derya erkenci
Fatma Burçak

KIZ VE MANOLYA AĞACI

Rüzgâr mora kesmiş yamaçlardan nazlı nazlı esti, manolya ağacının yaprakları oynaştı. Dalları tomurcuklanmış. Kokusu asılı kaldı bahçenin üzerinde. Bahçedeki tek ağaçtı, altında küçük, kare tahta bir masa, bir iskemle. Kız istediği için Osman maviye boyamıştı.

 

Adam hiç kıpırdamadan oturdu bütün öğleden sonra, iskemlenin arkasına dimdik dayadığı ihtiyar sırtı yavaş yavaş kamburlaştı. Bastonun sapını sımsıkı tutan derisi incelmiş parmakları gevşedi biraz. Artık iyice aklaşmış saçları dağıldı. Burun deliklerinden geçip zihnine yürüyen kokunun izini sürdü belleğinde; yoğunlaştı, onun cismine büründü. Adam gözlerini yumdu sımsıkı, o hayali göz kapaklarının içine hapsetmek istedi. İçi titredi, kalp atışlarının sesini duydu kulaklarında, ağzı kurudu.
Osman ayağındaki plastik terlikleri tırıs tırıs sürüyerek gelip yanında durdu. Ayaklarını sürüyüp durma, diye uyarmıştı sersem herifi, hem de kaç kez. Terliklerin çıkardığı ses bir yılanın sürünerek etrafında dolanmasını andırıyor, kulaklarını tırmalıyor, sinirini bozuyordu. Dilinin ucuna gelenleri yuttu. O anı bozmak istemiyordu. Başını çevirmedi, sesleri duymazdan geldi. Akşamın bu saatleri, güneş batmak üzereyken, rüzgâr kızın kokusunu ağaçtan alıp ona taşırken yalnız kalmak istiyordu.
“Beyim geç oldu, hava kararmak üzere.”
“Biraz daha kalacağım.”
Gitsin diye bekledi; terliklerinin o iğrenç sesini de alıp gitsin ve onu kokunun içinde yalnız bıraksın. Kız oradaymış, çimenlerin üzerine oturmuş, ona kitap okuyormuş hâlâ… Soluk alıp verişleri, sesinin titremesi, parmaklarının arasında ezdiği manolya çiçeklerinin baygın kokusuyla midesi kasılsın heyecandan, başı dönsün.
“Üşütme diye dedim beyim; hasta olursun maazallah.”
“Keşke,” dedi kendi kendine, şu ağacın altında ölseydi, o an, kızı düşünürken. Öldüğü yere gömselerdi, taş da istemezdi. Ardından ağlayacak kimse yoktu. Belki bir tek Osman, o da ekmek kapısı kapandı diye. İnatla tepesinde dikilmeye devam etmesi bütün keyfini kaçırınca adam bastonuna yaslanarak ayağa kalktı.
“Berbat ettin zaten her şeyi! Salak herif, yürü hadi, yardım et.”
O da hemen sol yanına geçip koluna girdi. Birlikte eve doğru yürüdüler. Karanlığın ağır ağır çöküşünü sessizce beklerdi bu saatlerde. Birazdan akşam iyice çöktüğünde cır cır böcekleri ötmeye başlardı, sonra bir iki baykuş sesi duyulurdu uzaklardan. Bastonun yeri arayan tıkırtısı arsızca yaşını fısıldadı kulaklarına.
Adam pencereyi açmasını istedi Osman’dan. Önündeki koltuğa oturdu her zamanki gibi. Yalnız kalmaktan başka bir isteği yoktu. Hayır, acıkmamıştı henüz, geç yiyecekti bu akşam. Onun odadan çıktığını duydu, kapı usulca kapandı. Başını dışarı doğru çevirdi, çerçevenin içinde manolya ağacının kıpırdayan dalları, maviye boyanmış masa ve iskemleler kızın her an çıkıp gelmesini bekliyorlardı sanki. Akşam serinliğini kanatlarında taşıyan beyaz bir kelebek gibi gelip adamın az önce oturduğu iskemleye konuverecekti. Çıplak topuklarını sandalyenin bacakları arasındaki ince çıtaya dayayıp dizlerini kollarıyla saracaktı.
Sallana sallana mutfağa yollandı Osman. Saliha Kadın’ın pişirip yolladığı yemekleri çıkardı buzdolabından. Karnıyarık mis gibi görünüyordu, hele domatesli pilav; tane tane dökülüyordu pirinçler. Kararsız kaldı, yese miydi acaba, karnı da çok acıkmıştı hani. Bol sarmısaklı bir cacık yapmaya karar verdi. Adamı düşündü. Son günlerde biraz daha çökmüştü ihtiyar. Ağacın altında oturup düşünüyordu hep, iştahı da yoktu ne zamandır. Salatalıkları doğrarken durdu bir an, hasta mıydı? Boş ver dercesine omzunu silkti, bıçağın ucundaki salatalık parçası yere düştü. Domuz gibi herif, ona bir şey olmaz, dedi kendi kendine.
Adam aynı koltukta oturuyordu o sabah da. Osman yine ayaklarını sürüye sürüye odanın kapısına gelmişti. Tam söylenecekti ki küçük bir nefes, belli belirsiz manolya kokusu hissetmişti.
“Beyim bu bizim Saliha Kadın’ın kızı. Hani sen kitap okuyacak birini istemiştin ya, olur dersen her gün gelecek.”
Adam onlara dönüp bakmadan sordu.
“Kaç yaşında?”
“Kaç yaşındasın kız?”
“On altı.”
“Okula gitmiyor mu?”
“Okul sabahtan öğleye kadar.”
Sesi bir yudum su gibi aktı, adamın içindeki duvarlara çarpıp yankılandı.
“Okumayı sever misin?”
Başını çevirip kızın gözlerine baktı adam. Kız gözlerini kısıp bir an düşünür gibi oldu.
“Ne okuduğuma bağlı.”
“Önce gazete okuyacaksın, biraz da kitap.”
“Fark etmez.”
“Kitabı benim için okuduğunu unutma. Düzgün, kelimeleri yutmadan okumalısın, atladığını anlayabilirim, ona göre.”
Kız hâlâ kapının önünde duruyordu. Huzursuzca kıpırdandığını hissetti adam. Oturmasını söyledi. Geldi, tam da adamın karşısındaki koltuğa oturdu. Adam, yanındaki sehpada duran kitabı uzattı. Kız kitabın ismini okudu Huzursuzluğun Kitabı, işaretli sayfayı açıp okumaya başladı.
 
“Koku alma yeteneği tuhaf bir görme duyusudur bilinçüstünün ansızın çiziverdiği duygusal manzaraları o çağırır bu çok sık başıma gelir diyelim ki bir sokaktan geçiyorum hiçbir şey görmüyorum daha doğrusu etrafımdaki herkes nasıl görüyorsa öyle görüyorum bir sokakta yürüdüğümü bilirim iki tarafında insanoğullarının inşa ettiği birbirinden farklı evleriyle var olduğunu ise bilmem ve derken bir fırından burnuma ekmek kokusu gelir…”
 
“Bu kadar yeter,” dedi adam. “Her gün okuldan sonra gelirsin.”
Çok kötü okuduğunu söylemedi.
Yıllar sonra ilk kez o sabah mutlu uyanmıştı adam. Kıpır kıpırdı içi, tüm hücrelerine kan yürümüştü sanki. Yıllardır işe yaramayan küçülmüş organı bile kıpırdanıp duruyordu. O gece rüyasına girmişti kız. Minicik beyaz bir elbise vardı üzerinde, önden düğmeli. Adam yatak odasının penceresinden dışarı baktı, ağaçların kurumuş dallarında patlamaya hazır tomurcuklar, çimenlerin arasında boy vermiş birkaç kır papatyası vardı.  Osman’a manolya ağacının altına iki sandalyeyle bir sehpa taşımasını söyledi.
Ağaçtan yayılan koku dün gece gördüğü rüyayı getirmişti gözlerinin önüne. Kızın dudaklarını kulaklarına değdirerek fısıldadığını hayal etti. Öpülmüş müydü acaba hoyrat bir ergen tarafından? Bacaklarında bir erkeğin dokunuşunu hissetmiş miydi? Mis gibi kokusunu içine çeken biri var mıydı? Adam saatine baktı, en son ne zaman birini beklerken sabırsızlandığını anımsamaya çalıştı.
Kız okul formasıyla bahçe kapısının önünde belirdi ansızın. Ağır ağır yürüyerek geldi adamın yanındaki sandalyeye oturdu.
“Bugün burada mı okumamı istiyorsunuz?”
“Evet, hava güzel.”
Kız umursamazca omzunu silkti. Osman’ın sandalyenin üzerine bıraktığı gazetedeki işaretlenmiş yerleri okumaya başladı. Son sayfayı da okuduktan sonra sandalyeden kalkıp çimenlerin üzerine oturdu. Eteği sıyrılmıştı yukarı, düzeltmedi. Saçlarını savurup adama baktı.
“Aslında böylesi daha rahat, siz de denemelisiniz.”
Adam içindeki kabarmayı belli etmeden kıza baktı.
“Neden hep manolya kokuyorsun?”
“Sevmez misiniz yoksa?”
“Sevmesem bahçeme manolya ağacı dikmezdim.”
Hafifçe kıkırdadı kız.
“Ben de severim. Ağacınızdan bir çiçek koparıp elimde eziyorum sonra boynuma sürüyorum.”
Adam, onun ezilmiş çiçeği boynunda gezdirdiğini düşündü. Ellerini, uzun saçlarını, gözlerini, teninin yumuşaklığını. Kendinden utanarak, yine de kıpır kıpır. Ertesi gün köydeki kahveden bir tahta masa, iki iskemle aldırmıştı Osman’a.
Bildiği kitapları okutmaya başlamıştı. Artık sesini duymak, her hareketini izlemekten başka bir arzusu yoktu. İskemlenin üzerinde bacaklarını kollarının arasına alarak oturuşunu, başını geriye doğru atmasını, sayfayı çevirirken parmağını diliyle ıslatmasını, ayakkabılarını çıkarıp ayaklarıyla çimenleri ezmesini, su içmesini. İhtiyarlığının ardına saklanıp onu gözetlemenin tadını çıkardı, tüm huysuzluğu ve pervasızlığıyla.
Geceleri de gündüzler kadar özler olmuştu. Yatağa yattıktan sonra onu bekliyordu.  Minicik elbisesinin düğmelerini sabırla tek tek açıp soyuyordu, yanına uzanıyordu kız, karnını, gergin uyluklarını öpüyordu, küçük memeleri ellerinin içinde kayboluyordu. Titreyerek, kasıkları sızlayarak uyanıyordu rüyadan. Kıza dokunma arzusu giderek kontrol edemediği bir yangına dönüşüyordu.
Bir süre sonra kızın kokusu, sesi soluğu yetmemeye başlamıştı. Çiçek böcek, ağaçlardaki kuşlar sustu, güneş bir milim kıpırdamadı yerinden, gölgeler ne uzadı ne kısaldı, rüzgâr bile aniden kesildi. Her şey adamdan gelecek bir hareketle yeniden canlanacaktı sanki. Tahta iskemlede kıpırdanıp durdu, tedirgindi, ya beceremezse. Heyecandan kalbi gümbür gümbür çarpıyordu, sonunda bir bacağı biraz boşlukta duran iskemlenin ucuna doğru iyice kaykıldı ve düştü.
Kız küçük bir çığlıkla üzerine eğilmişti. Yüzüne doğru akan saçları, boynunun baş döndürücü kokusu; adamın kahverengi lekelerle kaplı kocamış ellerini tutan küçük narin parmakları, yumuşacık avuçları; onu yerden kaldırmak için doladığı çıplak kolları, pürüzsüz teni; sırtına yaslanmış bedeninin incecik kıvrımları, kolunun sürtündüğü dipdiri memeleri, saçlarında gezinen taze nefesi içine çekip karanlığına hapsetti adam. Kendi cesaretinden korktu. Alnında ter damlacıkları kalbi kanatlanmış kuş sürüsü, bacaklarının arasında bir kamaşma.
“Tamam,” dedi adam, “bu günlük bu kadar yeter, sen git.”
Kız hiç acele etmeden doğruldu üstünden. Gözlerinin içine baktı. Gülümsedi. O günden sonra ancak birkaç kere daha geldi. Sonra da bir gün temelli gitti. Üniversiteyi kazanmıştı.
İçini çekti adam, koltuktan kalkarken kasıkları sızladı. Cır cır böceklerinin sesini duydu. Osman terliklerini sürüyerek gelip kapıda durdu. Yemek hazırdı, cacık da yapmıştı.

 

Öykü yazarın Aralık 2021 tarihinde, Edebiyatist Yayınevinden çıkan, Tahta Boşa Gelen Kuşlar isimli kitabından alınmıştır.

Tahtaboşa Gelen Kuşlar

Daha fazla öykü okumak için lütfen buraya tıklayın.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

[/vc_column_text0]

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir