9-14-2014 0-30-46_095oynkk
Ercan Eren

RÜZGÂRLI PLAK

Dragos’taki evime geldi. Yeşil bir ceket vardı üzerinde. Gri saçları hafif dağınık. Çenesini her zamanki gibi usulca boynuna çekmişti. Meraklı bakışlarla önce bahçeye sonra evin sarı ışıkla aydınlanmış camlarına baktı. “Güzel” dedi. “Güzel bir gece olacağını umuyorum, keyifli vakit geçireceğiz, lakin önce şu hediyemi kabul et.”

İnce, kare şeklinde, parşömene sarılmış bir paket tutuşturdu elime. Teşekkür edip, içeri davet ettim.
“Önce bir sigara içmek isterim” deyip teklifsiz bir şekilde bahçedeki sallanan demir koltuğa yöneldi. Ben de giriş kapısının yanındaki düğmeyle bahçenin ışıklarını yaktım. Hoş bir serinlik vardı. Yanına dönünce paketini uzattı, istemiyorum anlamında kafamı salladım. Yakıcı bir koku yayıldı etrafa.
“Bu sigaraları saklamak için tablalar var, soruyorlar bazen, neden kullanmıyorsun diye, savaşta değiliz ki diye cevap veriyorum, on iki saat içinde her birini yakıp dumanını içime çekeceğim çubukları korumak için niye bu kadar özen göstereyim ki? Babamdan kalan var bir tane, evde, konsolun çekmecesinde. Bir gün seferberlik ilan edilirse yapacağım ilk iş, paketimdeki sigaraları ona yerleştirmek olacak, sonra da cepheye yollanmak tabii… Bu arada hanımefendi yok mu?”
“Ailesinin evinde bu akşam.”
“Sen onun ailesi değil misin?”
“Annesi ve babasıyla demek istedim.”
“Haberi var mı geleceğimden.”
“Yok.”
“Sorun çıkarmasın?”
“Eve bir kadındansa yaşlı bir yazar dostumu davet etmemi tercih eder herhâlde.”
Keyifle gülümsedi. Son nefesini çekip büzüşmüş izmariti ayağının ucuna doğru bırakıp koyu kahverengi ayakkabısının ucuyla çiğnedi. Sonra da özür diler gibi kafasını kaldırıp “Sormadan attım ama bir şey olur mu?” dedi. Zararı olmadığını söyleyip ışıkları kapatmaya gittim. O da kalkıp kesik kesik birkaç kez öksürdü…
İçerinin sıcaklığı yumuşatmıştı ikimizi de. Yazar dostum önce banyoya girip elini yüzünü yıkamış, sonra kolundaki saati özenle çıkarıp salondaki masanın üzerine bırakmış, sonra da televizyonun karşısındaki koltuğa yerleşmişti. Ben de onun ceketini asmış, mutfağa gidip ocaktaki çaya bakmış, sonra da Süt’ün mamasını hazırlamıştım.
“Kedin çok güzel, sakin, insanı anlayan bir hali var. Severim böyle hayvanları.”
Yerinden kalktı. Biraz yürüyüp pencerelerden birinin yanına gitti. Elleri ceplerinde; bakışlarını perdelerin arasından dışarıya yöneltti.
“Keşke kar yağsa, nasıl olsa güvenli bir sığınak bulduk kendimize, içerisi sıcak, sarı ışıklar var, bahçenin üstüne dökülür gibi yağsa.”
“Çay yapmıştım ama başka bir şeyler isterseniz de hazırlayabilirim sizin için.”
“Şu an için gerek yok… Hediyene bakmayacak mısın artık?”
Portmantonun yanına bıraktığım paketi alıp özenle açtım. Bir Bach plağı, French Suites ve Diğerleri.
“Çok teşekkür ederim, her zamanki gibi çok zarifsiniz. Belli etmiyordum ama verdiğinizden beri aklım hediye paketindeydi. Görgüsüzlük gibi olmasın diye bekleyeyim biraz demiştim. Kurtardınız beni bundan. Çalayım mı?”
“Lütfen.”
Pikabın kapağını kaldırdım. Plağı özenle yerleştirip üzerine iğneyi bıraktım. Saliselik bir sessizlikten sonra salonu tatlı piyano melodileri doldurdu. O “mutluluk, mutluluk!” diye yazmıştı bir hikâyesinde, şimdi iki dost beraberdik, dile getirmesek de çok memnunduk halimizden.
Plak henüz bitmemişti. Yavaşça omzuma dokundu. Yeter, anlamında sağ gözünü kırptı. “Devamını sonra yalnızken dinlersin, televizyonu aç da havamız değişsin” dedi.
Yerimden kalktım, kitaplığımın üst rafından başka bir plak aldım.
“Şunu da bir dinlemenizi istiyorum sizin. Ondan sonra açarım televizyonu.”
Eliyle pikabı gösterip “Bakalım” dedi.
Yine özenle yerleştirdim plağı, iğneyi üzerine bıraktım, saliselik bir sessizlikten sonra salonu bu sefer mutlu mu hüzünlü mü olduğu belli olmayan piyano melodileri doldurdu. Yıllardır dinliyordum bu plağı hâlâ çözememiştim. Kuyumcu terazisine dönüşüyordu duygularım, hangisinin ağır bastığını bir türlü anlayamıyordum.
Uzun bir sessizlikten sonra yazar dostum “Kim bu?” diye sordu.
“Ne yazık ki sizin yetişemediğiniz bir besteci, beğendiniz mi?”
“Çok… Etkilendiğimi de hissediyorum ama böyle tuhaf, çocukluğumdan bugüne beni etkileyen her sanat yapıtı üzerimde bir ağırlık bırakır, tortu gibi ya da bir nevi manevi yük gibi diyelim. Lakin bu; hepsinin aksine… Çok hafif hissediyorum kendimi.”
“Bestecinin bunu kızının doğumu üzerine bestelediği söylenir, hatta bebek sağlıklı bir şekilde dünyaya gelince iki arkadaşı kutlama yemeğine çıkarmış onu, deniz gören sakin bir mekâna gitmişler, güzel yemekler yiyip birkaç kadeh de içki içmişler. Yemeğin sonuna doğru besteci biraz içine kapanmış, arkadaşlarına incelikleri ve gösterdikleri dostluk için teşekkür edip bu geceyi hiç unutmayacağını söylemiş sonra da eve dönmem gerekiyor, diyerek tek başına çıkmış mekândan, bir taksiye binip odasına, piyanosunun başına dönmüş, sabaha kadar hiç durmadan piyano çalmış.”
“Bir sigara yakabilir miyim?”
“Çekinmeyin tabii.”
“Ceketimi getirir misiniz onun cebindeydi.”
Kalkıp getirdim. İç cebinden paketi çıkardı ve içinden bir tane alıp yaktı. İlk dumanı, kafasını geriye atıp dudaklarını sıkarak üfledi.
“İlk romanımı yazışım geldi aklıma. Bir aylık uzun tahliller, parça almalar, incelemelerden sonra, zor demişlerdi bana, uğraşırız ama zor. Hırpalama kendini de çok fazla, tüm olasılıkları kabullenmek gerek bazen, demişlerdi. Eve dönmüştük beraber. Hiçbir şey olmamış gibi güzel bir yemek hazırlamıştık. Karşılıklı oturup yemiştik. Düşünmemeye çalışıyordum. Hiç olmazsa ben güçlü kalayım istiyordum. Yorgundu, bu yüzden erken yatmıştı. Benimse gözümü kırpmak bile gelmiyordu içimden. Bir defter bir de kalem alıp kapanmıştım odaya, sabaha kadar hiç durmadan yazmıştım, diri bir zebrayı canlı canlı yiyen sırtlan sürüsü gibi saldırmıştım beyaz sayfalara. Parmak uçlarımdan tükürükler fışkırıyordu sanki. Beni içindeki zehri boşaltmaya “ölüm” motive etmişti. Görüyorum ki benim tam aksime onu motive eden şey ‘hayat’ olmuş. Çok güzel. Gel gör ki ben ikisi arasında bir fark göremiyorum.”
“İstiyorsanız size verebilirim plağı.”
“Memnum olurum… Televizyonu açalım artık, futbol maçını kaçırmak istemiyorum.”
Plağı pikabın üzerinden alıp özenle paketine yerleştirdim. Televizyonu açıp kumandayı masanın üzerine bıraktım. Yazar dostum, huzursuz gözlerle bakmaya başladı parlak ekrana, mutfağa gidip sıcak bir çay getirdim. Aldı, içine üç şeker atıp karıştırmaya başladı. Çay kaşığını içinden çıkarmadan art arda birkaç yudum aldı. Maç başlamak üzereydi. Futbolcular yeşil zemin üstüne çıkıyorlardı. Uğultu artmıştı.
“Biraz dışarı mı çıksak, hava almak istiyorum, sahili gören bir tepeye götür beni. Dönünce ikinci yarısına bakarız maçın da.”
Hazırlanıp çıktık evden, soğuk artmıştı, önünden geçtiğimiz evlerden üzerimize doğru köpekler havlıyordu. Kırık Havuz’a kadar hiç konuşmadan yürüdük.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir