beyaz-karanfil
Kerime Ural Cengiz

ACİL DURUM ÇANTASI

                                             

Küçücük bir odada, etrafa dağılmış eşyalar arasında elindeki makasla dolaşıyordu. Dışarıda birbiriyle kavga eden kediler evin önündeki çiçeklerin üzerinde güç gösterisi yapıyordu. Bu gösteri uzun sürmedi biri diğerini alt etmiş olmalıydı. Kedinin canhıraş çığlığına kayıtsız kalamadı. Koşarak dışarı çıktı.

Kediler bahçedeki karanfilleri ezmiş onun üzerinde top gibi yuvarlanıyordu. Sağa sola bakıp kedilere atacak bir şey aradı. Eline geçirdiği küçük taş parçasını ayrılmaları için fırlattı ama kediler taşın farkında bile değildi. Öyle kızgındı ki üstteki siyah kedi, kendisinden daha küçük benekli kediyi nerdeyse parçalayacak. Kurtulmak için ne kadar çabalasa da benekli kedi, siyah kedinin amansız pençelerinden kurtulamıyordu. Mukaddes tekrar sağa sola bakıp daha büyük bir taşı aldı, gözüne kestirdiği siyah kediye odaklanarak taşı fırlattı kedi can havliyle alttaki kediyi bıraktı; mırıldanarak başında durmaya devam etti. Mukaddes peşinden koşarak onu bahçeden uzaklaştırdı.
“Gözü kör olmayasıca güçsüz birini buldunuz mu çullanın tepesine, hepiniz aynı bokun soyusunuz.” Olduğu yerde kalan eli yüzü kan içindeki benekliye doğru yaklaştı. “Ah be kuzum! Bizim de kaderimiz bu galiba altta kalanın canı çıksın. Gel hadi sana bir şeyler vereyim.” Benekli kurtarıcısının gözünün içine baktı sanki teşekkür eder gibi sonra hızla uzaklaştı. Eğilmiş, yaprakları kopmuş karanfile baktı. Yerden alıp onu düzeltmeye çalıştı, karanfilin çiçek kısmı ezilmişti. Eline mis gibi kokusu bulaştı. Bir sopayla karanfili bağladı dik durmasını sağladı. Elini koklayarak içeri girdi.
Her yer dağınıktı. Kumaşlar, çoraplar, çantalar. Hepsini ayrı ayrı gruplamıştı. Yedi, sekiz tane valiz, sırt çantası yan yana üstlerinde isimler vardı. Elif yazan çantayı eline aldı, açtı içinde sadece ayakkabı olan bu çantayı kumaşların yanına taşıdı.
“Ah be Elif geciktirdim senin çantanı, umarım ihtiyacın olmaz. En kısa sürede sana kumaşlardan bir şey hazırlamalı yoksa acil durumda ortalıkta kalırsın.
Mukaddes Hanım acil durum çantası yapıyordu. İçine elbise, çorap, çocuk kıyafetleri,  kazak ne bulursa koyuyordu. Olur da bir gün kötü bir şey olursa bu çantayı alıp çıkabilsin diye, her zaman hazır olmalıydı çantaları kadınların.
“Onları benden daha iyi anlayan olamaz, ne zordur, darda kalmak. Gelenin, kurtaranın, yardım edenin olmaz. Çökersin evin bir köşesine enkazın köşede kalır. Kendi kendine ağlarsın kurtulmak istersin bu yıkılmış dünyandan, duvarlar üstüne gelir. Altında kalırsın o yıkıntıların. Elif’in sesiyle irkildi.
“Mukaddes Abla huu! Abla beni duymuyorsun? Dalmışsın yine.”
“Evet ya daldım yine, gel otur şöyle ben de senin çantanı hazırlıyordum. Elbiseni diktim. Bir yelek, birkaç çorap, pijama oğlana da bir şeyler koydum. Alacak mısın ?”
İncecik vücudu ile enerji saçarak dolaşıyordu Elif. Yazmasını gözlerine kadar çekmişti. Bir taraftan da elbisesinin kollarını çekip duruyordu. Kollarındaki mavimsi rengi kimse görmesin diye alışkanlık olmuştu Elif’te. Yirmili yaşlardaki bu güzel kadın hüznünü kapatmak için hiç durmadan konuşuyor ortalıkta dolaşıp duruyordu.
“Ee! Otursana kızım şöyle, ne dolanıp durursun gene başımı döndürdün. Bir nefes al Allah aşkına.” Çekinerek kumaşların yanındaki sandalyeye oturdu. Sürekli gözünü kaçırıyor kaçamak bakışlar atarken sürekli gülüyordu.
“Şu diktiğin elbiseyi göstersene bana abla, kırmızı kumaştan diktin değil mi? Biliyorsun kırmızı bana çok yakışır.”
Mukaddes Hanım, Elif’in bir şeyler gizlemeye çalıştığını biliyordu hep böyle yapardı. Derdini kimseye anlatmaz konuşur şakalaşır güle oynaya giderdi. Belki de böyle kendini, yaşadıklarını yok sayıyordu.
Kumaşların arasında duran elbiseyi çıkarıp uzattı. Elif elbiseyi alıp üzerine tuttu. Onunla dans eder gibi sağa sola döndü. Çocukluğundaki o muzip gülümseme geldi kondu gamzelerine. Elâ gözleri buğulandı. O sırada yazması açıldı. Yüzü ortaya çıktı. Yanağının bir tarafı diğer yandan daha dolgun ve koyu renkliydi. Hemen aceleyle yazmayı kapattı.
Mukaddes soran gözlerini dikti Elif’e.
“Elif?”
Elif yarım kalan dansını bitirip elbiseyi katlayıp uzattı. Neşeli olmaya çalışıyordu. Böyle davranmaktan başka çaresi olmadığını düşünürdü, oğlu tartışmalardan öyle korkardı ki o da oğlunu oyalamak için bir yol bulmuştu.
“Bir şey yok oğlum hadi seninle oyun oynayalım” diyerek başlamıştı acısını perdelemeye. Söylemezse acı ve üzüntü yok olacak diye kandırmıştı yıllarca kendini, çocuk büyüdükçe bunu yok saymak zorlaşıyordu. Gökkuşağını doğada görmeye başlayan çocuğuna vücudundaki yansımasını açıklayamıyordu. Düşüncelerinden sıyrıldı, maskesini takınıp neşeli sesiyle cıvıldadı.
“Abla elbise çok güzel olmuş, biraz da para buldum mu tamam oldu bu iş.”
“Nasıl tamam?”
“Bu gün o gün abla artık beklemeyeceğim. O evden çıkınca, oğlanı ve çantayı aldığım gibi dışarı.”
Mukaddes ne diyeceğini bilemedi, acaba doğru zaman mıydı? Kızın haline bakılırsa başka şansı yok, ama nereye gidecek?
“Ben de cesaret etseydim sizin gibi. Kapıyı çekip her şeyi geride bırakma cesaretim olsaydı. Daha erken uzaklaşırdım o enkazdan, gücüm yetmedi üstüme kilitlenen kapıyı açmaya. Ah Elif’im! Bir başına küçücük çocukla nerelere gidersin. Kime sığınırsın?
Benim Leyla’m gelip beni öyle bulmasa şu an belki de burada olmayacaktım. Her şeyin bittiğini sanmıştım. Bir vuruşta soluğum kesilmiş, bu dünyada alacak nefesimin kalmadığını sanmıştım. Hayal meyal kızımı görüyordum karşımda çırpınıyordu. Bana oyalanmam için bu dükkânı açtı da ben burada elimden geldiğince Elif gibilere yardım etmeye çalışıyorum. Onlara mı? Kendime mi? Orasını Allah bilir.
 “Bak kızım iyi düşünüp plan yaptın mı? Yollarda kalmayasın.”
“Yok be abla korkma, bir akrabam bana yardım edecek, arabayla köşeden alacak bizi, abla bitir sen gelip alırım çantayı olur mu? Enerjisini de alıp geldiği gibi salına salına çıktı gitti.
Mukaddes Elif’in çantasını tekrar gözden geçirdi, kapının yakınına koydu. Kapının yanında duran sehpanın çekmecesini açtı. Kâğıtların arasına sıkıştırdığı cüzdanından biraz para alıp çantaya yerleştirdi. Çekmeceyi kapatırken gördü onu. Ne çok severdi bu kalemi. Çizim yaparken defterin üzerinde uçardı sanki. Ne güzel elbise, pantolon çizimleri yapardı. Evliliği ile birlikte kalemini de hevesi gibi kırmışlardı. O zaman devam etseydi şimdi çok daha farklı olabilirdi.
Sehpanın üzerinde duran radyoya uzandı, düğmesini çevirdi. Eski kırık radyo önce cızırdadı birkaç kanal sonra hafif bir müzik yayılmaya başladı. Kapıya doğru yöneldiği sırada gördü köşedeki beyaz arabayı, arabanın dışında uzun boylu esmer bir delikanlı kollarını bağlamış, sırtını arabanın kapısına dayamış etrafa bakıyordu. Sonra Elif’i gördü, koşarak gelip çocuğu adamın yanına bıraktı. Mukaddes’e doğru koşmaya başladı. Kapıya yaklaşırken bir taraftan da sesleniyordu.
“Mukaddes abla çantam hazır mı?”
Başını sallayıp kapının arkasından Elif yazan çantayı çıkarıp uzattı. Elif çantayı yere bırakıp sıkı sıkı sarıldı Mukaddes’e.
“Hakkını helal et be ablam ben de senin gibi huzuru bulacağım inşallah, her şeyi bırakıp yeniden başlayacağım, hoşça kal.” Gözünde akmaya hazır iki damla parlıyordu. Tekrar kucaklaştılar.
“Güle güle git bir şeye ihtiyacın olursa bil ki burada bir ablan var, kapım her zaman sana açık dikkatli ol, güle güle git.”
Bahçedeki mavi tahta sandalyeye oturdu; hüzünlenmişti. Her gidenle hüzünleniyor sonra da kendini enkazdan sağ çıkaran kadınlara saygı duyuyordu. Gözlerindeki yaşı eliyle silerken Benekli kedi gelmiş bacaklarına sürtünüyor sanki ona üzülme diyordu. Eğildi kediyi kucağına aldı. Onunla konuşmaya başladı.
“Ee benekli Elif gitti, şimdi Ayşe kızın çantasını hazırlamalı onun da gelmesi yakındır. Hadi bakalım işe koyulma vaktidir.”

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir