kediler
Nazmiye Köksalan

SAHİPSİZ

Tarlabaşı’nda, izbe bodrum katında onca yıl kendisine ait olmayan bedeniyle mücadele ediyordu yaşlı kadın. Güçsüz parmakları ile bir numarayı defalarca tuşladı. Bir türlü numarayı düşüremiyordu. Canı gittikçe çekiliyordu. Tuşlamayı eksik yapıyordu, yine de yılmıyordu. Odanın duvarları, tavanı yeşile kara çalmıştı. Islak duvarların rutubet kokusu, küf ile birleşince tahammül edilmez pis bir koku ortalığı zapt etmişti.  Çaresiz kadın iğrenç kokuya mecburen katlanıyordu. Defalarca tuşladıktan sonra nihayet numarayı düşürebildi.

“Sahipsiz hayvanları barındırma evi mi? Evlât gibi besleyip büyüttüğüm kedilerimi sizlere
emanet etmek istiyorum, zira ölmek üzereyim,” diyerek güçlükle adresi verdi.
Artık son zamanlarıydı besbelli. Kanser metastaz yaptığı için bütün organları yavaş yavaş iflas etmişti. Gözünü açtığı her yeni günde ölüme daha da yaklaştığını hissediyordu. Ölümden korkmuyordu. Bunca yıl çektiği acılardan kurtulacaktı böylece. Tek düşüncesi ardında bırakacağı minik yavrulardı. Ona kimse sahip çıkmamıştı. Ama o böyle bir haksızlık yapamazdı yavrucaklara.
Çukurova’da beş çocuklu yoksul ailesinin üçüncü çocuğuydu Sultan. Yöre çocukları gibi, pamuk hasadında tarlalarda işçi olarak çalışırdı. 1975’in Eylül ayında hasat zamanı, komşu kapısının ardında, insanlığını, ruhunu iblise satmış, gözü kör, kulakları sağır, nefsinin hevesinde amca bildiği bir sırtlanın kirli pençelerinde kaybolan bir çocuk oldu. Dili tutuldu günlerce, kimselere anlatamadı. Şerefsiz boş durmadı, ağzından salyaları akarak namını saldı Çukurova’ya.  Ailesi de yüz çevirdi ona, anlayıp dinlemeden. Tek çaresi oralardan kaçıp kurtulmaktı.
Bir şafak vakti ayrıldı baba ocağından.
Sessizce veda etti doğduğu topraklara, pamuk tarlalarının beyazlığında kaybolup gitti, büyük şehrin kucağındaydı şimdi umarsızca. İstiklâl caddesinde tezgâhtar olarak iş buldu. Tarlabaşı’nda izbe bir ev kiraladı. Hareli badem gözleri, esmer teni, dalgalı siyah saçları ile çok güzeldi. Günün birinde çalıştığı mağazaya iyi giyimli, gösterişli bir genç sıkça gelmeye başladı. Sultan ile vakit geçirmek için fırsatlar yaratıyordu. Öğle yemeği saatinde geliyor onu yemeğe çıkarıyordu. Bu ince, zarif gence karşı ilgi duymaya başladı genç kız. Sahiplenilmek, mutlu olmak ümidiyle bağlandı celladına… Vesikalı sermaye olacağını nereden bilecekti.
Gerçek ismini kaldırmıştı kilitli sandıklara, ona “Bahar” dediler. Oysa o baharı hiç görmemişti. Kara kışlara teslim yaşıyordu. Kapalı kapılar ardında gündüzü olmayan geceler yaşadı. “Niye düştün bu yollara?” diyordu gelip gidenler. Ama bir Allah’ın kulu da kolundan tutup kaldırmıyordu. Adaletsiz bu dünyanın içinde ağzı lağım kokan heriflerin altında çırpındı durdu yıllarca. İstediklerini yapmayınca boğazına bıçaklar, beynine silahlar dayandı. Biçare o da çırılçıplak vücudu ile ruhunu da astı vestiyere yıllarca.
Şimdi bu kasvetli, izbe bodrum katında minik yavrularıyla vedalaşıyordu gözleriyle…

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir