komşu duvarı
Mehtap Sağocak

HABERSİZ

“Fitnat Teyze, bak ilaçlarını getirdim. Aç avucunu. İşte suyun, iç bakalım… Aferin, işte böyle. Bahçeye çıkarayım mı seni, hava güneşli bu sabah. İster misin?”

Koltukta mahmur bakışlarla oturan yaşlı kadın, hemşirenin komutlarına uyarak ilaçlarını içmiş boş gözlerle bakıyordu. Hemşire, perdeleri sert bir hareketle kenara çekip odaya ışık dolmasını sağladığında ise buruşuk ellerini gözlerine siper ederek yüzünü ekşitti.
“Hafize hanım, sana kaç kere söyledim, beybabam uyurken perdelerin açılmasını istemez diye! Sen git kahvaltıyı hazır et. Beybabam uyanınca ineriz biz. Hadi sen işine dön” diyerek azarladı genç kızı.
Bıkkın bir gülümseme ve abartılı bir tonla “Peki hanımım, emrettiğiniz gibi bahçeye hazırlarım kahvaltınızı” diyerek odadan çıkarken “Of Allah’ım, ne beybabaymış ama! Başka laf yok” diye mırıldanıyordu hemşire.
Yaşlı kadın, oturduğu koltuktan zorlukla kalkıp sürüklediği küçük adımlarıyla aynalı dolabın karşısına geçti. Saçlarını düzeltti. Üstündeki elbisenin yakasını çekiştirdi. Aynanın derinliklerine, belleğinden yansıyan bir hatıraya konuşmaya başladı.
“Ablan olarak çok uyardım seni, dinlemedin Firuze. Kızdırmayacaktın beybabamı. Annem hayatta olsa ona güveniyorsun derdim ama kırdığın cevizler bini aştı. İhtimal dahi görmüyorum, hayatta izin vermez artık şarkı söylemene. Gizli işler çevirmeyecektin kardeşim.”
O sırada bahçeden çatallı, kalınca bir sesin söylediği şarkının nağmeleri odaya ulaştı. Bakışlarını ısıtan anlık bir alevi hapsedercesine gözlerini kapayan yaşlı kadın “Ah Firuze ah!” dedi ve şarkıya kulak verdi.
Hemşire bahçeye inmişti. Sabah güneşi alan bakımevi sakinlerini kontrol etmek, ilaçlarını vermek, hatırlarını sormakla meşgul olurken “Firuze abla, senin güzel sesinden bu şarkıları dinlemeyi çok seviyorum vallahi. Ne güzel söylüyorsun” dedi.
Ayakta hareketsiz dikilen, şarkısı bitince eğilerek zarif bir reverans yapan kadın altmışlarının sonundaydı. Diğer sakinlere göre daha genç sayılırdı. Endamlı fiziği, hülyalı bakışları ve kusursuz söylediği şarkılarıyla, o melun hastalığın pençesinde olduğu ilk bakışta anlaşılmazdı.
“Nedim Beyden gelen çiçekleri odama gönderiver kızım. Yine gelmiştir kırmızı güller. Hiç vazgeçmiyor beyzadem” derken, gözlerini süzerek gülümsemişti.
“Biliyor musun, benim gazinoda çalışmamı istemiyor. Evlenip yurt dışında yaşayalım diyor. Ama ben bırakamam hasta babamla ablamı. Ben yardım etmezsem nasıl yaşarlar? Ne yapacağımı bilmiyorum inan!”
Firuze’nin bakışlarına inen hüznün gölgelerini ve düşen omuzlarını fark eden hemşire “Ablam gel sen şöyle otur, dinlen. Boş ver şimdi bunları” diyerek, kadını manolya ağacının altındaki bahçe koltuğuna oturttu. “Ah ah, bir zamanların assolistiymiş, geriye hayali kalmış garibimin. Ne kader ama! Hastalık ikisini birden vurmuş. Fitnat’a da, Firuze’ye de çok üzülüyorum. Yazık olmuş bu kadınlara” diye içten içe söylenerek döndü işine.
Firuze şarkıcılık sevdasıyla, lokallerde gizli gizli sahneye çıkmaya başladığında, şehrin eşrafından olan babasının şiddetli tepkisiyle karşılaşmıştı. Bu çatışma Firuze’yi ailesinden koparan, babayı kısa süre içinde felçle yatağa düşüren, Fitnat’ı ise hayattan mahrum bırakan süreci doğurmuştu. Evi terk ederek, renkli sahne hayatı içinde yol alan Firuze ün ve paraya kavuşmuştu; ama reddedilmişliğin acısını örtemeyen bu sahte pembeliğin içinde mutluluğu yakalayamamıştı.
Fitnat’a ise yıllar yılı kardeşinin gönderdiği parayla yatalak babasının bakımını üstlenmek, kendi hayatından vazgeçerek yaşlanmak düşmüştü. Babasının ölümünden sonra yalnız kalan, dimağı bulutlu, belleği karışık ablasını bakımevine yatıran Firuze de kendi görkemli hayatının sonuna gelmişti. Şen şakrak bir genç kızın hayalleriyle çıktığı yolun sonunda, boş bir ev, kendisini hatırlamayan bir abla ve yalnızlık kalmıştı. Evdeki hayaletlerle, çocukluk hatıralarıyla, kalp kırıklıklarıyla yaşamaya çalışırken, genlerindeki sessiz düşman harekete geçmiş, bunu fark eder etmez o da aynı bakım evine yerleşmişti. Bunu artık bilmeseler, birbirlerini bile hatırlamasalar da, başka hiç kimsesi olmayan iki kardeş burada bir arada yaşıyorlardı.
“Firuze abla bak, sana kimi getirdim, temiz havada sohbet edin iki kardeş. Güneşin keyfini çıkarın beraberce. Gelirim ben birazdan” diyerek uzaklaşan hemşireye ikisi de üstten üstten baktılar.
“Hayırlı sabahlar efendim. Ben Fitnat. Şeref verdiniz, misafirimiz oldunuz. Beybabam da birazdan iner aşağıya. Hafize Hanım’a söyleyeyim de kahvelerimizi pişirsin, nasıl içersiniz?”
“Teşekkürler hanımefendi. Zahmet etmeyin. Ben çok kalamayacağım. Nişanlım Nedim Bey beni alacak birazdan, uçağa yetişeceğiz… Bu güzel sabahta, size bir şarkı söyleyeyim gitmeden arzu ederseniz?”
“Lütfedersiniz hanımefendi, buyurun lütfen, zevkle dinlerim” diyen Fitnat sırtını koltuğa yaslayıp eteklerini eliyle düzeltti, saygıyla dinleme pozisyonu aldı. Firuze sırtını dikleştirip derin bir nefes çekti. Gözlerini kapatıp şarkısına başladı.
Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu, bazen içli bir şarkı…
Manolya ağacının dallarında ötüşen kuşların, hışırdayan yaprakların, yumuşacık güneşin eşliğinde nağmeler göğe yükseldi.  İki genç kız; her şeyden, geçmiş, bugün ve gelecekten habersiz, açık penceresinden içeriye manolya kokusu dolan evlerinin ışıklı salonunda, pikaptan yükselen Zeki Müren şarkısına ümit dolu bir coşkuyla eşlik etmekteydi.

Daha fazla öykü okumak için lütfen buraya tıklayın.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir