MARTIN EDEN YAŞASAYDI
Yeniyetmelik çağımızda Martin Eden romanını bir aşk hikâyesi sanısına kapılarak hevesle okumuştuk. Ancak sona doğru yaklaştıkça, yazılanlar gençlik ateşiyle yanan ruhumuza pek sempatik gelmemiş Martin’in neden kendine böyle bir sonu reva gördüğünü anlayamamıştık. Yine de imkânsız bir aşkı kotarabilmiş olması sonra da onu elinin tersiyle itivermesi gururumuzu okşamış olmalı. Ne de olsa onunla aynı mahalleden, işçi sınıfının çocuklarıydık.
Sevgili okur, kişisel yolculuğumda yazın macerasına atılmamın en büyük sebebi Jack London dersem doğru olmaz; beni buna iten olsa olsa Luisa May’in Küçük Kadınlar romanındaki Jo karakteri olmalı. Buna karşın yazmaya ilk heves ettiğim otuzlu yaşlarımda, çalışmaya başlayalı birkaç yıl olmuştu, düzenin nasıl da insan sömürüsü üzerinden nemalandığını görmüş, hayatın hiç de hayal ettiğimiz gibi bir yer olmadığını fark etmiştim. İşte tam da o günlerde yeniden okuduğum Martin Eden bambaşka bir roman olup çıkmıştı benim için.
Yazarın öz yaşam deneyimlerden izler taşıyan bu yarı biyografik romanı belki Jack London’ın günlüğü olarak okuyabiliriz. Elbette bu bakış açısının metnin değerinde hiçbir kayba yol açmadığını, insanın en iyi yazacağı şeyin yaşadığı şey olduğunu bilerek…
Gemi tayfası Martin, bir kavgada araya girip dayak yemekten kurtardığı genç Arthur’un evine yemeğe davet edilmişti. Ama o ne Arthur ne de sonradan aşığı olan Ruth gibi zarif ve narin biriydi. Yaşamı o güne dek mücadeleyle geçmiş üstelik de bunu fiziksel güç gerektirecek işlerde çalışarak yapmıştı. Dolayısıyla bedeni bir Apollon heykeli gibi heybetli, beden dili ise çizgi kahraman Conan’dan farksızdı. Ait olduğu sınıfın tüm özelliklerini taşıyan, gerçek anlamda zarafetten uzak, yürüdüğü yeri sallayacak türden, kaba saba bir adamdı. Çağrıldığı evde hem insanlar hem de eşyalar öylesine süslü ve nazenindiler ki Martin daha evvel böyle bir ortamda hiç bulunmadığından nasıl yürüyeceğini, nasıl konuşacağını, nasıl yemek yiyeceğini bilemeyerek paniklemişti. Bir şeye çarpmamak, devirmemek için aşırı özen göstermek zorunda kalmıştı.
Bu üst sınıf, burjuva evinde ilk kez gördüğü güzellikler karşısında gözleri kamaşan Martin elinde olmadan evin kızı Ruth’a vurulacak, o geceden sonra da tüm ideali onu kendine âşık edebilmek olacaktır. Romanın ilk yarısı boyunca Martin insani şartların çok ötesinde işlerde çalışırken aklında sadece bir gün onun ellerini aşkla tutabilmek vardır. Bir yandan ölecek kadar çalışırken diğer yandan bulunduğu sınıftan ve yaşam koşullarından kurtulabilmek için deliler gibi okur.
Burada araya girip bir parantez açmak isterim, London’ın en çok etkilendiği isimler, Herbert Spencer, Nietzsche ve şair Swinburne’dür. Kişisel olarak hiç sevmediğim oldukça sapkın ve kötücül bir karakter olan Swinburne’nün sıra dışı şiirleri ve yaşam felsefesi döneminin pek çok yazarı gibi London’ın da dikkatini çekmiş olacak ki romanın daha ilk sayfalarından itibaren merak uyandıracak biçimde ondan bahseder. Ruth karakteri ise onun kabalığından, vahşiliğinden dem vurur. İyi ki…
Ve yemek masasında onun şiir kitabını görmesiyle başlayan serüven, Martin’in tüm imkânsızlıkları imkânlı kılarak sevdiğinin hayal ettiği gibi bir entelektüel, bir şair, bir yazar olmasıyla noktalanacaktır. Öyle ki Martin çamaşırhanenin rutubetli, sıcak, dayanılmaz ortamında on altı saat çalışmakta ve kazandığı parayla ancak karnını doyurabilmekteyken Ruth’a yaranabilmek; okuyabilmek, dahası yazabilmek için bisikletini satıp kitap almayı bile göze alır.
Günde sadece beş saat uyuyarak geride kalan iki, üç saati okumaya ve yazmaya ayırır. Aşağı yukarı bir yıl süren bu aşkınlık halinin neticesinde yüzlerce kitap okumuş, yüzlerce sayfa yazmıştır. Ondaki değişimi gören Ruth da karşılığını vermiş, sonsuz bir aşkla bağlanmıştır bu çılgın adama. Ancak Martin’in onun sınıfına yükselebilmesi ve ilişkinin kabul görmesi için bunlar yeterli değildir. Hâkim, savcı, doktor olamasa da hiç değilse yazar olmayı başarabilmelidir. Böylesi bir aile, kızını bir çamaşırcıyla evlendirecek değildir.
Zaman ilerledikçe Martin’in yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmaya başlar ancak bu hayal ettiği şeyin yanında devede kulaktır. Ruth’un ve ailesinin talepleri Martin’i dara düşürürken okudukça ve hayatının anlamını, amacını kavradıkça bambaşka birine dönüşür. O artık işçi sınıfına ait biri değildir. Yine de dostlarına elden geldiğince yardım etmeye onlara sınıf bilincini aşılamaya çalışır.
İkinci yılın sonunda artık kimsenin onla baş edemeyeceği kadar çok şey biliyordur. Bir zamanlar hayran kaldığı burjuva yaşamı da ahlakı da anlamını yitirmiş, katlanılması imkânsız yüklere dönüşmüştür.
Ancak birlikte vakit geçirdiği ve Tembellik Hakkı*’nı öğrendiği, sosyalizm aşığı arkadaşlarıyla da bağını kaybetmeye başlar. Gittikçe nihilist bir yaklaşıma doğru sürüklenir. Neticede hayal ettiği üne ve saygınlığa kavuşsa da hayatın anlam arayışı içinde sürüklenirken gerçekliğe olan inancını yitirir.
Bir zamanlar çalışmaktan yaşamaya fırsat bulamayan arkadaşı Joe’ya söyledikleri düşer aklına:
“Bana kalırsa bir hayvan gibi çalışmaktansa serseri olmak daha iyi. Yaşayacaksın oğlum. Bütün ömrün boyunca yaptıklarından daha iyi bir iş yapmış olacaksın yaşamakla da.”
Joe sonunda hayal ettiği çamaşırhaneyi açacak ve çalışanlara insanca çalışma şartları sunacaktı; peki ya kendisi?
İşte zurnanın zırt dediği yer de burasıdır. Joe kolektif bir hayal içinde yaşama tutunmayı başarmış Martin ise yalnızca bireysel hayallerin peşini kovalamıştır. Önce aşk için, sonrasında ün, şan ve saygınlık için. Oysa değişen bir şey yoktur. Çamaşırhanede çalışırken şikâyet ettiği şartlardan hangisi değişmişti? Evet, çamaşır yıkamıyordu ama deliler gibi okuyup yazıyordu. Yine yeterince uyumuyor, yeterince mutlu olamıyordu. Burjuva yaşamı hiç de ilk gördüğü andaki hissi uyandırmıyordu artık onda, tersine tiksintiye yol açıyordu.
Tüm bunları ne için yapmıştı, kendisi için mi? Öyleyse neden kendini hiçbir sınıfa ait hissedemiyordu? Artık tembellik hakkını kullanmak, sonsuza dek dinlenmek istiyordu.
Belki de onu hiçbir zaman sevmemiş olan annesinin rahmine geri dönmek ve yeniden doğabilmek için.
Yaşam dediğimiz şey, denizin içinde sonsuzca uyuyakalmaktan başka neydi ki.
*Tembellik Hakkı, Paul Lafargue, Ayrıntı Yayınları, 2015
Diğer analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.