SERAY ŞAHİNER VE ÜLKER ABLA
On gün önce, bir gecede Ülker Abla’yı bir solukta okumuş ve adeta çarpılmıştım. Hemen birisiyle roman hakkında konuşmak istemiş ama yanımda uyumakta olan Murat’a kıyamamıştım.
Benzer bir duyguyu kırk iki yıl önce Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi adlı romanını ilk baskısından okuduğum gece yaşamıştım. Kitabın kapağını kapattığım dakikada telefona sarılıp, birileriyle duygularımı paylaşmak istemiştim. Gecenin bir yarısı, Ankara Sanat Kurumu’nun o dönemde başkanı olan Prof. Dr. Anıl Çeçen’e ulaşmış, bir tür vecd halinde, neredeyse ağlayarak, bu kitabın mutlaka ödüllendirilmesi gerektiğinden, Ankara Sanat Kurumu olarak buna öncülük etmelerinin görevleri olduğundan söz etmiştim. Değerli Hocamız beni sabırla dinleyip, sakinleştirmişti. Henüz 22 yaşındaydım, üniversite son sınıf öğrencisiydim. Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar üçlemesinin ikinci kitabı olan Bir Düğün Gecesi yeni basılmıştı, yıl 1979’du. Bu roman hemen o yıldan başlayarak, arka arkaya üç önemli ödül almıştı. 1979 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, 1980 Orhan Kemal Roman Armağanı ve 1980 Madaralı Roman Ödülü.
Söze neden mi buradan girdim? 42 yıl sonra Ülker Abla’nın nerede olacağını bugünden kestirmek çok zor da, onun için. Ülker Abla’yı bugünün ruhuna uygun, zamanın diliyle konuşan, çok başarılı bir roman olarak selamlıyorum. Konusunun güncelliği ve mizah öğesinin kattığı albeni nedeniyle çok kolay okunuyor. Konusun güncelliğine ve dilinin akıcılığına rağmen, yer yer parodiye kaçan, hatta oradan buradan ek hikâyelerle potpuri ya da kolaj tarzını anımsatan bir roman olarak uzun yılların ötesine kalabileceği konusunda çok emin değilim. Bildiğiniz gibi, “Bir Düğün Gecesi” hala Adalet Ağaoğlu’nun en bilinen romanı olmaya devam ediyor.
Ülker Abla hem ilginç, etkileyici bir karakter hem de mizah tonu yüksek bir anlatı. Ülker Abla’yı kendi sesinden dinliyor, çevreyi onun gözleriyle görüyor, romandaki yan karakterleri onun yorumları ile tanıyoruz.
Aslında, Seray Şahiner okurlarını Ülker Abla ile yıllar önce tanıştırmış. 2014’de yayımlanan Antabus adlı ilk romanın ana karakteri Leyla’nın hastanede tanıştığı (yazarın deyimiyle) romanın derkenar karakteri Ülker Abla’yı hem okurlar çok sevmiş, hem de yazarın en sevdiği karaktere dönüşmüş. Seray Şahiner, Ülker Abla karakterini “arkadaşım olsun isterdim” diyecek denli sevdiğinden, bir romandaki ikincil bir karakter olarak kalmasına gönlü razı gelmemiş ve Ülker Abla karakteri bir başına önemli bir romana hayat vermiş, hatta romana ad olmuş.
Bir değerlendirme yazısında okuduğuma göre, Ülker Abla romanında Antabus’tan bire bir alınan cümleler varmış. Yazarla söyleşi yapan bir gazeteci bu konuda şöyle yazmış : “Şahiner romanları arasında bir tür ‘iç-metinlerarasılık’ inşa etmiş.”
Bilmem ki, şimdi ne demeli? Bir devam romanı yazmıyorsunuz ki, bir metindeki ikincil karakterden başkarakter yaratarak yepyeni bir metin yazmaktasınız. İlk metinden birebir alınmış cümleler neyi sağlıyor, karakteri mi sahici kılıyor? Bilemedim doğrusu.
İlk cümleme geri dönersem; üç saat içinde okuyup bitirdiğim romanı çok değişik, iddialı, farklı, renkli ilginç ve etkileyici bulmuştum. Bu başarıda yazarın vurucu anlatım dili çok belirleyici olmuş. Ülker Abla çok özgün bir karakter, çok iyi tasarlanmış, ilgi çekici, güçlü bir hikâyesi var. Üstelik kişisel hikâyesini son derece samimi anlatıyor, kendisine torpil yapmıyor, olduğu gibi, günahı ve sevabıyla, doğrusu ve yanlışı ile dik duruşu ve zavallılığı ile kısacası olan biteni olduğu gibi, kendine acımadan ve acındırmadan aktarıyor. Bunu yaparken de, edebiyatta hele kadın yazınızda pek karşılaşmadığımız bir üslubu tercih ederek, oldukça sert bir eril dil kullanarak, toplumun çoğunluğu tarafından küfür kabul edilebilecek sözcükleri çekincesiz kullanarak yapıyor.
Henüz sadece son romanı Ülker Abla romanını okuduğum Seray Şahiner’in daha önce yayınlanmış olan üç öykü kitabını ve iki romanını az önce internetten sipariş ettim. Yok, sakın korkmayın, yakın zamanda bir Seray Şahiner yazısı daha yazabileceğimi sanmıyorum. Aslında, Ülker Abla’dan önce yazarın adını bile duymamıştım. O şaşkınlıkla, internet ortamında yayınlanmış olan hemen tüm söyleşilerini büyük bir merakla okudum. Öğrendiklerimden çok etkilendim ve 2006 yılından bu yana kitaplarıyla edebiyat dünyasına girmiş olan bu genç kadını okumakta geciktiğim için hemen bir “özür ve tanışma” yazısı hazırlayarak Panzehir’e gönderdim.
Bu ilk yazının hemen ardından hızımı alamayıp, çalakalem ikinci bir metne giriştim. Şahiner’in bir söyleşisinde kullandığı bir cümle parçacığından yola çıkarak, uzaklarda yaşamış bir başka yazarın bambaşka nitelikteki bir romanından anımsadığım bir diyalog ile naif bir köprü kurarak, duygularımı paylaştım. Bu arada Şahiner’in bugüne dek okumuş olduğum tek kitabı olan Ülker Abla romanı ile ilgili duygularımı da dinlenmeye ve demlenmeye bırakmış oldum.
Ülker Abla’dan edindiğim izlenimle ve internette okuduğum yorumlardan öğrendiklerimle sanırım şunu söylemem mümkün. Seray Şahiner zamanın ruhunu yakalamış bir yazar çok güncel bir dil kullanıyor. Hızlı tüketim dünyasına ve çabuk sıkılan tüketim toplumuna uygun, kolay okunan, oldukça kısa, mizah öğesi ile çarpıcılığı artırılmış kadın hikâyeleri yazıyor. Şahiner’in kadınlarının eğitimleri ya yok, ya yetersiz. Baba ve koca dayağından perişan durumda, bir çıkış yolu arayan ve diri kalmaya çabalayan kadınları okumaktayız Şahiner’in kaleminden. Yazarımız kendi deyimiyle, “paçasına çamur bulaşanları, arada kalanları ” anlatmakta.
Buraya kadar Şahiner’in öykü ve romanları için bir ortak paydadan söz etmek mümkün. Ülker Abla’yı belki de yazarın diğer kahramanlarından farklı kılan en önemli husus, sağ kalabilmek için kendisine özgün ve yenilikçi bir meslek yaratabilmiş olmasıdır. Ülker Abla devlet hastanesinde yatan ve refakatçisi olmayan hastaların yanında eşlikçi olarak kalmakta, hastadan maddi bir beklentisi olmadan sadece hastanenin verdiği üç öğün bedava yemek karşılığında hastanın bakımı ve temizliği ile ilgilenmektedir.
Yirmi yıl boyunca süregelen koca dayağından bitap düşmüş olan Ülker, oğlunun askere gittiği günün gecesi yediği son dayağın ardından sessizce kapıyı çeker ve sokağa çıkar. Gidecek hiçbir yeri yoktur. Ona yardım edebilecek, güvendiği hiç kimse yoktur. Sokakla tekinsizdir, bir kadın gece yarısı sokakta güvende değildir. Yıllar boyunca yediği dayaklar nedeniyle sık sık ziyaret etmek zorunda olduğu devlet hastanesi ise en iyi bildiği yerdir. Yürüyerek ulaştığı acil serviste fazla dikkat çekmemeye çalışarak bir sandalye üstünde sabahı beklerken aniden zihninde bir ışık parıldar ve kaza geçirip hastaneye kaldırılan, yanında bakacak kimsesi olmayan kişileri gözüne kestirir. Servise yatırılarak tedavi edilmesi gereken acil servis hastalarından biri ile anlaşarak, gönüllü refakatçı olarak daha ilk geceden barınma sorununu çözmüş olarak çıkmayı başarır. Artık, tüm gün hastanın yatağının yanında bir sandalyede oturarak, geceleri de uyduruk bir kanepeye kıvrılarak, üç öğün yemek karşılığında hasta bakacaktır. Böylece “kimsesizlerin kimsesi” olur, kendisi de bir kimsesiz olan Ülker Abla.
Acil servisteki o gece Ülker Abla’nın yeniden dirildiği ve ayağa kalktığı, umudun yeşerdiği, çaresizlikten çözüm üreten aklın devreye girdiği mucizevi bir andır.
Hastalar daha uzun süreli yattıkları için ortopedi servisini tercih eden, acil servisi müşteri bulma havuzu olarak değerlendirmeyi akıl eden, fazla göze batmamak için zaman zaman diğer servislerdeki hastalara da bakan Ülker Abla, güvende olmak ve karnını doyurabilmek için kendisine yepyeni bir iş alanı yaratmıştır. Kaydı kuydu olmayan, resmi bir izin alınmadan uydurulmuş bu iş alanını koruyabilmek için Ülker çeşitli formüller üretmek zorundadır. Kat hemşiresi ve hastabakıcılarla iyi geçinmesi şarttır. Eşlikçisi olduğu hastanın tüm hizmetini görerek, hastabakıcıların ve hemşirelerin yapması gereken işi de yüklemiş olur. Çoğunlukla kimsesiz ve parasız olan hastasından çok ender de olsa az bir miktar bahşiş aldığında bile parayı derhal aynı serviste görevli hastabakıcıya vermek zorunda hisseder kendini. Hastanede yaşayabilmek için kendi ölçeğinde bile olsa bir “sus payı” dağıtmak zorundadır.
Ülker Ablanın görevleri kapsamında eşlikçisi olduğu hastaların her türlü temizliğini yapmak, ilaçlarını eczaneden temin etmek ve içmesini sağlamak, hastaya can yoldaşlığı yapmak gibi detaylar bulunmaktadır. Hayatta kalma becerisi yüksek bir kadın olan Ülker Abla insanlarla kolaylıkla iletişim kurabilmektedir. Eli işe yatkın, becerikli, temiz, çalışkan, sert koşullara dayanıklı, güçlü bir kadındır.
Romanı okurken Ülker Abla’nın her koşulda hayatta kalabilme başarısını takdirle karşılarken, iş bilen, ortama uyumlu ve eli becerikli olmasına özenmekten de kendimi alamadım.
Şahiner bir söyleşisinde şöyle demiş. “Daha önce böyle bir iş olduğunu bilmiyordum ama sonradan öğrendim ki, meğer Ülker Abla gibi gidecek yeri olmayan kadınlar hastalara eşlik ederek, onlarla ilgilenerek, hastane ortamında barınıyormuş.”
Romanın başarısının ardındaki diğer neden ise, anlatı dilinin, çizilen Ülker Abla karakteri ile bire bir örtüşmekte olmasıdır. Zeki, çalışkan, tertemiz, kimseye müdanası olmayan, karşılıksız hiçbir şey istemeyen, kimseye borçlu kalmak istemeyen, kimseye acımayan ve kendisine de acınmasını istemeyen, bir miktar deligöz, kısmen dengesiz ama dobra oluşundan ve dik duruşundan asla ödün vermeyen bir kadındır Ülker Abla. Kocası tarafından bulunmaktan çok korkan, askerdeki oğlunun iyi olmasını isteyen, onun kendi yüzünden elini kana bulamasından endişelenen, muhabbete, dostluğa aç, sevmeye bağlanmaya hazır, yaralı ve ürkek bir kadındır aynı zamanda. Yazarın kullanmış olduğu dil, Ülker Abla karakterinin eğitim düzeyi ile ve içinde yaşamış olduğu sosyal-kültürel çevre ile uyumludur. Ülker’in özgün bir “Ülker Abla” olabilmek için işi hafif yollu deliliğe vurmuş olması da yazıda karşılığını bulmuştur. Kararında deli dolu ama aynı zamanda kontrollü kişiliği sinema diliyle başarılı bir şekilde canlandırılmıştır. Ülker Abla’nın görsel gücü yüksek anlatımı nedeniyle bir film senaryosuna, diziye ya da tiyatro oyununa kolaylıkla uyarlanabileceğini düşünüyorum. Hatta Yazarın da Ülker Abla’yı bu farklı formlarda bir kere daha yeniden yazamaya başladığı bilinmektedir.
Ülker Abla bana daha ilk satırlardan itibaren üslup olarak Emrah Serbes’in Deliduman romanını anımsattı. Galiba her iki romanda da ana karakterin aynı zamanda anlatıcı olması, samimi ve yalın üslup, kenarda kalmışların, kaybetmeye yazgılıların dünyasından söz etmesi buna neden oldu. Serbes’in Deliduman, Hikâyem Paramparça ve Erken kaybedenler adlı kitaplarında aynı mutsuz, kıstırılmış, anlaşılmadığından emin, öfkeli ama bir o kadar da, kendisine ve yaşama bakışında samimiyetin yanı sıra yoğun bir mizah bulduğumuz aynı genç adamı okuruz aslında.
Seray Şahiner’in söyleşilerinden ve kitapları hakkındaki bazı yorum yazılarından anladığıma göre, yayınlanmış üç öykü kitabında ve üç romanında aslında hep aynı kadını anlatmış. Kadınların adları ve yaşadıkları sokaklar ve evler bir miktar değişse de, çoğunlukla benzer koşulların kadınlarıdır. Giysileri ve üslupları bile benzeşmektedir. Onlar aynı çevrenin, benzer yaşamların kadınlarıdır.
Ülker Abla’yı okurken sadece Emrah Serbes’i değil aynı anda sevgili Duygu Asena’yı da hatırladım. “Kadının Adı Yok” adlı kitabı ülkemizde kadın hareketinin önemli duraklarından biridir. Kitabın adı bile neredeyse “kült” bir ifadeye dönüşmüş, kadına yapılan haksızlıklar için bir tür slogan haline gelmiştir.
Ülker Abla karakteri de aslında bir “kadının adı yok” vakasıdır aynı zamanda. Evini sessizce terk ederken ne bir yedek giysi, ne cüzdan, ne telefon, ne anahtar hiç bir şey almamıştır yanına. Ama her nasılsa kimliği yanındadır. İşte o kimlik “kayıt” anlamına gelmektedir. Ülker Abla sokaklarda, caddelerde yürürken, MOBESE kameralarına korkuyla bakmakta, onların görüş alanına girmemeye özen göstermektedir. Kimlik sorulacak, kayıt açılacak her türlü işten, başvurudan dikkatle kaçınmaktadır. Bir şekilde, bir kontrol sırasında, üzerinde bulunan kimlik sayesinde tanınmaktan ve kendisini aradığına emin olduğu kocasına haber verileceğinden o kadar emindir ki; dayakçı kocasının izini bulmaması için sonunda kimliğini yakar.
Evdeki şiddetten kaçan Ülker’in kendini korumak için adının sonuna “abla” unvanını eklemesi ve “kendisine “Ülker Abla“ diye hitap edilmesini ısrarla istemesi ise, üzerinde tez yazılabilecek denli derin bir konudur.
Romandaki kimi detaylardan anladığımıza göre Ülker, en faza kırklı yaşların başını sürmektedir. Yirmi yıllık evli olduğunu ve henüz askere giden bir oğlu olduğunu, kocası ile kaçarak evlendiğini biliyoruz. Bu verilerden yola çıkarak, Ülker’in en erken 18 yaşını bitirince evlenmiş olabileceğini, hatta tam olarak, 38-40 yaşlarında olduğunu söyleyebiliriz. Görücü usulü ile değil, eşini kendisi seçerek ve ailesinin izni olmadan kaçarak evlenebildiğine göre en azından oldukça güzel bir kadın olduğunu düşünebiliriz.
Temizliği takıntı haline getirdiğini, vücudunun ve çamaşırlarının temizliğine çok önem verdiğini, bulunduğu ortamı çok temiz ve düzenli tuttuğunu, hatta komşularının evlerini bile temizlemekten gocunmayan bir kadın olduğunu da biliyoruz. Ayrıca sürekli dayak yiyen, sık sık hastanelik olan titiz Ülker’in fazla kilolu olduğunu da sanmıyoruz. Ayrıca romanda Ülker’in refakatçilik yaptığı kendi yaşlarında, kimliği olmayan kadın aniden ölüverince, dolaptaki pardösünün de Ülker’e kaldığını okumuştuk. Ülker artık sokağa çıkarken üstüne zavallı kadından kalan bu pardösüyü giymektedir. Buradan da Ülker’in oldukça biçimli ve genç görünümlü bir kadın olduğu sonucuna varmak mümkündür.
İşte bu çıkarım bize “abla” unvanın neden bu kadar önemli olduğunu açıklamaktadır. Maalesef ülkemizde yalnız, yersiz yurtsuz, kaçak durumunda olan bir kadın; hastane ortamında yaşasa bile cinsel istismara açıktır ve bu nedenle bir güvenlik ağına, bir koruyucu örtüye muhtaçtır. İşte bu “abla” unvanı Ülker için korunma kalkanı görevi görmektedir.
Kimseye acımayan, kendisine de acınmasını hiç istemeyen Ülker Abla sonuçta insandır ve bir kalbe sahiptir. Çiğdem adlı bir genç kadına refakatçilik yaparken onun başına gelenlerden etkilenir. Gene bir koca şiddeti söz konusudur. Kocası kıskançlık nedeniyle Çiğdem’i trafikte hareket halinde olan bir arabanın önüne iterek öldürmeye çalışmıştır. Genç kadın hastane polisine ifade verirken, kocası hakkında şikâyetçi olmamış, yanlışlıkla yola atladığını söylemiştir.
Gerçeğin böyle olmadığı herkes tarafından bilinse de yapacak bir şey yoktur. Ülkemizde bir kadının canına kast eden kocasını şikâyet ederek sonuç alması ve canını kurtarması pek mümkün değildir. Tek çare eğer becerebilirse mümkün olduğu kadar uzağa kaçmaktır. Ülker bunu başarabilmek için her sabah uyandığında hayatını yeniden kurmak zorundadır. Önce o akşam yatıp uyuyabileceği yeri garantilemesi ardından da karnını doyurmak için bir çözüm üretmesi gerekmektedir. İşi hiç kolay değildir.
Şahiner Ülker Abla romanı için bir söyleşide şöyle demiş: “Barınma nefsi müdafaa’dır diyen bir kitap aslında bu.”
Çiğdem’in de işi hiç kolay değildir. Canına kast eden kocasından kurtulabilmek için tek çaresinin kaçmak ve izini kaybettirmek olduğunun farkındadır. Kocasının yarım kalan işini en kısa sürede tamamlamak isteyeceğine emindir artık. Bu nedenle henüz koluna takılan serum bile bitmeden, kırık ve çıkığı iyileşmeden Ülker’in de yardımıyla hastaneden kaçacak ve kocasının izini bulmasını engellemeye çalışacaktır.
Ülker Abla için eşlikçisi olduğu tüm hastalar arasında Çiğdem’in özel bir yeri vardır. Çünkü kısa bir süre önce onun düğününe katılmış, düğünde gelinle oynamış ve hatta damat ve gelinle fotoğraf bile çektirmiştir. Üstelik genç kadının da kendisi gibi henüz taze gelinken kocasının ölümcül şiddetine maruz kalmasına da çok üzülmüştür.
Çiğdem’in hastaneden kaçması ve içinde kocasının olmayacağı bir hayat kurmak istemesi Ülker için bir süreliğine çok önemli bir umut kaynağı ve bir tutunum noktası olacaktır. Genç kadın ailesine de başvurmayacak, rahminde büyüyen bebeği ve kendisi için bir hayat kurmaya çalışacaktır. Ülker de bu hayatta kendisinin de yer alabileceğini, annesi çalışırken bebeğe bakabileceğini düşünmektedir. Bu hayal ile doğacak bebek için harıl harıl bir şeyler örmeye başlar. Çünkü hastaneden kaçmasından hemen öncesinde Çiğdem ile konuşmuş, doğum için aynı hastaneye gelmesini, kendisine haber vermesini tembih etmiştir
Ülker Abla’nın hastane koridorlarında diri kalmaya çalıştığı, bu en dibe vurmuş, yersiz yurtsuz, kimsesiz kaldığı döneminde bile içinde umudun yeşermesi, Çiğdem ile birlikte yeni bir hayat kurabileceklerini düşünmesi, hayatına devam edebilmesi için ikinci bir şansı olabileceğine inanması, üstelik kendisinden daha berbat durumda bulunan genç bir kadının varlığının ona güç vermesi hikâyenin en iyimser bölümlerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
Bir süre sonra televizyonlu bir odada yeni bir hasta ile ilgilenirken, Çiğdem’in kocası tarafından öldürüldüğünü öğrenir ve çok derinden sarsılır. Hem Çiğdem ve bebeği için hem de kendisi için çok üzülür. Ümidi bir kez daha yok olmuştur.
Düğün demişken, Ülker Abla karakterinin çok ilginç ve renkli bir boyutundan söz etmek isterim. Hastane ortamında çok bunalan Ülker zaman zaman semtte bulunan düğün salonlarına giderek, hiç tanımadığı çiftlerin düğününe katılmaktadır. Önceleri çekinerek adım attığı düğün salonlarına kısa sürede alışır, arka taraflarda bir masaya yerleşir, ikram edilen kuru pastaları ve yaş pastaları yiyerek, limonatasını içerek, müzik dinler, oynayanları izler. Bir süre sonra O’da oynayanlara katılır, hatta işi gelinle ve damatla fotoğraf çektirmeye kadar götürür. Düğün salonları Ülker’in içinde biriken öfkeyi boşalttığı, oynayıp, zıplayıp, bağıra çağıra şarkılara eşlik ederken, stersini boşaltıp, rahatladığı bir ortam sunmuştur. Hatta bir hasta yakını ile biraz sertçe tartışması nedeniyle hastaneden atıldığı günlerde aç karnını doyurmak için gene düğün salonlarından medet umacak, bir iki gün sadece tatlı yiyerek hayatta kalmaya çalışacaktır. Bu salonlarda haftanın her günü düğün olmaması da Ülker’in bir başka şansızlığıdır.
Romanda Ülker’in düğün salonlarına sızarak, orada tanımadığı insanlar arasında eğlenmesi çok ilginç ve özgün bir detay olarak karşımıza çıkar. Ülker’in derdini unutmak için bulduğu bu çözüm çok yaratıcıdır. Ancak hepimizin bildiği gibi güvenlik görevlisi, bekçi, halkla ilişkiler gibi görevlerde çalışanlar çok kısa sürede insan sarrafı okurlar ve o ortama ait olmayan kişileri anında fark ederler. Okuduklarımızdan bildiğimize göre Ülker Abla’nın düğünlere giderken giyebileceği farklı kıyafetleri falan yok. Vefat eden hastalardan kalan, y ada dolaplarda unutulan giysilerden temin ettiği en fazla bir adet yedek giysisi bir kat yedek çamaşırı hastane ortamında yanında bulundurabilmektedir. Ülker refakatçisi olduğu hastalar için alışveriş ettiği Deva Eczanesi’nden aldığı farklı büyüklükteki bir iki poşetin içinde sıkışmış bir hayat yaşamaktadır.
Bu nedenle düğün salonunun girişinde bekleyen görevlilerin ve masalara pasta servisi yapan garsonların kısa sürede Ülker’in “davetsiz misafir” olduğunu anlamamaları mümkün görünmüyor. Romanda Ülker’in haftada bir kez düğün salonlarını ziyaret ettiğini okumuştuk. Hastaneye yakın en fazla kaç adet düğün salonu olabilir ki? Aradan geçen aylar boyunca bu salon görevlilerin Ülker’i teşhis edememesi kulağa inandırıcı gelmiyor.
Tam burada şunu belirtmek gerekiyor. Seray Şahiner yarattığı Ülker Abla karakterinin çarpıcılığını, etkileyeceğini azaltmamak ve mizah dozunu düşürmemek için anlatıda mantık sınırlarını bir miktar zorlamış. Bu noktada, roman bildiğimiz klasik romanlardan ayrılıyor, yer yer gülmece ve fantezi yazınına göz kırpıyor.
Ülker Abla hastaneden uzaklaştırıldığı dönemde sokaklarda yürümek ve vakit geçirmek zorunda kaldığı günlerde kulaklıkla ve güneş gözlüğüyle yürüyen, elinde karton kahve bardakları taşıyan kadınlara çok özenir. O’na göre bütün bu kulaklık, güneş gözlüğü kullanan, elinde karton kahve bardağı taşıyan veya bir kafede otururken sürekli telefonuyla ilgilenen tüm kadınlar sokakla, çevreyle arasına mesafe koymaktadır. Bu araçların kadınları etraflarındaki erkeklerin tacizinden, sataşmasından, sözle veya gözle rahatsız etmesinden koruduğunu düşünür ve kendisinin de en azından bir kulaklığı olmasını çok ister.
Bu bölümde Ülker Abla’nın değil, Seray Şahiner’in görüşlerini okuduğumuzu düşünüyorum. Yazarımız burada Ülker Abla’ya yüklediği misyonun dozunu bir miktar kaçırmış görünüyor. Tamam, Ülker çok zeki, pratik bir kadın ama roman boyunca kendi macerasında akarken bambaşka bir dil kullanıyorken, sokak ve kadın temasında yazarın dili öne çıkmış.
Oysa üst kültüre ait bir başka konu başlığında Ülker kendisi gibi kalabilmişti. Sohbet ettiği eczacıdan işittiği Freud’un “kocalarımızda babamızı tamamlarız” öğretisi ile daha kolay başa çıkmış ve çevresindeki kadınlarla konuşurken edindiği bu yeni bilgiyi kendi sözcükler ile aktarmayı ve “Froyd böyle demiş ama yanlış demiş” diye kişisel yorumunu eklemeyi bilmişti.
Yazarımız bize “Ülker Abla’yı üç buçuk yıl önce bir kerede yazdığını, sonra demlenmeye bıraktığını, sonra tekrar yazdığını ve bunu altı kere yaptığını” söylemektedir. Herhalde bu nedenle 2021 Ekim ayında yayınlanan romanda yerli yersiz pek çok konuya değinildiği halde 2020 Mart ayında ilan edilen pandemi sürecinden hiç söz edilmemiştir.
Yerli yersiz demişken, gelin, bundan da kısaca söz edelim.
Romanda yer alan önemsiz bir yan karakterin bir konuşma sırasında Ülker’den “Freud” adını işittiğinde, bunun bir Kürtçe bir isim olduğunu düşünmesi, bence yersizdi ve bu roman kapsamında sadece bir cümle ile Kürt sorununa gönderme yapılmasına hiç gerek yoktu.
İkinci bir örnek olarak da şu sahneyi aktarmak isterim. Ülker bir gün ölen bir hastasının cenaze törenine katılmak için Şişli Camii’ne giderken, kalabalıkların Teşvikiye Camiine doğru yürüdüğün görür ve onları izleyince Müslüm Gürses’in cenaze törenine denk gelir. (Gerçek yaşamda 3 Mart 2013) Cenazeye katılan kalabalıklara üzerinde Müslüm Gürses’in adı yazılı olan atkı, bere vb. hatıra eşya satarak, para kazanan seyyar satıcıdan kalabalıkta yüzünün bir kamera tarafından görüntülenmemesi için bir atkı satın alır. Bu arada satıcıdan “bir ünlü ağır şekilde hastalandığı ya da önemli bir kaza geçirip yaralandığında, hediyelik eşya sektörünün derhal devreye girip, mevsimine göre değişen çeşitli anı malzemeleri hazırlattığını, hatta İbrahim Tatlıses yaralandığı zaman ‘nasıl olsa iyileşmez, yakında ölür’ düşüncesiyle hazırlanan özel baskılı ürünlerin ellerinde kaldığını“ öğrenir.
Ülker Abla romanının ana anlatısı içinde bu yan hikâyeye de hiç ihtiyaç olmadığını söylemek isterim. Bu tür yan hikâyelerin Ülker Abla’nın öyküsüne hiç bir şey katmadığı gibi, konuyu dağıttığını ve sulandırdığı kanısındayım.
Öte yandan kitabın en zayıf bölümünün de, Ülker Abla’nın hastanenin bahçesinde karşılaştığı eski komşusunun evinde bir süre yaşaması olduğunu düşünüyorum. Bu macerayı doğrusu genel akış içinde pek inandırıcı bulmadım. Anlatıyı uzatmak için yapılmış zorlama bir montaj gibi duruyor. Üstelik o apartmanda yaşayan tüm komşuların dini bütün bir yaşamı benimsemiş olmalarının kökeninde maddi çıkar olduğu yargısı ve komşu kadınların her birinin Ülker’in emeğini ve iyi niyetini gönül rahatlığıyla, hiç acımadan sömürmesinin dindarlıkları ile bağdaşmadığının vurgulanması bence özgün anlatıya yakışmamış. Kolaylıkla yafta vuran bakış açısı, slogan benzeri bir çıkarım söz konusu olmuş ve romanın genel akışına aykırı kaçmış.
İnandırıcılığı zorlayan bazı küçük ayrıntıları da dikkatinize sunmak isterim. Ülker’in oğlunun acemi birliğine teslim olduğu günün gecesinde kocasından gördüğü şiddet nedeniyle evini terk ettiğini biliyoruz. Oğlu on altı yaşına geldiğinde babasının karşısına dikilmiş ve annesine dayak atılmasını engellemiştir. Ülker’in o dakikadan sonra bütün endişesi; oğlunun kendisine uygulanan şiddet nedeniyle eline kana bulması ve baba katili olma ihtimali olmuştur. Bu nedenle askerde olan oğluyla şiddet gördüğü son olayı paylaşmaz, hatta onu hiç aramaz.
Bu nedenle askerde olan oğulun annesinden oldukça uzun bir süre haber almamayı normal karşılaması beklenemez. Bu arada geçen süre açısından oğulun askerlik görevinin de çoktan sona ermiş olması muhtemeldir.
Ülker Abla hem cesur, hem zeki, hem de insanlarla iletişimi güçlü bir kadın. Gündelik yaşam hakkındaki pratik bilgisi sayesinde işlerini kolayca yoluna koyabiliyor. Örneğin eşlik ettiği tüm hastalar için tedarik edilmesi gereken ilaçları sadece hastanenin karşısındaki Deva Ezcanesi’nden satın alıyor. Düzenli olarak aynı eczaneye gitmesi sürekli müşteri olarak tanımasını sağlıyor. Eczane sahibi ilgi gösteriyor, zaman zaman ufak tefek eşantiyonlar hediye ediyor, konuşuyor, çay ikram ediyor. İşte bu denli becerikli olan kadının bu eczacı sayesinde bile oğluna ulaşması mümkünken, o topa asla girmiyor, oğluna ulaşmak için hiçbir çaba ve istek göstermiyor.
Yazarımız oğulla annesini koruma içgüdüsü dışında başka hiçbir ayrıntı, hatta isim bile vermemiştir. Ülker’in eşi hakkında da içip, içip karısını dövmesi ve oğlundan çekinmesi dışında bildiğimiz diğer detaylar çok sınırıdır. Orta halli bir yaşamları olduğunu, adamın takım elbise ve kravatı pek kullanmadığını, geçim sıkıntısı çekmediklerini biliyoruz.
Şişli ve Teşvikiye Camilerinden kalkan iki cenazeden söz edildiğinde romanda anlatılan olayların İstanbul’da geçtiğini anlıyoruz. Ancak, romanda İstanbul’un deniz, Boğaz, martılar gibi pek çok diğer özelliklerini yansıtan başka tek bir sözcük daha bulamayız.
Ülker Abla romanı hakkında internette rastladığım yorumların birinde, “hastane ve düğün salonlarının birbirine yakın olduğu bir bölge olarak, olayların geçtiği yerin Çapa-Haseki semtlerini çağrıştırdığını”
Romanda anlatılan olayların ne kadarlık bir sürede gerçekleştiği açıkça belirtilmemiştir ama olayların izini sürerek bir tahminde bulunmak mümkün olabilir.
Ülker’in Müslüm Gürses’in Mart ayındaki cenaze töreninde kameralara yakalanmamak için satın alarak, başını ve yüzünü örttüğü atkıyı, sokağa çıktığında üşümemesi için hastaneden kaçarken Çiğdem’in boynuna dolaması, ölen kimliksiz bir kadının pardösüsünü sahiplenerek giymesi gibi detaylar, bize bu olaylar arasında birkaç aydan fazla bir zaman aralığı olduğunu söylemektedir. Ayrıca ilerleyen sayfalarda Çiğdem’in karnı burnunda doğum yapmak üzere hastaneye gelmesinin yakın olduğunu düşünen Ülker ile karşılaşırız ve artık birkaç mevsimden bu yana hastane koridorlarında refakatçi olarak yaşamakta olduğuna emin oluruz.
Ülker Abla hakkında hem komik hem de yanlış bulduğum bir yorumda şöyle denmiş: Ülker Abla’nın karnını doyurmak için meyve suyu ve çubuk kraker karşılığında kan bağışında bulunması uzak doğu edebiyatından esintiler taşımaktadır. Bu yorumcunu kendi ülkesinin gerçeklerinden haberdar olmaması mümkün müdür? Çok uzun zamandır sadece kanını değil, böbrek gibi yaşamsal organlarını satarak para kazanmaya çalışan vatandaşlarımızla aynı ülkede yaşamıyor muyuz? Yazarlarımızın yaratacakları kahramanların diri kalabilmek, hayata tutunabilmek için yapmaları gerekenler konusunda Uzakdoğu edebiyatından ilham almaya hiç ama hiç ihtiyaç duyacaklarını sanmıyorum.
Ülker Abla romanında “iyilik, merhamet, acımak” kavramları da yoğun bir şekilde tartışılmış. Konuya çok doğru bir bakış açısıyla yaklaşılmış.
Şahiner’in iyilik kavramı ile derin bir derdi var. Romanında Ülker’e şunları söyletmiş: “İyi insan henüz kasıtlı gaddarlığını görmediğimiz kişidir. Hastane bir el derdi havuzudur ve el derdi her derde devadır. El derdi, insanın kendi derdini unutmak için edindiği zevktir.”
Buyurun, Seray Şahiner’le yapılan söyleşiye birlikte bakalım: “İyiliğin bile yalnız adının iyilik olduğunu, karşılıksız yapılmayacağını hiç unutturmuyorlar. Birine acımak insanı merhametli yapmıyor. Aksine o acıma halinde bir üstünlük, bir vah vah benden kötüleri de var gene halime bin şükür deyip rahatlama, velhasıl başkasının zor durumunu kullanışlı hale getirme var. Bir de birine merhamet ettiğini yüksek sesle söylemenin getirileri var tabi; iyi insan titri… Bir kartvizit. Ben vicdan ve öfkeden yanayım, elini taşın altına koymayı getiriyor.”
Panzehir Dergi’de 20 Kasım 2021 tarihinde yayımlanan yazıda Seray Şahiner ve yazını hakkında genel bir tanıtım yapmış ve Ülker Abla ile ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmıştım.
O yazının linkini buraya ekleyerek, birlikte okunmasını önermek istiyorum.
Ülker Abla romanının içeriği hakkında daha fazla ayrıntıya girmek yerine, yayınlandıktan sonra geçen 2-3 hafta içinde Seray Şahiner ile yapılmış olan söyleşilerden bazılarının linklerini bilgilerinize sunmakla yetinmek istiyorum.
Ülker’in her an tecavüze uğrama korkusundan bahsetmeden bu yazıyı bitiremeyeceğim. Hastane dışında mutlaka tecavüze uğrayacağına inanmakta, her yaştan erkeği muhtemel tecavüzcü olarak görmektedir. Çünkü babası büyüme çağından itibaren baskı altında tutmuş, “sakın sokağa çıkma yoksa seni becerirler” diyerek sürekli gözünü korkutmuş, genç Ülker azıcık başını kaldıracak olduğunda demirle dövmüştür. Evlendikten sonra dayak görevini kocası devralmış, Ülker’in istememesine, karşı koymasına rağmen sürekli bir cinsel taarruz halinde, evlilik içi tecavüzün en koyusunu yaşatmış. Roman boyunca Ülker’in içine işlemiş olan “bir köşede becerilme korkusu” ile çok sık yüzleşiriz. En çok da bu nedenle “Ülker Abla” olmayı seçmiş, “abla” kartvizitine sığınmıştır.
“Okuyun” derim. İlginç, çarpıcı, yeni ve farklı bir karakterle tanışmanızı öneririm.
Gazete Duvar söyleşisine buradan ulaşabilirsiniz.
Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.