004
Hülya Duman

Sıddık Akbayır ile Biyografi Kitapları Üzerine/ Bölüm 1

 

Merhaba. Belleğimin giriş kapısından girişiniz OT dergisindeki yazılarınıza denk gelir. Dergide öncelik verdiğim kaleminizin, metin alımlamama iyi geldiği isimdiniz. Bu mesafedeki ilgim, Kemal Varol’un beğenerek okuduğum Memleket Garları’ındaki rastlaşmayla ilerlemeye başladı. Samsun Garı’nın tarihçesi ve çağrıştırdıklarını yazmışsınız ya, trene binip, Samsun’a gelmek istedim. Sahi sizi tanımadan sevmişim, meğer akademisyenmişsiniz!

Erzurumlu, Necatibey Eğitim Fakültesi mezunu… Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde görevli olmanız bir yana, karşılaştırma -biyografi- portre ve kent kültürü alanlarında kazılar yapmakta olduğunuzu heyecanla öğrendim. Yazılarımda da sıkça belirtirim; mektuplara, otobiyografilere ayrı bir hassasiyetim vardır. “Sıddık Akbayır kimdir?” diye araştırırken bir madenin içine yuvarlandığımdan habersizdim.

Kimler vardı kimler! Bulabildiklerimin hepsini edindim, okudum lakin bulamadıklarım ve basımı bitmiş olanlar da vardı. Hilmi Yavuz, Sezai Karakoç, Ülkü Tamer, Haydar Ergülen, Cemal Süreya, Cahit Zarifoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmed Arif, Turgut ile Tomris, Orhan Veli, Nâzım Hikmet-Necip Fazıl, Bohem Orhan Âşık Kemal, Can Yücel, Cemil Meriç ve Fatih Sultan Mehmed. Her birini daha yakından tanıyıp her biriyle âdeta sohbet ettim. Güldüm, buruldum, şaşırdım, sevindim, farklı yönlerini gördüm, derin bir üzünç duydum.
Nasıl da isterdim İkinci Yeni masasında oturup onları dinlemeyi. Tanpınar’ın “toplu fotoğraflarda bile vesikalık çıkan” yalnızlığına sarılmayı… Cemil Meriç’e üçüncü göz olabilmeyi, Hilmi Yavuz’ un derslerine girip, sıradışı adam Zarifoğlu ile mektuplaşmayı… Cemal Süreya’nın coşkusuna denk gelip, mavi bir selam almayı…  Cansever’le aynı bankta oturup,  iki derin iri gözle Yakup’u birlikte beklemeyi ve daha neleri… Dedim ya özel merakım vardı. Eskilerin yanında son yıllarda çıkan, yazarların ve şairlerin özel mektuplarını okumuştum. Araya başka kitap alamadım; kitaplarınızdan biri bitti diğerine geçtim. Her biriyle koca bir yaz konuştum, dertleştim, nefeslendim; tarifsiz zamanlardı.
Şimdi ilk soruma geliyorum: Bu serüven nasıl başladı?
Böylesine güzel bir girişten sonra “Yazmış bulundum.” diyerek söze başlamak isterim. Karşılaştırma, biyografi, portre serüveni, özenli el yazısıyla tutulmuş ‘okuma notları’nın yer aldığı defterlerden çıktı. Bu defterler; derslerden sıkılan bir edebiyat öğrencisinin arka sıralarda, -biraz farkındalığın, biraz kayıtsızlığın mahcubiyetiyle- müfredat dışı kitaplardan altını çizdiği satırları, temize çekmesiyle oluştu.
Eskitilmiş kitaplardan, dergilerden altı çizilen, yanına not düşülen satırlarla, özenle saklanmış dergi-gazete kesikleriyle dolu bu defterler, kitaplığımın uzak bir rafında, yıllarca kendi serüvenini bekledi. Söz konusu defterlerden temize çektiğim notlardan,  zamanla çok sayıda metin oluştu. Bu metinlerden birkaçı, bazı dergilerde yayımlandı. Yayımlanan metinler hakkında, çeşitli kitle iletişim araçlarında birçok yorum yapıldı, yazı yazıldı.
Dağınık çağrışımlar ve yeni öğrenme izleri, her seferinde metinlere yeniden bakmama sebep oldu, yazı ve zaman arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye çağırdı. Ayrı ayrı nedenlerle farklı zamanlarda yazılan, farklı yerlerde yayımlanan bazı metinleri, şimdiki zaman bilgisi ve bilinciyle yeniden ele aldım. İlkin dergi sayfalarına düşen metinler,  ardından kitap kapakları arasında yer aldı, sizin gibi okurlara ulaştı.
Nereden çıktı portre yazmak, portreleri kitaplaştırmak?
Çağdaş Türk Edebiyatı derslerinde, İkinci Yeni şairlerini işlerken söz Ece Ayhan’a gelmişti. Ancak öğrencilerimin dersle de, Ece Ayhan’la da ilgilenmediklerini fark ettim. Sorun, İkinci Yeni’de ya da Ece Ayhan’da olmadığına göre “Bende, benim anlatımımda bir sıkıntı olmalı.” diye düşündüm. Kuramsal, düz akademik bilgi herkes gibi öğrencilerimin de dikkatini çekmemiş, gözleri sık sık saatlerine gitmişti. Farklı bir şeyler denemeliydim. Müfredat dışı kitaplardan altını çizdiğim satırlarda Ece Ayhan’la ilgili bölümleri yeniden gözden geçirdim.
Sözgelimi, Şiirimiz Karadır Abiler dizesinden işe başladım. Şiirimiz Karadır Abiler’deki ‘abiler’ sesinin, Ece Ayhan’ın karşısına, tüyler ürpertici bir çığlık olarak 1969’da Kayseri’de çıktığından söz ettim. ‘Abiler’, Kayseri sokaklarında bir kadının, basına yansıyan çaresiz yalvarışıydı.
1969’da, Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın -TÖS- olağan genel kurulu toplanır. Birileri, nizam-ı âlem adına o salonu basarlar. Sonra da Kayseri sokaklarına dökülüp, kimi kırtasiye dükkânlarını solcu kitaplar sattıkları için yıkıp kırarlar. O sırada, Kayseri pavyonlarından birinde çalışan bir konsomatris, kaldığı otelden şöyle bir çıkmıştır kaldırıma. Nizam-ı âlemciler, o konsomatrisin çevresini hemen kuşatırlar ve ibret-i alem için onu, orada, çırılçıplak soymak isterler. Konsomatris yalvarır: “Abiler beni öldürün ama bana bunu yapmayın!” Kaynakları genellikle köyler, beslemeler olan konsomatrisler, öylesine ezilmişlerdir ki kendileri otuz-kırk yaşlarında olsalar bile on sekiz-yirmi  yaşlarındaki müşterilerine ‘abi’ derler.  Ece Ayhan oturur, Mor Külhani’yi yazar: “Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler
Yine İntihar Karası Bir Fayton” dizesinde, daha doğrusu Fayton şiirinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan bir olaya göndermede bulunur. Köşk’ten, Atatürk Bulvarı’ndan Kuğulu Park’a doğru inerken Fikriye Hanım, faytonda intihar eder. Ece Ayhan’da bu sebeple atları göğe uçurur. “intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte” dizesinde trajik bir sahneye gönderme söz konusudur.
Ardından Meçhul Öğrenci Anıtı şiirinin bütün hikâyesini, öldürülen Battal Mehetoğlu’nu anlattım. Başlığın,  İsrail ile çatışmalarda ölen ancak mezarsız kalan Mısırlı ve Filistinlilere adanmak üzere 1956’da -o sırada Gazze’nin yönetimini elinde bulunduran- Mısır hükümetince Gazze’de inşa edilen Meçhul Asker Anıtı’na gönderme içerdiğinden söz ettim.
Bir hafta sonra derse girdiğimde birçok öğrencinin sırasının üzerinde Ece Ayhan’ın bütün şiirlerinin yer aldığı Bütün Yort Savular kitabını gördüm. Öğrencilerime kitap almaları konusunda herhangi bir öneride bulunmamıştım oysa.
Çok etkileyici…
Hilmi Yavuz, sınavda iyi kâğıt veren öğrencisinin kağıdına “Teşekkür ederim…”yazar, onlarla ders çıkışı gider kafede uzun uzun söyleşmeye devam eder.
Ahmet Hamdi Tanpınar,  öğrencilerine Nühüft besteyi anlatırken daha iyi anlamaları için onları hemen toparlar, ney dinlemeye götürürmüş.
Onların rahlesinden gönüllü geçmiş biri olarak size de şaşırmamam lazımdı. Öğrencileriniz çok şanslı!
Peki, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir ismiyle gönlümü çelen ilk kitabınızın kitaplaşma hikayesini dinlemek isterim.   
Yaklaşık on sekiz yıl önce, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden akademisyen arkadaşlarım; Şaban Sağlık ve Dursun Ali Tökel ile ders çıkışlarında uğrayıp, sanat-edebiyat konuşarak çay içtiğimiz, Nevzat Onmuş’un işlettiği, Cibran isimli bir mekân vardı. Nevzat Onmuş, her cuma akşamı Cibran’ın girişindeki karatahtayı getirir “Hocam, haftanın dizelerini yazar mısınız?” derdi. Ben de o haftanın ruhuna uygun ancak daha çok İkinci Yeni şairlerinden dizeler yazardım. Sıra hesap ödemeye geldiğinde “Hocam, borcunuzu karatahtaya yazdıklarınızla ödediniz.” der, bizden çay parası almazdı. Bu durum, uzunca bir süre devam etti. Bir gün arkadaşlarıma “Edebiyat karın doyurmuyor ama çay içiriyor.” dedim.
Bu söz, önce aramızda bir espriye, sonra da Yolcu dergisindeki köşe ismine dönüştü. Aynı başlıkla OT dergisinde uzun bir süre yazdım.
Kitaplarınızdan bazılarını bulmakta zorlandım. Hatta bulamadım. Yeni basımları olacak mı? Öyleyse, bir kez daha gözden geçirilebilir mi? Okurken tekrarlara denk geldim ve şefkatle, incitmeden düzeltmek geldi içimden. 
Kitaplarımı üç bölümde ele almak mümkün:
1.Akademik-kuramsal kitaplar
2.Portre-biyografi-karşılaştırma kitapları
3.Roman
Söyleşimiz, “portre-biyografi-karşılaştırma” kitapları üzerine olacağı için söyleyeceklerim de bu bölümle sınırlı olacak.
“Portre-biyografi-karşılaştırma” kitaplarımın tümü yeniden yayımlanacak. Özellikle editör elinden geçecek ve herhangi bir dizgi hatasının, tekrarın olmaması için özen gösterilecek. Bu seri, özel baskılar hariç on altı kitaptan oluşacak. Bu kitaplardan üçü baskı aşamasında: Sûretler ve Gölgeler/ Kadın Kalemi Değmiş Sayfalar: Baskıda
Söz Çarşısı Kapanmadan I/ Şiir Kıyılarında: Yayımlanmadı.
Söz Çarşısı Kapanmadan II/ Düzyazı Sularında: Yayımlanmadı.
Orhan Veli ve Ülkü Tamer kitapları, Söz Çarşısı Kapanmadan I kitabına aktarıldı. Yani, bu kitaplar yeniden basılmayacak.
Turgut ile Tomris kitabını farklı iki kitapta değerlendirdim. Turgut Uyar, bağımsız bir kitaba -ilk biçimine- dönüşürken Tomris Uyar’ı Sûretler ve Gölgeler/| Kadın Kalemi Değmiş Sayfalar kitabına aldım.
İşte buna çok sevindim, okuyamadıklarım da vardı. Kadın yazarları çalışmamanız dikkatimi çekti. Özel bir sebebi var mı? 
Güzel bir soru… Kadın Kalemi Değmiş Sayfalar’da kadın eli değmiş hayatlar kadar güzeldi. Sûretler ve Gölgeler kitabımda sadece kadınlar var. Alt başlığına Kadın Kalemi Değmiş Sayfalar yazılan Sûretler ve Gölgeler’in A Yüzü: Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Selçuk Baran, Sevim Burak, Latife Tekin ve Tomris Uyar.
B Yüzü: Gülten Akın, Didem Madak, Türkan İldeniz, Lale Müldür, Bejan Matur, Birhan Keskin ve Nilgün Marmara’ dan oluşacak.
Kitap, 2024’ün ilk aylarında okurla buluşacak.
Heyecanla bekliyorum.  Yazarken en zorlandığınız portre?
Ahmet Hamdi Tanpınar diyebilirim. Bu sebeple kitabın üst başlığına “Ahmet Hangi Tanpınar?”dedim.  Alt başlığına da “Toplu Fotoğraflarda Bile Vesikalık Çıkan Bir Yalnız” yazdım. Hangi Tanpınar’ı yazacaktım? Roman-öykü yazarı Tanpınar, şair Tanpınar, denemeci Tanpınar, akademisyen Tanpınar, milletvekili Tanpınar, müziksever Tanpınar, hep âşık hep bekâr Tanpınar, figüran Tanpınar, kumarbaz Tanpınar…
En çok kimin portesini yazarken mutlu oldunuz?
 Orhan Veli portresini yazarken çok mutluydum.
Yaşarken böylesi keyifli oluşu, kısa yaşamına duyduğum üzüntüyü hafifletti. Sesinin güzelliği, ayakta uyuması, çelenklerden çiçek koparıp, davete gitmesi. Baloncudan aldığı balonlarla sokakları dolaşması gibi özgün çılgınlıkları gülümsetti.
O bir zarafet abidesiydi. Küfretmezdi. Sevmediklerine dahi sevdikleri kadar incelikliydi. Ziyarete gider, bulamayınca bir fotosunu çıkarır arkasına şu notu yazar: “Geldim, bulamadım, gidiyorum.” Tıpkı, Orhan Veli Kanık der gibi…
Eli açıktır, soylu gibi yaşar. “İsmim bana bile lazım değil sen ne yapacaksın!” der soranına, Orhan Veli.
Başkadır, şiiri gibi yaşamıştır Orhan Veli.
Parasızlık, en büyük dertlerinden biridir. Bir mektubunda Nahit Hanım’a şöyle yazar: “Vaziyetim berbat. Burada fena halde yağmurlar başladı. Tam  bir kış havası. Buna rağmen benim değil pardösüm, ceketim bile yok. Yağmur altında dün gömlekle dolaştım. Üşüdüğümden çok, utanıyorum…” Üşüdüğümden çok, utanıyorum. Bu cümlenin yalnızlığına, oradaki virgüle, anlattığı şeyin sonsuzluğuna, bu ülkenin şairlerinin, yazarlarının nasıl da yoksul kalmış insanlar olduğuna yanmamak mümkün değil. Yine bir gün şairimizi, kaldığı otelde polisler sıkıştırır, o yokken odasına girerler, kitaplarını karıştırırlar, hatta otelciye gözdağı verirler. Otelci de dayanamaz sorar şaire: “Orhan Bey, otel parasını bile veremeyen fakir bir insansınız. Polisler ne isterler sizden?” Ne denir ki bu sorunun üzerine, bir “Ne bileyim ben…” diyecektir sadece.
Şairlerin yağmurla, soğukla değil, yoksullukla hüzünle ıslanması, üşümesi Orhan Veli’den kalma bir hatıra olarak görülür.
Orhan Veli’de, hüznünü meydanlarda dağ gibi gezdiren şehirli bir Ferhat havası vardır. İstanbul ‘Şirin’sizdir ve yoksulluk İstanbul’da gizli bir kefendir.
Soğuk ve yağmurlu bir nisan sabahıdır. Yüksekkaldırım’dan Galata Köprüsü’ne doğru yürümektedir.
Kendi kendine “Yüksekkaldırım’dan inerken Ayasofya’yı göreceksin şaşırma” der ve ardından gülümser: “Yahu, ben bunu Gemlik için yazmıştım.”
Gelip geçenler, kendisine tuhaf tuhaf bakmaktadır. İçinden “Yoksa az önce mırıldandıklarımı mı duydular?” düşüncesi geçse de “Saçmalama oğlum, Bab- ı Ali’de alacağın telif için acele et! Biraz geciksem herif, ‘Senden az önce gelen kâğıtçıya verdim parayı’ diyecek” düşüncesiyle adımlarını hızlandırır.
Telif düşüncesiyle köprüye kadar yürür. Orhan Veli’yi tanıyan dostlarından biri, Orhan Veli’nin hep sırtında gördüğü pardösüyü bugün giymediğine, kolunda ta­şıdığına şaşırır.
Oysa hava yağmurludur ve kısmen soğuktur. Adam, Orhan Veli’nin yanına yaklaşır. “Orhan’cığım galiba dalgınsın yine. Pardösünü giyememişsin. Hasta olursun yoksa…” diye kibarca uya­rır.
Orhan Veli, “Teşekkürler kardeş… Boşver, şairliğin edasıdır bu!  Şairlik, böyle bir eda taşır.” diyerek gülümser.
Oysa gerçek ne eda’dır ne de şairlik…
Bab-ı âli’den alamadığı telifler sebebiyle ekonomik sıkıntı çeken şaire bir arkadaşı pardösü hedi­ye etmiştir. Belli ki eşten, dosttan bulunan günü kurtaracak bir pardösü…
Utana sıkıla, bi­raz da zorunluluktan bu hediyeyi kabul eden Orhan Veli, ne ya­zık ki o iri cüssesiyle pardösüye sığmamıştır.
Arkadaşlarının gözünde fakir ve mağdur görünmek istemediği için de pardösüyü kolunda taşımakta, bu tür salvoları zekice savur­maktadır.
Şairleri, İstanbul’da yağmur ve soğuk değil,  daha çok yoksulluk ve hüzün ıslatır, üşütür.
Hüzün dediniz de… Peki, en çok kimin portresini yazarken hüzünlendiniz?
Nilgün Marmara’nın portresini yazarken hüzün yol arkadaşım gibiydi.  İlk gençlik günlerimin ‘rüya şairi’ni yazmak oldukça hüzünlüydü.
Benim okumalarımda hüzün kovasının başımdan aşağı dökülmesi; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yalnızlığı, çaresizliği geciken, çok geciken ününü görememesi,
Cemil Meriç gibi bir kitap sevdalısının tedavi umuduyla bir başına ve kör olarak Paris’e gidip çaresiz dönmesinin ardından yazdığı; mermi gibi saplanan cümlesi: “Ben göremedim Paris’i…. Paris evde yoktu… ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. Yıllar yılı seyreden gözlerim Paris’te kapalıydılar.” 
Hasta yatağında dostunun elini tutan, Cahit Zarifoğu’nun
“Erdem, kırlarda çiçekler bensiz açacak artık.” Onları anarken, Zarif adamın şu dizelerini başuçlarına koyup “iyi bilirdik” diyerek ayrılalım:
suyu biz böyle geçeriz/ Bizi afet sanırlar” – “İçimizde hep bir ‘hoşça kal’ ülkesi” –  “Kader hep erken/ Zaman hep geç” –   “Ya sen kuş olup gitmeliydin bir trenle” – “Yürek safındayım/ Sen bin mil uzakta”…
Devam edelim, kimin portresini yazarken tedirgin oldunuz?
Söz Çarşısı Kapanmadan I- Şiir Kıyılarında yer alan Murathan Mungan’ı yazarken çok tedirgindim. Mungan için ne yazsanız, ertesi gün ‘eski’ ya da  ‘eksik’ kalıyordu.
Bu portrenizi okumadım, okuyacağım elbet. Ama Paranın Cinleri, Harita Metod Defteri ve şiirlerinde, söyleşilerinde kendini esirgemez okurundan. 
Peki, en çok zamanınızı alan kitabınız hangisi?
En uzun sürede yazdığım kitap, Önünde Büyüdüğümüz Afişler Bu kitabı, bir roman yazar gibi kaleme aldım. Ancak, okur pek de sevmedi sanırım. Kitap, henüz, ikinci baskıya girmedi. Kitabı yeniden yazdım, yeniden yazdığım bazı bölümleri OT ve Mızmız dergilerinde yayımlattım.
Her birindeki emeğinizi gördüm. Ama en çok sizi yoran kitabınız ?
Tütün ve Kola İlk baskısı okurda pek karşılık bulmasa da -ki okur haklıydı, ilk baskı teknik hatalarla doluydu benim için çok önemli bir kitaptır. Dördüncü baskısında bambaşka bir kitap olacak. Kapak dahil, basıma hazır.
Portelerden bazılarının hayatta olması, işinizi nasıl etkiliyor?
Kitaptaki isimlerden birçoğunun hayatta olması, portrelerin sürekli olarak güncelleşmesini, bu da sürekli bir takibi gerektiriyor.
Nâzım Hikmet- Necip Fazıl, Orhan Pamuk-Yaşar Kemal dışında, kitap boyutunda bir karşılaştırmanız var mı?
Bu iki çalışma dışında, kitap boyutunda bir karşılaştırma yapmadım. Ancak portre biyografi kitaplarımda onlarca karşılaştırma yaptığımı söyleyebilirim.
Cahit Zarifoğlu’nun şiiri ve yüreği İkinci Yeni’dedir. Sıra dışı, kıpır kıpır, çabuk sıkılan, bir deli fişektir o. Edip Cansever ve özellikle Cemal Süreya hayranıdır. Üvercinka elinden düşmez. 1962’de hiç tanımadığı Cemal Süreya’ya mektup yazar:
“İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?”
Peki, sizin için durum nedir? Portresini yazdığınız isimlerden hangisi ile yol arkadaşlığı yapmak isterdiniz?
Nesirde, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay; şiirde Cemal Süreya ve Sezai Karakoç derim.
Devamı gelecek mi portre çalışmalarınızın?
Devam etmeyecek. Sekizi özel baskı, ikisi ortak olmak üzere yirmi altı kitaplık bir seri söz konusu… Daha farklı işler var çekmecemde ve tezgâhımda.
Çekmecedekileri merak ettim sakıncası yoksa?
Tabii, söyleşimizde konuyu sınırlandırdığımız için “Karşılaştırma-Portre-Biyografi” dışındaki çalışmalarımdan söz etmedim. Çekmecemdekilere göz atmak, neler yaptığımla, yapacağımla ilgili söz söylemek, zaman zaman beni zor duruma düşürmüyor değil… Tamamlayabilirsem emekliliğime dek-2026’da altmışıncı yaşımda düşünüyorum.- bana yetecek gibi…
1.Kuramsal-kaynak kitaplarımı, okurda karşılık buldukça yeniden düzenleyeceğim.
2.Dergilerde kesit kesit yayımlanan iki romanım üzerinde çalışacağım.
Mazlum’un Mucize’si | Mavi Minibüs
Vedakâr | Yarım Bırakılmış Baharlar
 3.Basıma hazır iki kitabımın yanı sıra, kitaplarımın yeni baskılarını gözden geçireceğim.
Söz Çarşısı Kapanmadan I/| Şiir Kıyılarında: Mehmed Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Orhan Veli Kanık, / Ülkü Tamer, Edip Cansever, Attilâ İlhan, İlhan Berk, Ece Ayhan, Behçet Necatigil, Asaf Hâlet Çelebi, İsmet Özel ve Murathan Mungan.
Söz Çarşısı Kapanmadan II/| Düzyazı Sularında: Sait Faik Abasıyanık, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Vüs’at O Bener, Orhan Kemal, Onat Kutlar, Mahmut Yesari, Selim İleri, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Ferit Edgü ve Hasan Ali Toptaş.
4.Bazı filmlerde ve dizilerde senaryo danışmanlığına devam edeceğim. En son, 2019’da vizyona giren Âkif filminde senaryo danışmanlığı yapmıştım.
5. OT dergisinde yazmaya devam edeceğim.
Bir dahaki bölüm, o çok sevdiğimiz insanların bilinmeyenlerine   şaşırarak kulak vereceğiz. İyi bir yıl bizlerle olsun.

 

 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir