004
Hülya Duman

SIDDIK AKBAYIR İLE BİYOGRAFİ KİTAPLARI ÜZERİNE- Bölüm 2

Merhaba, kaldığımız yerden sorularıma devam ediyorum yeniden.
Portre okumak da yazmak da çok keyif veriyor bana, yardımınıza talip olduğumu belirterek, nasıl hazırlanıyorsunuz, desem.
Her kitap, Türkiye koşullarında ortalama bir kitaplık oluşturacak kadar kaynağın okunması, taranması gibi bir çaba gerektiriyor. Okumalar, araştırmalar, bütün eserlerini gözden geçirmeler, sürekli not almalar derken uzun bir sürece yayılan uğraşlar… Göze almak meselesi…
Edebiyatçıların uğrak yeri mekânlar, sizde nasıl bir izlenim bıraktı? Siz de benim gibi merak ettiniz mi o mekânları, o mekânların duvarlarını?
Kitaplarımın nerdeyse tümünde kısmen de olsa mekânlara değindim. Özellikle Ahmet Hangi Tanpınar? Toplu Fotoğraflarda Bile Vesikalık Çıkan Bir Yalnız kitabında Narmanlı Han’a özel bir bölüm ayırdım.
İnsanla mekân arasında iç içe geçmiş ve karşılıklı bir ilişki söz konusu… Gözlem, izlenim ve duygulanışlara kaynaklık ederek sanatçının ruhuna yön veren mekân, sanat eserinin şekillenmesinde etkili olur. Sözgelimi; Ahmed Arif’i, Cemal Süreya’yı, Sezai Karakoç’u yazarken Ankara’nın Bab-ı âlisi sayılan Rüzgârlı Caddesi’ni neredeyse adım adım araştırdım.
Kitaplarınızı okurken altını çizdiğim yerlerde dostluk ve arkadaşlık kavramlarının daha güzel, daha anlamlı olduğunu gördüm.
“İyi bir şairden çok iyi bir adam desinler, arkadaşlarına vefalıydı desinler.” “Anılar anılar belki hepsi bir kelime, arkadaşlar arkadaşlar belki hepsi bir şiir” diyen bir Haydar Ergülen…
Birbirlerinden farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da yan yana akan, birbirine karışmayan sular gibi Fırat ve Dicle gibi akan; birbirlerine “Sezo”, “Cemo” diyebilen bir Cemal Süreya, bir Sezai Karakoç…
Kadıköy sahilinde yürürken ceketini her zaman ilikleyen çünkü her an Dağlarca ile karşılaşma olasılığı olan, “Ağam, sudan soğuk bakıyor” diyebilen bir Cemal Süreya… Önceleri pek yüz vermese de ölünce, “Son yirmi yılımın on yılını Cemal’e seve seve verirdim.” diyebilen bir Fazıl Hüsnü Dağlarca…
“Herkesin, ölen arkadaşlarından çok, öldürülen arkadaşları için ağladığı” günlerde ismi ‘Arkadaş’, şiiri ‘Arkadaş’ olan “yürünülen yolları mümkün kılan” bir Arkadaş Zekâi Özger…

Günümüzle bu ilişkileri karşılaştırdığımızda neler söyleyebilirsiniz?
Ne söyleyebilirim ki… İnsan onurunu ayaklar altına alan görüntüler, Boğaziçi seyri gibi sergilenirken, incelikler örselenirken en çok da vefasızlıkta eşitlendik galiba. Bu adressiz değişim ve karmaşada kaybedilen temel kavramlar “dostluk, arkadaşlık, kardeşlik” oldu.
Okurken, “canlarım benim” dediğim şu anekdot ile söze başlayıp, sonrasını size bırakayım. Orhan Veli ve Sait Faik gece sokakta yürürken kafaları hayli iyidir. Dükkânlar kapalıdır, içki alacak paraları da yoktur. Bir dükkânın camını kırıp içerde bir şişe açar, içerler. Altına da şu notu iliştirirler. “Paramız olunca ödeyeceğiz.” Günler sonra ellerine para geçince gelip kırılan camın ve şişenin parasını öderler. “Ölünce iyi adam oluruz” diyen, zaten iyi olan adamlardı. Ne dersiniz?
“Çakır ile Sırık’ın Hikâyesi” başlıklı uzun bir metin yazmıştım OT dergisinde. O yazıda, bu iki arkadaşın serüvenlerini ayrıntılı bir biçimde anlatmıştım. Söz konusu o yazı, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir kitabımın yakında yayımlanacak olan beşinci baskısında yer alacak. Burada özetlenemeyecek bir dostluk onlarınki.
Dostluktan gayrı, ya o mahcubiyetleri;
Sezai Karakoç, kendisi için yazı yazanlara teşekkür etmez, daha doğrusu edemez, utanır. Her zaman onurlu ve mahcuptur. Cemal Süreya, dükkândan fiyat dahi soramaz, başkalarına sordurur. Manavda bile bir şeyin yarım kilosunu alamaz. Şahsiyet rötarı bile yaptırır mahcubiyet duygusu ona. Ahmed Arif; hayatını sorana anlatmaktan utanır “Ben artist değilim!” der. Az konuşur, çok susar. “Halkımın yakışığı” diye başlar kitap imzalarına; imzalarken gözleri dolar. 
Mahcubiyet duygusu benim için de çok kıymetli. Mahcubiyet duygusu yitirildi mi? 
Tuhaf bir zamanda yaşıyoruz. Kendisini bilmediği kokuların cennetine emanet eden; üçüncü sayfa haberleriyle ekran yalanları arasında uyuşan; sabit bir kareye altı saniyeden fazla tahammül edemeyen, hipnoz etkisi yaratan görüntülerle kendinden geçip ait olmadığı, olamadığı bir dünyanın karelerinde kaybolan; her şeyden haberdar olup da hiçbir şey de derinleşme gereği duymayan büyük bir kitle mahcubiyet duygusunu yitirdiğinin farkında bile değil sanırım.
Ödül kabul etmeyen, etse de bu ödülün maddi karşılığını almayan, para için yazarlığından ödün vermeyen, kimseyle yan yana fotoğrafı bulunmayan, hiçbir yerden, hiçbir şeyi karşılıksız kabul etmeyen bir Sezai Karakoç…
Pen Edebiyat ödülünü almak yerine, İzmir Karşıyaka Belediyesi’nin düzenlediği bir etkinliğe katılmayı tercih eden bir Ülkü Tamer…
İmzalara uçakla gitmeyen, yıldızlı otel değil, esnaf içinde salaş yerlerde kalan, kendisini davet eden kitapçılara yük olmamaya özen gösteren, kitap ücretlerini çok bulan, “Benim kitabımı emekli, işçi, öğrenci okur onların parası yok” diyebilen bir Ahmed Arif…
Dünya mı değişti şairler, yazarlar mı?
Dünya değişirken şairler de yazarlar da değişti. Her şair, her yazar açık olduğu evrenin verilerine göre algı alanları oluşturdu doğal olarak.
Türk edebiyatında dergicilik esastır, dergi edebiyatı apayrı bir yerdedir. Onlar içinse tutkudur, aşktır, nefestir. Orhan Veli dergi çıkarmak için giysilerini, imzalı tablolarını satar. Son sayı için Abidin Dino’ya gider, utançla “Bana hediye ettiğiniz tablonuzu satabilir miyim?” Der. Paris’ten dönerken aldığı arabasını Papirüs dergisi için satar Cemal Süreya. Örnekleri çoğaltmak mümkün…
Sizin dergi yazarlığı serüveniniz nasıl başladı?
Dergi serüvenim düzenli olarak OT dergisiyle başladı diyebilirim. Mart 2013’ten beri OT’ta yazıyorum. Öküz, 1990’larda bir çıkış, Hayvan 2000’lerde bir deneme, OT 2010’larda bir önermeydi. Öküz ve Hayvan dergilerinin okuru, OT dergisin yazarı oldum.

Öküz’ün, Hayvan’ın yaşaması için OT gerekliydi. Mart 2013’te OT’un ilk sayısı çıktı. OT’u çıkaran ekinin içinde yer aldım. Öküz’ün, Hayvan’ın boşluğunu dolduran OT, eski pratiklere sahip çıktı. Ertem Eğilmez’in Yeşilçam’da, Oğuz Aral’ın Gırgır’da yaptığını denedi. Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan tavrı vardı. Birçok yıldız yarattı, yazı yazmayan insana yazı yazdırdı. OT, Taksim-Kadıköy minibüsleri gibi tasarlansa da bir süre sonra Pakistan otobüslerine dönüştü. Çünkü herkes kendisini orada görmek istedi. Öküz, Hayvan ve OT dergileriyle yaklaşık üç binlik kemik okur kitlesi elli binlere kadar çıkardı. Ancak bu sefer de bu tür dergilerin aynıları çıkmaya başladı. Kitapçıların dergi reyonları OT’un benzerleriyle doldu.
Sigarayla ilişkileri çok ilginç geldi bana. Necip Fazıl, Zarif Adam’ın nikâh şahidi olur “Sigarayı şiir gibi içen bu delikanlının nikâh şahidi ben olurum” der yanı sıra “Artist bir cigara iç!” diyerek yanında içmesine izin verse de Cahit Zarifoğlu saygıda kusur etmez yanında içmez. Necip Fazıl da son nefesinde bile oğlundan sigara ister.
Sigarayı bırakmanın şiirini yazar, Cemal Süreya. Orhan Veli’nin zarif, uzun parmaklarından da düşmez sigara. Balkonda, soğukta içerken kız kardeşinin “Ağabey içerde iç babam biliyor içtiğini, hasta olacaksın.” Cümlesine cevabı, “Saygısızlık olur, babamı üzmeyelim” olur.
Sigara bırakma sıkıntısı konusunda Ahmet Hamdi Tanpınar gibisi yoktur. Sağlık sorunlarına rağmen sigarayı bırakamaz. Çakmak sevmez, altını kibritle çizdiği satırları vardır. Sigara içmeyen öğrencileri bile kitap sayfalarını edebiyat ve estetik dersi veren hocaları gibi çizerler.
En sevdiğim, en güldüğüm Hilmi Yavuz’u siz aktarın isterim.
1980’de kırk dört yaşındadır ve o yılın 14 Aralık 1980 gecesine kadar onun için sigarasız bir entelektüel hayatın düşünülmesi bile mümkün değildir. Sigaradan vazgeçmek okuryazarlıktan vazgeçmek demektir. Sonra o gece vahim bir astım krizi geçirir. Soluk alamaz olmak korkunç bir şeydir.
Bıçakla keser gibi bırakır sigarayı. Ancak ilginç olan sigarayı bırakması değil, bırakma biçimidir.
Sigarasını kırk yıldır yakmadan içer.
Şehir içi yolculuklarında koltuk bulur oturur, elinde de mutlaka bir kitap vardır. Bir süre sonra insanların yavaş yavaş çevresinden uzaklaştıklarını ve kendisini gözlemlemeye başladıklarını fark eder. Sigara içme ritüelleri ko­nusunda ne yapılıyorsa hepsini yapar. Çeker, silkeler, arada bir hayali halka çıkarır. Dolayısıyla insanlar, bu ne biçim adam diye bakar. Bu yöntem, onu biraz da ‘mahallenin delisi’ yapar. Kimileri gülüp dalga geçer, kimileri sigarasını yakmaya kalkar, kimileri de kafayı üşüttüğüne hükmeder.
 “Soranlara sigarayı ‘bırakmadığımı’ sigarayı ‘içmediğimi’ söylüyorum. Sürekli elimde ya da dudağımın köşesinde duran sigarayı nasıl ‘bırakmış’ olabilirim ki? Bu meret, ağzımda tütmüyor ama gözümde tütüyor!” der.
Yirmi satırlık bir şiiri bir kere okuduğunda aynen tekrarlayan bir Cemil Meriç… Ayakkabıcıların, boyacıların, meyhane garsonlarının, çakmaktaşı satan çocukların adına kadar bilen, arkadaşlarının telefonlarını aklında tutan, altmış kadar balık ismi, üç yüz baharat ismi bilen bir Orhan Veli… Birçok yazarın, şairin belleği çok güçlü… Hocam sizin durumunuz nasıl?
Onlar kadar olmasa da fena sayılmaz. Derslerimde her şairden bir-iki şiir, beş-on dize ezbere okuyabilecek durumda…
Çoğumuz biliriz büyük şiirlerin, yazarların mektuplarını, aşklarını. Beni incelikleri büyüledi. Bella’ya âşık olan Orhan Veli’nin her paragrafı “B” ile başlayan mektubu… Sezai Karakoç’un aşkı için yazdığı Monna Rosa’nın sevdiği kızın baş harflerinden oluştuğu akrostişti açık etmeye hiç ihtiyaç duymaması… Cemal Süreya’nın soyadındaki y’yi âşık olduğu kadın için atması gibi çok şey sayabilirim ama benim yıllardır çok merak edip üzerine düşündüğüm bir şey var: Kitaplaşmış olan özel mektupların hepsini okudum; çoğunda kadın mektupları yok edilirken erkeklerin yazdıkları saklanmış. Erkeklerin başka tür bir inceliği olarak düşünmek istedim? Sizce neden?
Sorunuzu farklı bir yerden yanıtlamak isterim. Uğruna şiirler yazılan kadın olma hayali, düşüncesi öteden beri pek çok kadının gururunu okşadığından günümüzde hâlâ cazibesini sürdüren, ‘mit’ini koruyan bir olgu… Mektup aşkları, bu ülkede hâlâ erkekler tarafından kadın adreslerine şifreyle gönderilmekte…
Özdemir Asaf’ın Lavinya’sı, Attilâ İlhan’ın Pia’sı, Karantinalı Despina’sı, Asaf Hâlet Çelebi’nin Mariyya’sı, Lâle Müldür’ün Destina’sı, Turhan Oğuzbaş’ın Triyana’sı, Sezai Karakoç’un Monna Rosa’sı, Ülkü Tamer’in Lucia’sı, Muzaffer Tayip Uslu’nun Evadoksiya’sı, Hilmi Yavuz’un sonradan kitaplarına almadığı Gloria’sı, Cemal Süreya’nın Üvercinka’sı hep ‘a’ harfiyle biter.  Erkek şairlerin seslendiği kadının adını ve kimliğini gizlemek için ona yabancı dilde ‘a’ ile biten bir ad vermesi, bir dönemin özelliğini yansıtır. Bu şiirler; başkalarının gözüne ve takdirine göre konumlanmış beğenilmek, onaylanmak gibi öteki kadınların içinden seçilmek esası üzerine kurulmuş, erkek gözüne ayarlı seyirlik bir hayata mahkûm edilen kadınlar için kendilerine varlığını kanıtlama olanağı sunan estetik bir onay belgesi yerine geçmekte…
Tanpınar, odunsuz kömürsüz çok soğuk bir kış gecesi kitaplarına dokunur, kıyamaz. Gecenin bir yerinde dizine vurup kırar; onca yıldır biriktirdiği, gözünden sakındığı plaklarını yakar, ısınmak için. Yıllar sonra Cemal Süreya da oğlu Memo üşümesin diye canını ortaya koyarak çıkardığı Papirüs dergilerini yakar.

Otuz sekiz yaşında gözlerini kaybeden Cemil Meriç kitaplığına yaklaşır, kitaplardan birini seçip açar, kitabı koklar başını içine gömerek okuyamadığı için hüngür hüngür ağlar.
Trajedi, şairin, yazarın yazgısı mıdır?
Şairlik, yazarlık biraz da tılsım ve trajedinin iç içe geçtiği bir uğraştan başka nedir ki… Sanat, derdi olanların işi değil midir? Ancak göze alanların geleceği olur kültür-sanat ortamında ve bu hep böyledir.
Okurken çok şaşırdıklarım oldu. Çalışma Bakanı iken Bülent Ecevit ara ara Seka’da çalışan bir memuru ziyaret eder. İçeri kapanırlar, saatlerce çalışırlar. Müdür şaşkındır, hiçbir anlam veremez duruma. Bülent Ecevit’in saatlerce görüştüğü memur ise, Turgut Uyar’dan başkası değildir.
Bir yarışmada Nurullah Ataç, Turgut Uyar için “zar atıyorum” der, risk alır ve birincilik Turgut Uyar’ın olur. Turgut Uyar’ın zarif, teşekkürü şöyledir: “Zarınızı attınız. Eğer zar tutmasını bilmiyorsanız, boşuna düşeş falan beklemeyiniz. En derin minnet ve saygımla.”
Hele hele Cemal Süreya olmasaydı; Çanakkale’de sergilenen büyük topları hiç göremeyecek olmamız! Cemal Süreya maliye mezunu, müfettiştir. Çanakkale’ye gider. Bir vatandaş şu an sergilenen büyük savaş toplarının demirciler tarafından alınıp, eritileceğini söyler. Derhal raporunu tutar ve engeller. Şu an hâla gezebildiğimiz o büyük toplar duruyorsa bu onun sayesindedir, bilmiyordum.
Sizi şaşırtanları bilmek isterim.  
Sıddık Akbayır: O kadar çok ki… Şu an üzerinde çalıştığım bir isimle, Özdemir Asaf’la ilgili birkaç anekdot paylaşmak isterim.
BİR DAVETİYE
Özdemir Asaf, sanatçı kişiliğinin etkisiyle, matbaasını bir ticarethane gibi değil de bir sanatevi gibi görür. San’at Basımevi, edebiyatçıların buluşma yeri olarak seçtikleri bir lokaldir. Kazanç getirmesi düşünülerek açılan matbaa, önemli şirketlerin işlerini almasına karşın büyük maddi kayıplar yaşar. Yeni aldığı işlerden gelen avanslarla eski borçlarını ödemeye başlar. O dönemlerdeki kâğıt piyasasında yaşanan güçlükler nedeniyle kâğıt tüccarlarına büyük paralar kaptırır. Kâğıt tüccarları acımasızdır. Şairane duygularla tüccar olmaya çalışarak eşinin gözüne girmeye uğraşan Özdemir Asaf’a zalimce davranırlar. Durum gün geçtikçe kötüleşir.

Nuruosmaniye’de, Mollafenari’de, Başmuhasip Sokağı’nda, her zaman telaşlı adımlarla yürür. Bir zamanlar, Türk basınının değişmez mekânı olan Cağaloğlu’nun arka sokaklarında, eski bir binanın bodrum katında, birkaç basamakla inilen San’at Matbaası ismini verdiği ufacık bir odada, ufacık bir baskı makinesiyle ufak ufak kâğıtlar basar.
Beyaz tenli, kuru, sivri burunlu, abartılı bıyıklı sempatik bir adam olarak tanınır çevresinde. En güzel davetiyeler onun elinden çıkar. Çünkü, davetiyelerde şairliğini konuşturur. Kısa kollu beyaz gömleği, çırpı gibi incecik kollarıyla şiir yazar gibi davetiye basar. İşleri oldukça iyidir. Ancak, bir akşam Refik’in Yeri’nde verdiği bir söz gereği bir şair arkadaşına kefil olur. Şaire kefilliğin haciz olduğunu bilse de… Bir akşamüstü haciz memurları gelir. Baskı makinesi satılacaktır. Memurlardan tek ricası olur. O da metnini kendi yazdığı bir düğün davetiyesini bitirmektir. Çünkü kapı önünde bu davetiyeyi heyecanla bekleyen genç nişanlılar vardır. Yirmi yıllık matbaa 1970’te kapanır.
BİR ODA
Vakıf Gureba Hastanesi’ndeki odasında hayatına giren üç kadın yan yanadır: Eski eşi, Sabahat Selma Hanım, eşi Yıldız Hanım ve imkânsız aşkı Lavinia yani Mevhibe Hanım. Ölüm, imkânsız sözcüğünün içinde esen bir rüzgârdır artık. Üç kadının da tek derdi, Özdemir Asaf’ın dinmeyen kanser acılardır.
Tam o sırada odaya birileri girmek ister. Ellerinde kameralar, fotoğraf makineleri vardır. Yıldız Hanım, TRT’den çekim için gelenleri geri çevirir: “Çok geç kaldınız, o kadar çok geç kaldınız ki… Bunca zamandır neredeydiniz? İçerideki, artık Özdemir Asaf değil. Odaya giremezsiniz. Çok önceleri gelmeliydiniz. Az yemek yiyor, zayıfladı, saçı yok, sakalı yok, bıyığı yok!” der.
BİR HABER
28 Ocak 1981. Çarşamba. Sabah postacı gelir eve. Postane eve çok yakındır ama haber çok uzaktandır: “Babam ölmüş…”
Kızı Seda yola çıkar. Fethiye-İstanbul, Pamukkale Otobüsü. Saat 18.00’de hareket. Üç numara yazar biletine. Yanında bir kadın. Dört numara. Yaşı Seda’ya yakın. Radyo açık. “19.00 haberlerini sunuyoruz. Önce özetler…” İlk haber “Şair Özdemir Asaf, bu sabaha karşı hayata gözlerini yumdu.” Seda ağlar. Kadın da ağlar. Şaşırır. Kadın çok ağlar. Seda için ağlar sanki. O ağladıkça Seda da ağlar. Nefessiz kalana kadar ağlarlar. Mola verilir.

“Tanır mıydın şairi?”
“Yooo…”
“Neden ağlıyorsun?”
Mola biter. Yerlerine otururlar. Araba çalışır. Şoför, bir Zeki Müren kaseti yerleştirir teybe:
Dünyada ne günler yaşadım gördüm.
Bir bahar gibiydim kışlara döndüm.
Artık her arzumu kalbime gömdüm.
 Hayat sen ne çabuk harcadın beni.”
Kadın daha çok ağlar. Kime ağlar? O ağladıkça Seda da ağlar.
“Neden ağlıyorsun?”
“Yeni evlendim. Kocam Fethiyeli, ben İstanbullu. Ailesi beni istemedi. Ama biz birbirimizi çok sevdik. Kaçtık evlendik. Arkadaşlar arasında küçük de bir tören yaptık. İki ay olmamıştı evleneli. Mecidiyeköy’de bir trafik kazası yaptık. İkimizi de öldü diye Şişli Etfal Hastanesi morguna kal­dırmışlar. Görevli benim ölmediğimi anlayınca servise çıkarmış. On gün yoğun bakımda kalmışım. Ama kocam ölmüş. Kocamın kırk mevlidinden dönüyorum.”
Kadın, çantasından bir davetiye çıkarır. Seda, hemen tanır davetiyeyi. Davetiyede babasının dizeleri ve San’at Matbaası logosu vardır.
Son sorum neden Fâtih Sultan Mehmed?
Müzikten sinemaya, fotoğraftan resme kadar birçok alanda portreler yazdım. Edebiyatla sınırlı tutmak istemedim çalışmalarımı.
2018 kitaplarımın çıktığı yayın grubunun aynı zamanda bir yapım şirketi de vardı. “Fâtih’in Son Akşamı”, birkaç bölümü ulusal bir kanalda yayımlanan Fatih dizisi için tasarlanan bir dizi hikâyesinin kitaba dönüştürülmüş biçimidir.
Fâtih’in Son Akşamı kitabında yedi asırlık muştuyu yedi tepeli şehirle alan yedinci sultan Fâtih’in felsefesi, kültürü, sanatı bir edebiyatçı bakışıyla ele almayı denedim.  Tarihin kulak dolgunluğunda bir rivâyete dönüşen bir fethin hikâyesine ve hikâyenin kahramanına, gerçekle kurgunun kesiştiği bir noktadan bakmaya çalıştım.
Bir masal ka­dar büyülü, bir belgesel kadar da gerçek olan Fâtih hakkında yazmak bu ülkede sanıldığından daha zordu. Bu ülkede herkesin bir Fâtih’i vardı ve hiç kimse kafasındaki Fâtih portresinin bozulmasını istemiyordu. Birileri Fâtih’in filmini, dizisini çekiyor; birileri romanını, öyküsünü yazıyordu.
Şimdilerde bazıları için entelektüel olmak biraz ukalalık, biraz tepeden bakmak, kolay anlaşılamamak, kolay ulaşılamamak sanki… Hepsi olmasa da bir kısım için böyle hissediyorum.
Böylesi dürüst, zeki, donanımlı kıvrak, paraya önem vermeyen, edebiyatı yurt edinen insanlar daha yakından tanısınlar veya hatırlasınlar derdi ile kaleme alıp size seslendim. Bu arada, sosyal medya dedikleri sanal ortamlarda, piyasa sahillerinde pek dolaşmıyorsunuz. Sessiz ve sakin bir kalem olduğunuzu düşünüyorum. Ne dersiniz?
Şık vitrinleri kitaplarıyla şenlendirenleri; kapaklarını süsledikleri dergileri, reklam kâtipleriyle yönlendirenleri; siyasetten edebiyata uzanan bir ilişkiler ağını, seviye yorgunu elektronik mektuplarıyla canlandıranları, muhtelif yaşantı ihtimallerine uygun öğrenilmiş, çalışılmış pozlar verenleri gördükçe edebiyatın-sanatın biraz da sakinlik ve mahcubiyet gerektirdiğini düşündüm.
Herhangi bir mahcubiyet duyulmayan bir kültür-sanat ortamında ileri atılmak yerine sakince kenara çekilmek, dışarıda durmak, dergi köşelerinin küçük sütunlarında yazmak da gürültüsüz kitaplarla okurla buluşmak da bir tercih.
Sizinle serüvenlerine tanıklık ettiğiniz isimler üzerine konuşmak, bana kendimi çok iyi hissettirdi, lütfedip katıldığınız bu söyleşi ve emek verdiğiniz her bir kitap için çok teşekkür ederim.
Asıl teşekkür benden… Bu kadar kitabı okuma, inceleme için zaman ayırdınız, emek verdiniz.
“İnsanı mahcup eden mahcuplara” sevgi ve minnetle.

Söyleşinin 1. bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir