KAPAK (5)
Berrin Yelkenbiçer

OKUMA GRUPLARI VE ANDREAS DOPPLER

Okuma grupları veya gönüllü olarak bir araya gelen kitapseverleri buluşturan kitap kulüpleri insana şahane hayat deneyimleri sunuyor. Öncelikle aynı kitapta buluşmanın hazzı yaşanıyor. Neredeyse aynı gün ve saatlerde aynı satırları okuduğunu bilmek, katılımcılarda bir ortaklık duygusu yaratıyor. Günümüz dijital dünyasının hepimize bir şans olarak sunduğu online buluşmalar ya da daha güzeli yüz yüze oturumlar, katılımcılar için hem kendilerini ifade ettikleri hem de diğerlerini dinleyebildikleri güzel bir platform oluşturuyor.

Okuyan ve ne mutlu bana ki aynı zamanda yazan bir fani olarak bu toplantılarda insana ve kendini var etme çabasına, hayata ve o hayatta kendine yer açma mücadelesine dair ne çok şey öğreniyorum. Okunulan kitap üzerine geliştirilen düşünce, fikir ve görüşler de bütün bu kazanımların yanında bonus olarak geliyor.
Şanslıysam ve katılımcılar, moderatörün ya da yürütücünün ya da kolaylaştırıcının, artık siz hangisini tercih ediyorsanız, görüşlerinin peşine koşulsuz takılıp onun her dediğini onaylamak ve alkışlamaktan azade, kendi fikirlerini ifade edebilme gücüne sahipseler eğer bu toplantılar bendenize çok şey öğretiyor.
Mesela aynı konunun, karakterlerin ve hikâyenin farklı zihinlerde nasıl da farklı izdüşümler yarattığını görmeyi çok ilginç ve değerli buluyorum. Bu da sadece okuma değil, yazma eylemimi de müthiş besliyor.
Tıpkı Norveçli yazar Erlend Loe’nin üçlemesinin ilk kitabı Doppler romanında olduğu gibi.
“Babam öldü. Dün bir geyik avladım.” diye başlıyor kitap.
Ölen baba ve avlanan geyik, romanın sonuna kadar hikâyenin içinde kalıyor.
Andreas Doppler ormanın içinde bisikletiyle dolaşırken düşüyor ve kafasını çarptığı için ya da süregiden düzenli hayatından çok sıkıldığından, kendince bir aydınlanma yaşıyor. Düştüğü yerde bir süre kalıp ormanın sesini dinliyor ve sonra da bir güzel uyuyor.
Uyandığında artık aynı adam değil.
İşini, evini, karısını ve iki çocuğunu bırakıp ormanda çadır kuruyor ve orada yaşamaya başlıyor. Öldürdüğü geyiğin peşinden hiç ayrılmayan yavrusuyla dost oluyor ve ona Bongo adını veriyor.
Geyikle dostluğunu konuşmayan biriyle olmak harika diye tanımlıyor.
Burada geyiğin neyin metaforu olduğunu konuşuyoruz ve iş Alacahöyük’te bulunan Hattiler’den kalma neredeyse dört bin yaşındaki gümüş işlemeli tunç geyik heykeline kadar gidiyor. Beyinlerimiz fırtına gibi esiyor.
Çadırında avcı toplayıcı olarak yaşıyor. Bongo’nun annesinin eti onu uzun süre idare ediyor. Avcılık tamam da toplayıcılığı çalma eylemi olarak icra etmesi okurların çoğunda, en azından benim katıldığım okuma grubunda ciddi bir antipati yaratıyor.
Hücrelerinin şeker çığlıkları attığı bir gün, Tobleron çikolata çalmak için girdiği evde, ev sahibi Düsseldorf’a yakalanıyor ve onunla, kendisine göre öyle olmasa da biz okurlara göre bal gibi dostluk niteliği taşıyan bir ilişki geliştiriyor. Her ikisi de kendi yöntemleriyle babalarını hatırlayıp onurlandırmanın peşindeler. Doppler kütükten yaptığı totemin üzerine babasının figürünü kazıyor. Düsseldorf ise maketlerle ince ince çalışarak, ikinci dünya savaşında babasını öldüğü ânı canlandırıyor.
Grubumuzdaki hanımefendilerin çoğuna ters gelecek şekilde, karısı ara sıra onu çadırında ziyaret ediyor. Hatta aklının başında olmamasına aldırmayıp üç yaşındaki oğlunu bile babasının yanına gönderiyor. Olacak şey değil! Kadındaki rahatlığa bak.
Kitabın genel olarak grupta çok beğenildiğini belirtmeliyim. Karakter depresif diye tanımlansa da genel olarak pozitif bir dil kullanılmış. Hikâye akıyor ve kolay okunuyor.
Sadece bir beyefendi, romanda son derece eril bir dil olduğunu iddia ediyor. Doppler’in diktiği kütük totemin fallik bir sembol olduğunu, üzerine babasını, kendisini, Bongo’yu ve en tepeye de oğlunu çiziktirmesinin baskın erkekliği vurguladığını söylüyor. Hâliyle Freud da sohbetimize konu oluyor.
Doğru olabilir. Hiç buradan bakmamıştım. Dedim ya okuma toplantılarında son derece değişik bakış açıları insana yeni pencereler açıyor.
Grubun hanımefendileri, Andreas’ı sorumsuzlukla, bencillikle suçluyorlar. Karısıyla çocuklarını bırakıp gitmesinin ve çalmasının olacak şey olmadığını söylemeye devam ediyorlar. Hatta bir tanesi onun düpedüz akıl hastası olduğuna dair yorum yapıyor.
Nasıl da aynı fikirde değiliz.
Kitapta bir kapitalizm eleştirisi olduğu, Andreas’ın kapitalist düzenin dayattığı düzenli orta sınıf hayata tepki olarak ormana gittiği konuşuluyor.
Olabilir tabii ama bence Andreas fena halde sıkılmış. Artık babasının ölümü ya da bisikletten düşüp kafasını çarpması yüzünden mi bilinmez, yaşadığı aydınlanmanın yolu ormana çıkıyor.
Ormana sığınmak, bilinç altına yolculuk olarak değerlendiriliyor grupta. Bu yorumu da alıp cebime koyuyor ve Freud’a saygılarımı sunuyorum. Bilincin altıyla üstü, derin mevzular. Ne zaman girilip ne zaman çıkılacağı belli olmuyor ama Andreas bence gayet bilinçli hareket ediyor. İnsanlardan uzakta ve ormanda yaşamanın peşinde. Bu kadar!
Romanda kadının adının olmadığından söz ediliyor. İyi de bu bir erkek hikâyesi diyorum içimden. Karısına hâlâ kızgınlar. Çocuklarını, akıl sağlığı yerinde olmayan bu adama bırakıp arkadaşıyla Roma’ya tatile gidebilmesine kızıyorlar. Yahu diye düşünüyorum, adam dediğiniz kişi çocukların babası ve onlarla gayet güzel ilgileniyor. Ayrıca kadının seyrek çadır ziyaretlerinden birinde hamile kalıp kocası istemese bile bebeğini doğurmakta ısrar etmesi de bir tür kadın bencilliği değil mi? Andreas’a haksızlık ediyorsunuz.
Orası Norveç, Avrupa’nın kuzeyi ve biz her şeyi bir orta doğu ülkesinin yüzü batıya dönük bir şehrinde değerlendirip yorumluyoruz.
Ben bir bisikletçiyim, diyor Andreas. Ben, belki de her şeyden önce bisikletçiyim. Hiçbir yol koşulu beni engelleyemez.
İşte Doppler beni en çok buradan yakalıyor. Kahramanın hikâyeye benim için bir sıfır önde başlaması belki de tam bu yüzden. Çünkü ben de bir bisikletçiyim ve hiçbir yol koşulunun beni engellememesi için uğraşıyorum.
Ama bisikletçilerde bir kabına sığmama hali var. İnsan, toplumdan dışlanmış bir halde yaşamaya zorlanıyor, sağlıklı kişiler için bile giderek daha motorize bir hale gelen yerleşik trafik sisteminin bir köşesine itiliyor. Bisikletçiler eziliyor, bizler sessiz azınlığız, avlanma alanlarımız giderek azalıyor, bize dar gelen bir kalıba sokulmaya çalışılıyoruz; kendi dilimizi konuşmamıza izin verilmiyor, yeraltında yaşamaya itiliyoruz. Ama kendinizi hazırlayın, çünkü mantıksızlık ortada; bisikletçilerin artan öfkesi ve saldırganlığı kimseyi şaşırtmasın. Bir gün, bisikletçi olmayanlar şişkoluktan arabalarına zar zor inip binerken, bizler onları bütün gücümüzle geri püskürteceğiz.
Trafikte sıkıştırılan, görmezden gelinen, yol verilmeyen bir bisikletçi olarak haklı bir öfkeyle her sözcüğüne katılıyorum. Neyse ki yolda pedal çevirdikçe öfkem azalıyor.
Ben de düşüyorum bisikletten ve bir düşüşümde tıpkı onun gibi bir aydınlanma yaşamayı düşlüyorum, artık neye aydınlanacaksam.
Seviyorum Andreas’ı.
İnsanları sevmediğini söylüyor Andreas. İnsanları sevmediğini, bunu da tereddüt etmeden dile getirdiğini söylüyorlar okuma grubunda. Kızmaya devam ediyorlar. Kızgınlıklarının insanları sevmemesine mi yoksa bunu dile getirme cesaretine mi olduğunu çözemiyorum.
Oysa ormanı seviyor Andreas, oğlunu seviyor, geyiği Bongo’yu da seviyor. Onlara hiç kıyamıyor ve şefkat gösteriyor. Sevgi böyle bir şey değil mi zaten?
İnsanlarını sevmediğini söylemesini ve onlardan uzak durmaya çalışmasını cesaret olarak değerlendiriyorum ben.
Bizler insanları sevmediğimizi dile getirmiyoruz belki ama herkesi seviyor muyuz acaba? Aslında sevmediğimiz ne çok insanla mecburi yakınlıklar kurup sessiz mutsuzluklar yaşamıyor muyuz?
Kabul edelim, Andreas kadar dürüst ve cesur değiliz.
Bunu grupta söyleyemiyorum.
Hayır, cesaret edemediğim için değil, süre bittiği ve toplantı sona erdiği için.
Neyse ki Anderas’ı onlar gibi sorumsuz, bencil ve akıl hastası olarak değerlendirmediğimi söylemeye yetişiyorum ve rahatlıyorum.
Bir anti kahraman olarak değerlendirilebilir Andreas Doppler ama onun bunu ya da herhangi bir şeyi umursayacağını hiç sanmıyorum.
Devamı Gelecek. İnşallah. diye bitiyor roman.
Doppler’in, oğul Gregus’un ve geyik Bongo’nun ormandaki yolculuğunu merak ediyor ve devamı gelsin istiyorum.
Erlend Loe’nin Volvo Kamyonlar ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu romanlarının kahramanının da bizim Doppler olduğunu öğrenip devamının geldiğini anlıyor ve pek seviniyorum.
Kendisi herhangi bir şey olmanın peşinde olmasa da Andreas Doppler’in dünya edebiyatını zenginleştiren bir kahraman olduğunu düşünüyorum.
Bir kitap kulübü toplantısını daha, katılımcılarla pek aynı fikirde olmasam da çok zenginleşerek tamamlıyorum.

 

Diğer analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir