KAPAK (20)

Sevda Müjgan Yüksel

TUĞRUL ÇAKAR’IN ARDINDAN “AKŞAMÜSTÜ YİNE HÜZÜN”

Fotoğrafçı ve yazar Tuğrul Çakar 2017 yılında aramızdan ayrıldı. Vefatından önce, bir yaz öğleden sonrasında -kendi belirlemesiyle söylersem- ‘sığınağından’ içeriye girdiğimde beni Akşamüstü Yine Hüzün adlı kitabının kapağında yer alan fotoğraf makinesi karşılamıştı. Güneydoğuda çalıştığı yıllarda Urfada bir fotoğrafçıdan satın aldığı makine, uzun yıllar kullanıldıktan sonra bir köşede unutuluvermişti. O, artık ömrünü tamamlamış bir makineydi. Beni kitaba çeken de öncelikle bu fotoğraf makinesiydi, ardından da yazarın adı. Fotoğraf sanatçısı olarak tanıdığım bir ad: Tuğrul Çakar. Akşamüstleri pek çoğumuzun yüreklerine çöken hüzünler…

Tuğrul Çakar, 1946 yılında Sakarya/Adapazarı’nda gözlerini dünyaya açar. Babası nahiye müdürüdür. Ankara’ya atanacağı 1960 yılına kadar görevini Sakarya’da sürdürür. Okullarla arası hiçbir zaman iyi olamayan Tuğrul Çakar, Cumhuriyet Lisesi’nin ardından ekonomi öğrenimi görmek istemese de o günün koşullarında başka şansı olmadığı için Ankara Ticari İlimler Akademisi’ne girer. Akademiyi 1972’de zorla da olsa bitirir. Türkiye Elektrik Kurumu’nun muhasebe bölümünde ekmek kavgasına girişir.
Söze memur olmak”la başlıyoruz.
Ekmek parası yüzünden satılmak zorunda kalınan, insana hiçbir şey vermeyen günün sekiz saati… Sabahtan akşama kadar başkalarının paralarını hesaplıyorsun. Bu durumdan hiçbir zaman hoşnut olmadım. O yıllarda cumartesi günleri de mesai vardı. Sana kalan bir buçuk gün… Satılan zamanlardan arta kalan küçücük zamanlar…
Fotoğraf o küçücük zamanlar da mı girdi yaşamınıza?
Belki zamanımı değerlendirebilmek, bir şeyler üretebilmek düşüncesi beni fotoğrafa itmiştir. Ancak fotoğrafın yaşamıma nasıl girdiğinden daha çok neden girdiği sorusu daha önemlidir. İçinde yaşadığım insan topluluğunu sorgulamak mı istedim? Toplumu nasıl sorgulayabilir, nelere dikkat çekebilirdim? Yine o topluluktan birtakım görüntüler alarak onları yoğurabilir, oradan aldığım kesitlerle karanlık odada da olsa insanlarla hesaplaşabilirdim. Kendinizle barışık olma adına da olsa hesaplaşmanız gerekir.
Fotoğrafa ilişkin hiçbir bilgim yoktu. 1978 yılında kendi olanaklarımla, kendi kendime başladım. Evimde karanlık oda yapabileceğim bir yer oluşturdum. Fotoğraf sanatçılarını izledim, kiminden oldukça etkilendim. Fotoğraf üzerine yazılmış ne varsa alıp okudum. Kapısından dalıverdiğim fotoğraf dünyası bana yeni kapılar açmakta gecikmedi. 
Türkiye Elektrik Kurumundaki görevinizden istifa ettiniz.
İngiliz Arkeoloji Enstitüsü tarafından Atatürk Barajı’nın yapımı sırasında sular altında kalacak Tille Höyük kurtarma kazıları başlatılmıştı.1980’de enstitüden “Fotoğrafçı olarak Güneydoğu’da çalışır mısın?” biçiminde bir öneri gelince yaşamımın en doğru kararlarından birini vererek beş dakika sonra görevimden istifa ettim. 15 yıl orada yaşadım.
Güneydoğu bana yalnızca belgesel fotoğrafın çok iyi örneklerinin yer aldığı bir arşiv kazandırmakla kalmadı, yazıyla dostluğum da orada başladı. Duyduğum öyküleri, esprileri, o yörenin insanlarının ağzından kaptığım sözcükleri, anlatım biçimlerini kullanarak mektuplar yazmaya başladım. Aklından bunlar basılır, kitap olur diye bir düşünce de geçmedi. Böyle altmışa yakın mektubu zarflara koyup arkadaşlarıma gönderdim. Arkadaşlarım o mektupları okuyup attılar çoğu mektup gibi. Yalnızca üç dört tanesi geleceğe taşınabildi. Akşamüstü Yine Hüzün’de yer alan Saklanmış Mektuplar adlı öyküler o mektuplardan kalanlardan. Küçük bir de defterim vardı. Ona notlar alırdım, bölgede yaşadığım, gördüğüm kimi olayları ileride öyküye dönüşeceğini düşünmeden not ederdim oraya. O notlardan yola çıkılarak öyküler yazacağımı o yıllarda ben de bilmiyordum.
İlk öykünüz 1994te Devinim dergisinde yayımlanır. Bir yıl sonra da ilk kitabınız En Uzaktaki Gri okurla buluşur.
Bir matbaa için bir iş yapmıştım. Matbaanın sahibi arkadaşımdı. Sağda solda çıkan yazılarımı okumuş. Ondan bir öneri geldi. “Bunları kitapçık yapayım sana” dedi. En Uzaktaki Gri ortaya öyle çıktı. Bu kitapçık okurlara ulaştıktan sonra sık sık yazmayı sürdürüp sürdürmediğim sorusuyla karşılaştım. Yazmayı sürdürüyordum.
Onu Akşamüstü Yine Hüzün izledi.
En Uzaktaki Gri çok az basılıp yalnızca kendi çevremde, fotoğraf derneklerinde dağıtıldı. Oradaki kimi öyküleri de aldım, Akşamüstü Yine Hüzün çıktı ortaya. Bu arada yazma konusunda Erdal Alova, Oruç Auroba da beni yüreklendirdi. Kitap, Erdal Alova’nın önerisiyle “öykü anlatı” üst başlığıyla İmge Yayınevi tarafından okurla buluşturuldu.
Akşamüstü Yine Hüzün beni bugün sığınağınıza getirdi” dediğimde Tuğrul Çakar, oturduğu masada kahvesini yudumlayarak onayladı beni:
Evet, burası benim için güzel bir sığınak. Bu katı kiraladım. Burada yalnız kalırım ben. Fotoğraf çalışır, sergi hazırlayabilirim. Denemeler yapabilirim. Yazı yazabilirim. Müzik dinleyebilirim. Burası böyle bir sığınak. Sığınak evet, çünkü çok bomba yağıyor. Örneğin mavi otobüse bindiğimde bütün sinirlerim bozulur, burada düzelir. Kaçış yeri… O yüzden de burada başka kimse çalışmaz. Burası bana ait bir yer, bir kabuk. İçine girerim. Arada kabuğu kırarım, insanlara bir şey atarım. Bakın, ben bunu yaptım derim.
Kimi zaman öyküler, kimi zaman fotoğraflar…
Müthiş güzel bir şey yazmak; fotoğraf kadar güzel. Tabii ikisini yan yana koymak mümkün değil. Ben fotoğraflarımın altına ad bile koymam. Kimileri fotoğraflarının altına yazarlar “Akşamüstü Hüznü” gibi. Yalan, öyle bir şey olmaz. Fotoğraf tek başına güzel, tek başına konuşabilmelidir. Siz yaptığınız görüntünün altına bir ad uydurup başka insanların düşünce biçimlerini etkilememelisiniz. Orada özgür olması gerekir insanların.
Sanatçının götürmek istediği yerlerden farklı yerlere gidebilir kişi. Asıl vermek istediğiniz, vurguladığınız…
Burada çeliştik. Fotoğrafı yapıp astığım zaman kendimi düşünüyorum. Filan insanlar ne düşündü, ne algıladılar, benim vermek istediklerimi ne derece alabildiler gibi çetele tutmam. Diyelim ki serginizi yüz kişi izledi, bu yüz değişik düşünce demektir. Benim yaptığım o düşünceleri kazanmak falan değil. Onları ben kendim için yapıyorum herhalde. Bir anlamda yazı da öyle. Fotoğraf doğru söylemez, kesinlikle yalan söyler. Benim söylediğim bir yalanın eşdeğeri bir yalanı düşünmemiş olabilirler. 
Anlar geçici olduğu için mi fotoğraf yalan söyler?
Doğruyu birebir getirmeyen bir görüntü fotoğraf. Robert Capa’ya ait o ünlü savaş fotoğrafını bilirsiniz: Elleri havada kurşun yiyen, toprağa düşmek üzere bir asker. Örneğin o en iyi savaş fotoğrafı seçilmiştir. Siz o fotoğrafta savaşın bütün vahşetini görürsünüz aslında, o askerin çırpınışı, son anı, toprağa düşmeden önceki o görüntüsü, size savaşın vahşetini anlatabilir. O bir insan tarafından kurşunlanmıştır ama o insan fotoğrafta yoktur. O fotoğraf o insanın, o askeri öldüren başka bir askerin, o akşam yatarken belki ağladığını söylemez. O yüzden tam doğruyu yansıtmıyordur.
Doğru söylediğine inanmıyorum fotoğrafın. Fotoğraf temelinde doğal olana müdahaledir. Neden? Çekerken bile bir kesit seçersiniz. Bir portre seçtiğinizde hemen o portrenin yanı başındaki bir başka insan o fotoğrafta yoktur aslında ama gerçekte vardır. Geniş açılı bir objektifle baksanız aynı alana başka bir insan da girer. Dolayısıyla portresini çektiğiniz insan kendi insanlarından, yaşam çevresinden koparılmıştır, dolayısıyla müdahale edilmiştir aslında. Fotoğraf elbette yazı gibi doğru söylemez.
Yazı fotoğrafa göre doğru mu söylüyor diyorsunuz?
Bir anlamda doğru söylüyor. En azından dili iyi kullanıyorsanız düşündüklerinizi doğru aksettirmiş olursunuz ama yazı olayları doğru söylüyor demiyorum. Yazanın düşünce biçimini doğru aktarıyor diyebilirim.
Doğrunun arkasından gitmek isteği sizi öyküye yöneltti, diyebilir miyiz?
Denebilir. Düşündüğüm için mi yaptım, bilmiyorum.
Doğru nedir?
Tabii, tabii. O noktaya iyi geldiniz. Doğru ne? Doğru aslında öğretilenlerse, şu yaptığımız her şey çok yanlış. Yazı yazmak, fotoğraf çekmek, belki kitap okumak bile öyle. Çünkü bunlar öğretilmiyor doğru olarak. Doğru kavramında başka şeyler var sanıyorum. Doğru yerine başka bir sözcük de bulabiliriz. Kaçabilecek yer, diyebiliriz.
Kendinizi bulabileceğiniz bir yer belki de.
Yanlışlarımızı sevebileceğimiz bir yer… Yanlışlarınızı sevebildiğiniz ölçüde kendinizle barışık olma şansınız var. Yaptığınız her şey herkes tarafından yanlış olarak adlandırılabilir, benim öyle olmuştur, iyi bir aile babası olamamışımdır, iyi bir koca olamamışımdır, iyi bir arkadaş, hayır, hiç olamamışımdır. Bütün bunlar herkes tarafından yanlış olarak değerlendirilir. Ama siz o yanlışları seviyorsanız ve savunabiliyorsanız…
 Mutlu mu oluyoruz?
Ben böyle bir aldatmacanın varlığına inanıyorum da mutluluk kavramına inanmıyorum. Çevremi gözlemlediğimde mutlu musun diye soracak insan da bulamıyorum. O kavram benim için önemini yitirdi. Kadın erkek arasındaki sevgi kavramı da benim için değerini çok yitirmiş durumda. Mutluluktan kastınız; gazetenizi, ekmeğinizi koltuğunuzun altına alıp ait olduğunuz yere, bir anlamda kendi kendinize hazırladığınız hapishaneye gitmekse, çözüm buysa benim de böyle bir çözümüm var. Bunlarla yetinemiyorum belki. Birçok şey bana anlamsız gelebiliyor. Altı buçukta eve gitmek gibi… Ne bileyim!
Arayış belki de.
Denebilir. İnsanların şu veya bu nedenle mutsuz olabilecekleri saatlerin içine girmelerini anlamıyorum. O yüzden de evlilikler, evler, işler hepsi bana biraz baskı unsuru gelmiştir. Tabii bütün bunların arkasından kocaman bir yalnızlık duygusu gelir.
Mutluluk yok diyorsunuz, ben de sizin gibi duyumsuyorum. Kadın erkek arasındaki sevgi konusunda söylediklerinize de katılıyorum. Ancak arkasından şunu da düşünüyorum, yaşıyorsunuz, o yaşadığınız zaman diliminde bir şeyleri onların yerine koymalısınız. Adına kendinle barışık olmak mı dersiniz?
Ben öyle diyorum. En azından kendime saygımı yitirmemek adına böyle yapıyorum diyebilirim. Çok yakınınızda iki insan düşünün. Karı koca diyelim. İkisi de arkadaşınız. Tanık oluyorsunuz ki biri öbürüne küfrediyor. Çok sık rastladığımız bir şeydir, ondan örnek verdim. Bir kez küfür edebilir insan başkasına. Her gün birbirine küfredip yine de yan yana, yine de evli, yine de karı koca görüntüsü veren iki insan nasıl mutluluktan, nasıl sevgiden, hatta nasıl insanlıktan bahsedebilir? Ne yaparsınız, işte kaçarsınız.
Zorunlu olmadıkça ben buradan pek çıkmıyorum. İnsanlarla ilişkilerim yok mu? Olmak zorunda olduğu için var. İş yapıyorum, okula gidiyorum, öğrencilere fotoğraf eğitimi veriyorum. Para kazanmam lazım çünkü. Sigara için para istiyorlar, rakı için, ayakkabı için… Tarzan gibi dağa çıkma şansı da yok. En azından kendi kendime barışık olacağım zamanlar yaratabiliyorsam kitap oluşabiliyor ya da fotoğraf. Varsın insanlar yorumlasın yorumlamasın, kutlasın kutlamasın çok da önemli değil. Kendimi seviyorum böyle yapabildiğim için.
Neden Akşamüstü Yine Hüzün?
Ben akşamüstleri yazarım, yalnız kaldığımda. O saatlerde herkes bir amaçla bir yerlere gitmektedir. Akşamüstü birçok insan bir yere koşarken amaçlı amaçsız… Buna o kadar inanmışım ki, insanların pek mutlu olmadıklarına, sevgi kavramının uydurma olduğuna. Anlamsız gelen her şeyi yine yargılamak lazım. Nasıl olur? Yazıyla olabilir ya da bir gün insanlar sizi anlayabilsin diye, niçin böyle olduğunu anlayabilsin diye bir çözüm olabilir. Yazdıklarım beynimin boğuştuğu şeyler.
 Öykülerinizde doğaya dönmek isteyen bir insanla karşılaştım.
Evet, doğaya dönmek isteyen bir insan var, ama öyle bir şansı olan insan yok. Doğayı çok seviyorum. Saatlerce doğayla baş başa kalabilirim. O saatleri çok güzel sayabilirim. Belki doğadan uzaklaştığı için insanlar böyle. Şu Filistin Sokak’ta gezin, leylaklar açıyor, kaç kişi dikkat ediyor? Ben ediyorum. Makinemi alıp gidip fotoğraflıyorum. Belki seneye göremem. Kaç kişi kafasını kaldırıp çiçeklerin açtığını görüyor, ağaçların hangi ayda çiçeklendiğine dikkat ediyor. Herkes asfalta bakıyor, düşmemek için ya da herkes arabalara bakıyor ezilmemek için.
Doğada ne var diyelim o zaman?
Kaybettiğimiz, kaybetmekte olduğumuz her şey var.   
İnsanlar büyük kentlerde kendilerini mi yitiriyorlar?
Topraktan doğduk biz. Toprağa basmayalı kaç ay oldu? Siz en son ne zaman toprağa bastınız? Ben üç aydır basmıyorum. Asfaltlarda, otomobil lastiklerinin üzerindeyiz, betonlarda… Basmıyoruz toprağa, bırakın dokunmayı.
 ***
Tuğrul Çakar’ın sığınağından ayrıldığım zaman düşünüyordum. Sahi, ben toprağa basmayalı kaç ay oldu? Oysa çıplak ayaklar toprağı, çimeni, denizi nasıl da sever! Belki de bir gün gelecek büyük kentlerden hepimiz kaçacağız.
Şimdi ise bize hiç sormadan akıp giden zamanın ardından Tuğrul Çakar’ın sözlerini -belki bir akşamüstü- yine hüzünle hatırlayıp büyük kentin kalabalığına, gürültüsüne karışacağız. Onun, o güzel sığınağında, kabuğunu kırarak bize yeni fotoğraflar, öyküler attığını düşleyerek…

 

Kaynakça

En Uzaktaki Gri, Tisamat Yayınevi, 1995, Ankara

Akşamüstü Yine Hüzün, İmge Yayınevi, 2000, Ankara

Tuğrul Çakar’ın öyküleri Toplu Öyküler 1-2-3-4 üst başlığıyla e-kitap formatında İmge Yayınevi tarafından okura sunulmuştur.

 

 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Yazarımızın diğer yazları için lütfen buraya tıklayın

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir