş vermişliğinde ufak bir delik açıldı şimdi. Kalbinde minik kıpırtılar. Birileri mi konuşuyor içeride? Polis çağırdı kadın, kesin. Tabii çağırmıştır. Gün ışığında yan terastan atladın geldin. Bu kadar zaman oturabilmiş olman bile mucize.
İyi de, neyi bekliyorlar? Gelip alsalar ya beni. Onu da görmüş olurum hem.
Zihnindeki delik büyüyor, içeri giren şey telaş; henüz paniğe yaklaşmasa da nefesini hızlandıran, kahveyi, matkap sesini, toz kokusunu, yabancı bir yere izinsiz girmiş bir yabancı olduğun gerçeğini unutturup komşunun bahçesinden elma çalan küçük bir çocuğun kalp çarpıntısına yaklaşan. Başını çevirip arkasında mutfak olduğunu tahmin ettiğin kapıya bakıyorsun. Üzerinde tül ya da perde yok, içeride bir masa, beyaz. Etrafında sandalyeler, yine beyaz. Masanın üzerinde ufak bir vazo, içinde koyu renk çiçekler, kurumuş belki, tam göremiyorsun.
Telaşla ayakkabılarını giyiyor, bir soldaki alçak duvara, bir sağda evin içine açılan kapıya bakıyorsun. Apartmanın önünden geçerken elinde torbalarla gördüğün bakkal çırağına, bir anda “Nereye gidecek bunlar, ben çıkarayım istersen?” deyiverişin. Siparişin en üst kattaki yaşlı teyzenin olduğunu öğrenince “Aaa tamam işte, bana ver sen onları, teyze benim komşum” diye çocuğun elinden torbaları kapıp apartman kapısından içeri dalışın. Yaşlı kadın kapıyı açtığında malzemeleri yerleştirmeyi önerip muhabbete koyulman… Hepsi bir anda gözünün önüne geliyor şimdi. Ellerin terledi, gözbebeklerin kocaman, dizlerin titriyor.
Evin içinden gelen sesler yaklaşıyor mu? Bir kadın -hayatında sadece bir kez merhabalaştığın- ve bir adam. Galiba. Paniğin artık birbirine dolanan ayaklarına kadar indi. Saklanacak bir yer arıyorsun. Büyük saksıların hepsi duvara dayalı, kuytu hiçbir yer yok, her şey apaçık ortada. Sen malzemeleri mutfağa yerleştirirken salon koltuğunda uyuyakalan yaşlı teyzenin terasına geri atlasan? Yükselmiş mi aradaki duvar? Nasıl atlayıp geçmiştin ki bu tarafa? O şekilde yap işte yine! Teyzenin kulakları duyup gözleri görene kadar hayalet olur geçersin odalardan, inersin merdivenlerden, karışırsın matkabın kaldırdığı toza.
Yapamıyorsun. Duvarın bu tarafında kalakaldın. Yüzün soğuk taşa dönük.
Ve arkandan gelen sesle birlikte o soğukluk ense kökünden sırtına, oradan beline, bacaklarının arkasına ve nihayetinde ayak tabanlarına.
“İçeri gir artık, üşümedin mi?”
Üşümek ne kelime, dondun kaldın. Yüzün duvarda, taş olmuş sırtın sesin geldiği yönde öylece bekliyorsun. Ses kendini yineliyor.
“N’apıyorsun orada Allah aşkına? Hasta olacaksın, gel çay yaptım, iki lokma da bir şey ye. Geç kalıyoruz.”
Geç kalıyorsunuz. Siz. İkiniz. Hayatında sadece bir kez merhabalaştığın o kadın ve bu terasta daha önce hiç bulunmamış sen. Çay yapmış sana. Yiyecek bir şeyler de hazırlamış. Hasta olmanı istemiyor. Bir yere geç kalıyormuşsunuz. Siz. İkiniz.
Kafan allak bullak. Nihayet cesaretini toplayıp arkana döndün. Kimse yok. Balkon kapısı kapalı. Görebildiğin kadarıyla masada çay ya da yiyecek falan da yok. Daha demin çıplak ayaklarını altında toplayıp karşıdaki ağacı seyrederken ne tasasızdın, her şeyden, herkesten uzakta. Şimdi Poe’nun geveze kalbi avuçlarının içinde atıyor sanki. Tedirgin adımlarla kapıya yürüyorsun.
“Allahım, lütfen kilitli olmasın.” Değil. Soğuk kolu indirip içeri girdin; tahmin ettiğin gibi, burası mutfak. Masanın olduğu yerden kızarmış ekmek ve yağda yumurta kokusu geliyor. Ama masada ne bir sahan ne bir tabak. Ocağın üstünde çelik bir çaydanlık. Altı kapalı, ama suyun fokurdama sesi çok net. “Deliriyorum herhalde.” Görünmeyen çatallar görünmeyen bıçaklara değip çın çın ses çıkarıyor şimdi. Geniş mutfağın ortasına kadar gidip dehşet içinde etrafına bakınıyorsun. Nereden geliyor bu sesler, kokular? Uyuya mı kaldın? Hepsi rüya mı? Öyle olmalı. Kesin öyle.
Biri sandalyesini itip kalktı. Galiba. Gıcırtısı çok net, ama görüntü yok. “Kalkmışken bana da çay koysana.” Konuşan, hayatında sadece bir kez merhabalaştığın kadın. Sesi var, kendi yok. Çayı koyacak olan her kimse, şimdi sana yaklaşıyor olmalı. Ne de olsa ocağa giden yol senden geçiyor. Telaşla mutfak kapısına, oradan uzunca bir koridora, sonra da apartmana açıldığını tahmin ettiğin büyük ahşap kapıya yöneliyorsun. Önünde bir kedi. Sakin sakin oturmuş seni izliyor. Seni tek gören o, senin de tek görebildiğin.
Kilidin üzerindeki anahtarı gürültüyle çevirip kapıyı açıyor, kendini dışarı atıyorsun. Merdivenlerden aşağı koşarken gözün hâlâ yukarıda, çıkıp sana bakan biri var mı diye. Kimse yok. Yan daire falan da yok. Elinde torbalarla kapısına gittiğin yaşlı kadının kapısı gitmiş. Kalbin artık sesini sana duyuracak kadar gümbür gümbür.
Kapaklanmadan tüm basamakları inip çıkışa varmayı başardın. Kapıyı açtığında karşında o kadın. Hayatında sadece bir kez merhabalaştığın.
Gülümseyerek kenara çekildi şimdi. Ona ikinci kez merhaba diyemeden koşarak uzaklaşıyorsun.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.