????????????????????????????????????
Onsun Meryem

GEMİCİLER ŞEHRİNDE

İki Çingene çocuk oynaşarak denizde yüzüyor. Çocukların neşeli sesleri, suya yansıyan güneş ışığına karışıyor. Deniz uzaktaki kıyıya doğru dalga seslerini öğleden sonraya bırakarak sessizce uzanıyor. Etrafta kimse görünmüyor, bir martı sessizce çocukların üzerinden geçiyor. Şehrin içine dalmayan martılar denizde de az görünüyor. Benim şehrimin kalabalık gürültücü martılarını hatırlıyorum, çöplere dadanıp elimizdeki balık-ekmeğe göz diken martıları.

Ama, benim bir şehrim var mıydı? Martıların yalancısı mıydım?
Kaygısız görünen Çingene kadın çocuklara doğru sesleniyor “Hristo!” Çocuk en İsevi isimlerden birini taşıyor. Benim şehrimde Çingeneler, Yaşar değilse Hasan ya da ona benzer isimlerle birbirine seslenirlerdi.
Benim şehrim hangisiydi? Doğduğum şehirde martılar yoktu zaten deniz de yoktu.
Ben nerenin yabancısıydım? Bir Çingene gibi geldiğim her şehri kendimin mi sayıyordum? Gemiciler şehrinde, şehrini kaybeden bir gemici arıyordum, beni ancak o anlardı.
Yukarıda sokağa doğru yürürken, bir gülcü kadın “Türk müsünüz?” diye yolumu kesiyor. “Belki” demiyorum. Nereli olduğumu merak ediyor. Her yerin yabancısı olduğumu belli etmiyorum.
“İstanbulluyum.”
Bu ülkede “Türküm” demektense İstanbullu olduğunu söylemenin daha uygun olduğunu biliyorum. Kutsal şehre aitsen daha az tehlikelisin demektir. Bu ülkenin insanları rüyalarında büyülü İstanbul şehrini görürler, bir gün şehrin kendilerinin olacağı hayalini kurarlar. Stin Poli’nin eskide kaldığını, Rumeli ve Anadolu fenerinden başlayarak bitimsiz uzanan bir kargaşa şehir halini aldığını bilmezler.
Gülcü kadın, şimdi adı Komotini olan Gümülcineli olduğunu söylüyor. Zayıf çok zayıf Çingene kadına ismini sormuyorum, adı Hatice değilse bile her gün Türkçe oynak şarkılar dinlediğinden adım gibi eminim. Gülcü kadından, bana ait olan tek şeyin hatırına, konuştuğu anadilimin hatırına, kurdeleyle jelatine sardığı güllerden birini alıyorum. “Senin için üç evro” diyor. Begonvilli sokakların birinde aldığım gülü unutuyorum. Her gülün yabancısıyım.
Kapısında yavruağzı renginde begonvil olan hediyelik eşya mağazasındaki İstanbullu Alexandros, önceleri sokağın ilerisinde bir Rum’un tavernasının olduğunu söylüyor. Rum’un şimdi nerede olduğunu soruyorum.
“Şimdi, göğe bakıyor!”
Anadilimde böyle bir deyim hatırlamıyorum, benim bildiğim bir şiirin sözleriydi.
“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım”
Aleksandros, yıllar önce geride bıraktığı ülkesinin dilini ustaca konuşan adam, aklımdan geçen şiiri biliyor muydu?  Yunanistan’ın herhangi bir şehrinde, en uzakta kalmış bir yerde bile anadilinizi iyi kötü konuşan bir Rum ile karşılaşabilirsiniz. Rum’la karşılaşmazsanız da ailesinden biri ya büyükbabası, ya yayasının annesi ya da teyzesinin kocası Anadolu’nun bir yerlerinden buraya gelmiştir. Kırık Türkçeleriyle sizden Ayvalık Mudanya ya da Fokia’dan haberler vermenizi beklerler. Mora’daki şehirde de bir Rum’la karşılaşmam öylesine sıradandı.
Mağazada henüz müşteri yok. Rum esnaf Aleksandros, Nafplio’da turist mevsiminin üç ay gibi kısa olduğundan söz ederken, yeniden tavernacı arkadaşını hatırlıyor.
“Onun yıldızı sönüktü!”
Adamın, unutmadığı dilinin zenginliğiyle düzgün konuşmasına şaşırırken, bu deyimi hatırlamaya çalışıyorum.
“Küçükparmakkapı’da otururlarmış. Yolun düşmüştür o sokağa, Beyoğlu’nda. Bizim ev bir sokak yanda Büyükparmakkapı’daydı. Onunla karşılaştığımızı hiç hatırlamıyorum. Benden beş yaş küçüktü. Bilirsin küçükken dört-beş yaş çok büyük farktır, büyüyünce…”
Sözünün sonu için sözcük ararken yardım ediyorum.
“Bu ara kapanır.”
“Ha, evet, büyüyünce ara kapanıyor. Yaşından dolayı onun farkına varamamışımdır.”
Konuşması arasında bana kahve ikram etmek istiyor, sadece su istiyorum. Altmışlı yaşlarda ama dinç görünüyor; telaşlı, yerinde durmadan bir şeyler ararmışçasına gezinerek konuşuyor.
“Annesi gönlünü birine kaptırmış, adam çocukları istememiş, kadın çocuklarını babaya bırakmak zorunda kalmış. Baba yoksul bir terzi çocuklara bakamamış, onları yetimhaneye vermiş. Niko, yetimhaneden çıkınca askerlik yapmamak için Yunanistan’a geçmiş. Pire limanında aç-açık dolaşırken, adamın biri, denizci olmayı isteyip istemediğini sormuş. Yapacak başka bir işi yok, gemilerde yağcı olarak çalışmaya başlamış. Çalıştığı gemide yağcı başı buzuki çalarmış, buna da öğretmeye başlamış. Önceden de bağlama çaldığından buzuki çalmayı kolayca öğrenmiş, ustası olmuş.
Gemiyle birçok limanı dolaşırken bunun aklında hep Amerika hayali varmış. Bir gün gemi Amerika’da bir limana uğradığında gemiden ayrılmış. Gemiden eşya ile çıkması yasak olduğundan giysilerini üst üste giymiş.”
Neredeyse arkadaş olduğum Aleksandros, ellerini üzerinde gezdirerek paltoyu resmetmeye çalışıyor.
“Hah, işte özel eşyalarını belgelerini paltosunun ceplerine doldurmuş. Dönmeyince, gemi onu bırakarak yoluna devam etmiş. Birkaç gün sokaklarda kaldıktan sonra polisler başıboş dolaşan yabancıyı yakalamışlar. Bilmediği İngilizcesi ile Amerika hayalinden bahsetmiş. Onun anlatmasına göre polisler iki seçenek sunmuş. Ya burada kalmayı kabul edecek ya da ülkeyi terk edecek, polislere göre bir belge imzalaması gerekiyormuş. Elbette ülkede kalmak istiyormuş, buna göre uzatılan belgeyi imzalamış. Meğerse polisler bunun İngilizce bilmemesinden faydalanarak ülkeyi terk etmesi gereken belgeyi onaylatmışlar ve cebine iki yüz dolar koyarak bir gemiye bindirmişler.
Gemiden Karadeniz’de bir yerde karaya çıkınca İstanbul’a gelmiş. Günlerce süren yolculuktan beş parasız Küçükparmakkapı’da babaannesinin evine gitmiş. Kapıyı açan bir Türk kadını, Katina adında birinin orada oturmadığını söyleyince ağlamaya başlamış. Kadın karşısında ağlayan genç adamın haline üzülmüş, etraftan babaanneyi soruşturmuş. Babaannenin çok önceden başka bir eve taşındığını öğrenmişler. İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra Yunanistan’a dönmek için bir gemiye binmiş.”
Bu gemi, gemicilerin yurdu Nafplion’da demirledikten bir süre sonra, Niko ile Aleksandros karşılaşırlar.
“İstanbul’dan aldığı buzuki ile tavernalarda çalmaya başlamıştı. Şehirde yaptığı müzik sevilip tutulunca kendi yerini açtı. Açtığı yer meyhane taverna arası küçük bir yer ama çok iyi çalışır olmuştu. Biliyorsun, Yunanistan’da işyerleri, akşam açılıncaya kadar saat üçte kapanır, işte o saatlerin uğrak yeriydi.
Niko’nun kazancı bollaşmış ve şehirden bir kızla evlenmişti. Bir gün karısı kardeşlerinin işsizliğinden yakınarak onları yanına almasını istemiş. Kimsesiz Niko karısının ailesini ailesi bellemişti. Ne var ki zamanla kardeşler, kasadakilere el koydukça Niko’nun işyeri elinden uçmuş ve ortada kalmıştı.”
İstanbullu Aleksandros, mağazada bibloların yerini değiştirirken karşıma gelerek aynı sözleri tekrarlıyor.
“Yıldızı sönüktü!”
Bu hikâyenin fonuna buziki sesi yaraşacakken dışardan bir akordeonun sesi Niko’nun sönmüş yıldızına ağlıyor. Vitrinin önünden bir turist kafilesi geçiyor, kimse içeriye girmiyor.
“Sonunda damatlarının eline bakar oldu. Hep İstanbul özlemi vardı, buraya gelir saatlerce İstanbul’dan arkadaşlarımızdan orada oynadığımız futboldan konuşurduk. Ona dedim; beraber gidelim, bir bilet parasına bakar, orada teyzemin evi var, başka bir şeye ihtiyacımız yok. Çok gururluydu onun biletini almama izin vermezdi.”
“Şimdi ne yapıyor, nerede?”
“Gökyüzüne bakıyor!”
Yunanlıların ölen kişiler için “radikaya tersten bakıyor” demelerine benzer ölümün tanımını yaptığını neden sonra anlıyorum. Ölüler mezar üzerindeki radika çiçeklerinin ancak kökünü seyredebilirlerdi.
Gemicilerin şehri Osmanlılar yönetimindeyken Anabolu olarak bilinirmiş, bence şehir begonvil şehriydi. Geride kalan ülkemde begonvil kasabalarını tanısam da begonvillerin yabancısıydım. Çocukluğumun şehri begonvil çiçeğini bilmezdi.
Turuncu, beyaz, yavruağzı, tozpembe ve elbette en çok çingene pembesi begonviller içinden göğe bakma durağını arıyordum. Belli ki her şehrin yabancısı olarak göğe bakma durağını ancak bir şiirde bulacaktım.
Aldığım gülü nerede unuttuğumu hatırlamıyorum. Burci Adasına bakan tavernada, kayıp bir gül, bir delikanlının elinde sevgiliye verilmiş; ben begonvillerin yalancısıyım.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir