Title: BATTLE OF ALGIERS, THE / BATTAGLIA DI ALGERI, LA ¥ Year: 1965 ¥ Dir: PONTECORVO, GILLO ¥ Ref: BAT020AA ¥ Credit: [ THE KOBAL COLLECTION / CASBAH/IGOR ]
Özlem Çuhadar

ANNIE ERNAUX’TAN HALİDE MESUDİ’YE CEZAYİR SAVAŞI

“Sessiz ve uğultulu şarkıları boşuna taş kırmaların.

Alkol bir büyük uğraştır, ey Mağribî, ey değerini

ve sonsuz düzenini bulamamış göçebe.

Pencereler yaslısı

senin zamanını düşünüyorum, sonsuz bir sarı”

 Turgut Uyar

Annie Ernaux’un Seneler romanı, yazarın kendi kişisel tarihini, deneyimlerini, yaşadığı ülkenin gerçekleri ve değişen koşullarıyla birlikte aktardığı bir toplumsal bellek çalışması. İlk romanı Boş Dolaplar’da kafasının içinin bir sürü insanla dolu olduğunu ve bu insanların aynı dönemde birbirlerinden farklı hayatlar yaşadıklarını itiraf eden yazar, Seneler romanında üslup bakımından daha da yetkinleşerek, tanık olarak yazmanın nasıl elzem ve çetin bir süreç olduğunu sezdirir. Ben bu yazıda, yazarın kaydettiği tarihsel arka plan çerçevesinde Cezayir Savaşı’na dair aktarımlara odaklanarak konuya dair farklı kitaplara da kapı aralamak istiyorum.

Seneler romanında, toplumun genel yargılarıyla hesaplaşmamızı sağlayan ve “biz”in içinde yitirilmemiş muzip bir ses duyumsarız. Savaşların etkilerini çarpıcı yoksulluk betimlemeleriyle ortaya koyan yazar, bütün savaşların her daim kaybedeni olan kadın ve çocukların sınırları aşan mağduriyetini de kendi ülkesi özelinde kaydetmiştir. Yazar anlatıcı, çocukluğundan, öğrencilik yıllarından başlayan bir serzenişle lise ders kitaplarında Cezayir’in Fransa’ya ait gösterilmesini hiç sorgulamadan kanıksayan ezici çoğunluğa dikkat çeker. İlgili satırlarda Cezayir’deki isyanın bastırılmasını bir nevi fellah yuvalarının temizlenmesi, diye yorumlayan toplum bileşenleri, gördükleri her esmer çehrede bir kalleşlik, bir vahşet gölgesi aratır.

 

Öteden beri Arapların ve dillerinin alay konusu edilmesine, şimdi bir de ne kadar vahşi oldukları eklenmişti. Dolayısıyla görevdeki askerlerin ve terhis olmuşların orduya geri çağrılarak, düzeni sağlamak üzere Cezayir’e gönderilmesi gayet doğaldı”
Anlatıcının savaşla ilgili eleştirel, yer yer de ironik gözlemlerini takip ederken ilk olarak yaşanan sürecin başat aktörlerinden FLN örgütünün, Fransa’daki yapılanmasını işleyen ve sürükleyici kurgusuyla da dikkat çeken bir kitapla buluşsun Seneler
Kitabımızın adı Paris’te FLN Militanıydı Babam. Ümit Moran Altan’ın çevirisinden okuduğum Said Mahrane’nin kitabı, örgüt hakkında merak ettiğim birçok hususun da aydınlanmasına yardımcı oldu. Olayların kahraman bakış açısıyla aktarıldığı eserde, anlatıcı Paris’te yaşayan göçmen bir ailenin çocuğu. Bir gece babasından direnişe dair bir hikâye anlatmasını ister. Savaş yıllarını sorgularken ısrarla babasının Cezayir Savaşı sırasında ne yaptığını öğrenmeye çalışır; çünkü bu konu aile içerisinde pek konuşulmayıp geçiştirilmiştir. Babasının bir harki olup olmadığı önemlidir çocuk için. Paris’te, Cezayir’de savaş süresince Fransa tarafından işbirliğine zorlanan ailelere “harki” ve çocuklarına da hakaret anlamında “harki çocuğu” denmiştir. Babasının anlattıklarından onun bir FLN direnişçisi olduğunu öğrenen kahramanımız, harki şüphesinden kurtularak hafifler.
Kitapta üzerinde önemle durulan bir diğer konu ise Cezayir kökenli göçmen işçilerin durumu.
İşçiler, bir yandan zor çalışma koşullarıyla baş etmeye çalışırken; bir yandan da kazandıkları paranın büyük bir kısmını cepheye aktarmak durumunda kalır. Polis, FLN militanlarını enselemek için Renault fabrikasının vardiya değişim saatlerinde kalabalığın arasına karışır. Geldikleri ülke işgal altındadır, yaşadıkları yerde kültürel baskı ve aşağılanma vardır.  Arada Jean Paul Sartre’ın bir fıçının üzerine çıkıp işçilere konuşma yapması gibi güzel şeyler de yaşanmıyor değildir…
Seneler romanında, insanların sahip oldukları nesnelerle birlikte daha iyi ve mutlu yaşadıkları yanılsamasıyla yavaş yavaş Cezayir’in bağımsızlığı fikrine de alıştıkları betimlenirken, sömürgeciliğin bırakılmasının mutluluk ve arzu duygularıyla çakıştığı belirtilir. Arap korkusu hâlâ devam etmektedir. Göçmen işçilerin koşullarının zorluğunun ise hiçbir önemi yoktur.
“Gece kondularda yaşamaları, fare deliği gibi bir atölyede ya da bantta çalışmaları, ekimdeki protestolarının yasaklanması, sonra olağanüstü bir şiddetle bastırılması, hatta belki yüzlercesinin Seine’e atılması olağan görülebiliyordu.”
1954-58 arasında FLN hem Cezayir’de hem de Paris’te kamuoyu baskısı oluşturabilmek adına çok sayıda eylem gerçekleştirir. 
Cezayir Savaşı filminde bu eylemleri belgesel tadında izlerken,  eylem biçimlerini de sorgulatır yönetmen Gillo Pontecorvo. Nitekim yakalanan FLN liderinin sözleri ziyadesiyle düşündürücüdür:
Bize dağlarımızı, kırsalımızı bombaladığınız bombardıman uçaklarını verin;  biz size sepetlerimizi verelim.”
Fransız komutan Colonel Mathiue, kamuoyu baskısı oluşmaya başlayınca basının karşısına çıkıp “Biz askeriz,  görevimiz kazanmak;  biz buraya gelirken herkes bizi destekledi…  Neden hep Sartre’lar onların yanında? “der.
Seneler romanında anlatıcı, filmde işlenen sepet eylemine de bir gönderme yaparak kürtaj yasasına karşı verdikleri mücadeleyi yeraltı faaliyeti misali valiz taşıyıcılarına benzetir. Hatta Djamila Boupacha’nın savunmasını üstlenen avukat Gisele Halimi’nin savunma sırasındaki duruşunu, ışıldayan güzelliğini bir sürekliliğin temsili olarak değerlendirir.
Peki, kimdir Djamila?
O, Cezayir Savaşında öne çıkan kadın direnişçilerden biri. Cemile Buhayrad gibi işkenceye maruz kalmış ve ölüm cezası verilen FLN militanı. Avukatının yoğun çabası sayesinde geniş bir kamuoyu desteği alarak ölmekten kurtulur. Özellikle aralarında Jean Paul Sartre, André Breton, Simone de Beauvoir, Francis Jeanson’un da olduğu 121 aydın, Fransa’yı kendi değerlerine ters düştüğü için emperyalist olmakla suçlar ve her gün yüzlerce insanın öldüğü bir savaş ortamında, savaşı, işgali reddetmenin önemine dikkat çeker.
Ayrıca yazar filozof Simone de Beauvoir’ın Djamila Boupacha’ya yapılan işkenceler üzerine  kaleme aldığı   yazılar oldukça sarsıcı içerikte.
“Bir kadının bedenini savaş aygıtı haline getiren ülkemden utanıyorum. Cemile’ye tecavüz eden askerler beni savunuyor olamaz. İşgali ve sömürgeciliği sürdürmek için ben Fransız vatandaşı olarak hiçbir postala yetki vermedim. Ben işkencecilerin yanında değilim. Kız kardeşim Cemile’yle birlikte ben Cezayirliyim…”
Bu arada işkence gören üç Djamila’dan söz etmek mümkün.  Djamila   adı adeta işgale karşı direnen  kadınların ortak adı olmuş Cezayir’de…  
Annnie Ernaux Seneler romanında, savaş bittikten sonra Cezayir’den dönenlerin toplu konutlarda buluştuğunu; şeylerin bolluğunun, fikirlerin kıtlığı ile inançların aşınmasını gizlediğini anlatır.
Haz söylemi her şeyi ve her yeri ele geçirirken tüm bu değişim süreçlerinde kadınlar nasıl ve niçin özgürleşeceklerini bilememektedir.
 
“Simone de Beauvoir okumuş olmak,  bir rahme sahip olmanın bedbahtlığını teyit etmekten başka bir şeye yaramamıştı.”
Ürünlerin serbest dolaşmasını yadırgamayan toplumun, insanların sınırlardan çevrilmesini de doğal karşıladığını ve Cezayir gibi ülkelerin özgürlüklerinin kıymetini bilmedikleri için bugün karmaşa içerisinde olduğunu düşündüklerini ifade eden anlatıcı, Angela Davis’in  Kadınlar Irk ve Sınıf adlı kitabında ortaya koyduğu gerçekliği çağrıştırır. Bu kitapta, köle kadın deneyimlerini anlamaya çalışmadan, siyah kadının şartlarını ve özgürlük mücadelesini hiç düşünmeden yapılan kadın mücadelesi karşılaştırması dikkat çekmektedir. İnsan olma mücadelesi veren bir kadın için cinsel devrimin;  yine kısırlaştırılarak soyu bitirilmek istenen bir kadın için ise kürtaj yasasına karşı yapılan eylemlerin henüz bir anlamı yoktur. Kadın mücadelesi sınıfların çatışması içerisinde yer bulurken aynı zamanda ırk ve etnisite mücadelesinde de ayırt edici bir öneme sahiptir.
Annie satırlarında, işçi sınıfına mensup olup okuyarak kültürel sermaye edinmeyi başarmış bir kadın olarak Beauvoir ve Sartre’ın ontolojik hesaplaşmasına mesafeli dururken kendisi de modern olmadığını düşündüğü ülkelerin kadınlarına yönelik bir duyarlılığı tam olarak oluşturmadığını sezdirir.
 
Cezayir’de savaş sonrasında neler yaşandı? Kurtuluş mücadelesi veren kadınları nasıl bir gelecek bekliyordu? Bu soruların yanıtlarını bulduğum bir kitaptan söz etmek istiyorum şimdi de.
Şirin Tekeli çevirisinden okuduğum kitap, Elisabeth Schemla’nın, Halide Mesudi’yle gerçekleştirdiği söyleşilerden oluşuyor.
 
“Bizler kurtuluş kahramanlarının doğrudan mirasçılarıyız. Yeniden kazanılan onurun ve özgürlüğün kızları ve oğullarıyız. Genellikle her biri kendi tarzında sömürgeci Fransa’ya direnmiş olan anne ve babalarımıza hayranlık duyarız.  İkinci olarak yetişkin yaşa geldiğimizde Cezayir’i bizim kuşağımızın inşa edeceğini biliyorduk, zaferimiz bizim bir halka karşı değil; bir sömürge sistemine karşı kazanılmıştı.”
 
Bunları diyen Halide, FLN örgütünün zaferden sonra kurtuluş savaşını sermaye gibi kullandığını ve ülkenin modern yaşamla bağını tamamen koparmaya çalıştığını iddia eder. Bu iddialar, Cezayir’in özerk olmasını savunduğu için hainlikle suçlanan ama savaş sırasında da ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtarılması için gizlice çalışan Albert Camus’u çağrıştırdı.
“Cezayir’de ben adaleti değil, annemi seçiyorum” tümcesiyle büyük tepki çeken Camus,  FLN’nin totaliter tavrının sonuçlarını öngörmüş müydü acaba?  
 
Ülkede radikal İslami yapıların giderek güç kazanması, bir süre sonra Halide’nin çocukken alıştığı, keyif aldığı neşeli dini ritüellerin yaşanmasını engeller. Ocağın başına geçerek dini bayramları büyük bir şölene dönüştüren kadınlar, sosyal yaşamdan hızla uzaklaştırılırken, Fis milisleri Ramazan boyunca her türlü eğlenceyi yasaklar ve kahveleri basıp domino oynayanları sokağa atarlar.  “Zorunlu bir keder sarar  her  yanı….”
Ailesinde güçlü kadın figürlere sahip olan Halide, Cumhuriyetçi bir modele inanırken, evrensel değerlere sahip çıkmak gerektiğini düşünür. Ayrıca Berberi etnik kimliği üzerindeki baskıyı, okullarda Cezayir lehçesi yerine klasik Arapçanın zorunlu tutulmasını, Fransızcanın yasaklanmasını kabul etmez.  “Voltaire ve İbn Rüşd’ün kızıyım.”
 
Faik Bulut Şeriatın Gölgesinde Cezayir adlı kitabında Arap – İslam kültürünün ülkede bulunan en eski Berberi, Amazagi etnik kültürünü yok saydığını ve İslam içinde asimile etmeyi amaçladığını belirtir. 1980 yılında çıkarılan bir yasayla birlikte kadınlara, yanında erkek vasi olmadan ulusal sınırların dışına çıkamayacakları yasağı getirilmesinin hemen ardından birkaç kadın öğretmen havaalanında tutuklanır. Bu duruma tepki olarak içlerinde Halide’nin de bulunduğu kadınlar,  sokak gösterisi düzenleyince hükümet geri adım atar.
1981 yılında kadınlar, kendilerini tamamen yok sayan aile yasasına karşı çıkmak için sokak eylemleri yapmak zorunda kalır.
Bu eylemlerin en güzel tarafı ise savaş sonrasında özel yaşamlarına daha fazla zaman ayırmak istedikleri için pasif mücadeleyi seçmiş mücahidelerin tekrar etkin olmasıdır. Bağımsızlığın kazanılmasının ardından birlikte mücadele ettikleri erkekler tarafından ihanete uğradıklarını düşünen otuz eski FLN direnişçisi kadın, gençleri bir güvenlik kordonu içerisine alarak güvenlik güçlerinin onlara zarar vermesini engeller. İşte bu kadınlardan biri de yargılanması sırasında hâkime “Beni öldürebilirsiniz; ama Cezayir’in özgür olmasını engelleyemeyeceksiniz” diyen Cemile Buhayrad’dır.
Mücahideler birkaç gün sonra hükümet başkanı Şadli’ye gönderdikleri açık mektupla kadınların taleplerini dillendirirler. Tarihsel kişiliklerin isyana katılması Şadli’yi zor durumda bırakır. Çünkü mücahideler halkın gözünde en meşru kadınlardır. Şadli aile yasasını geri çeker; fakat tüm çabalara rağmen, 1984 yılında yasa tekrar yürürlüğe girince kadınlar için haklar anlamında kayıplarla dolu bir dönem başlamış olur. FIS adı verilen radikal İslamcı örgütün,   kadınlara yönelik baskıyı yoğunlaştırdığı 1991 yılında, Cemile’yle Halide’nin yolları bir kez daha kesişir. Bir mağazada karşılaştıklarında o anı hiç unutmayacağını söyler Halide:
“Cemile beni kollarına aldı ve  ‘kızım ne kadar acı şeyler yaşıyorsunuz; cesaret, sakın mücadeleyi bırakmayın’ dedi.”
1991 Aralık seçimlerinde mücahideler, hükümet başkanının görev yaptığı binanın önünde bir oturma eylemi gerçekleştirir ve eylem süresince oy kullanmak dua etmek gibidir; kimse onu senin yerine yapamaz sloganının değişik bir biçimi olan  “Bir kadın bir oy!” diye haykırırlar. Cemile’yle Halide Cezayir için, kadınlar adına bazen birlikte, bazen ayrı kollardan mücadeleye devam ederken, Cezayir’de ne yazık ki karmaşa, huzursuzluk ortamı hiç bitmez.
Halide bu karmaşanın sorumlusu olarak Cezayir’de liderliği ABD’ye kaptırmamak için el altından İslamcılarla uzlaştığını düşündüğü ve demokratları desteklemekte niçin bu kadar geç kaldığını anlayamadığını ifade ettiği ülkeyi yani Fransa’yı yargılarken; kendisi İslamcılar tarafından planlı bir şekilde Fransızları desteklemekle ve hatta İslam’a ihanet etmekle suçlanır.
Jean Daniel’in Cezayirli kadınlarla dayanışmak, onların direncini selamlamak için yazdığı mektuba cevaben Halide, mektubu kaleme alan kişiye ülkesi adına naif bir şekilde teşekkür ederken; tarihsel süreçle hesaplaşan, bugünün insanına sorumluluk yükleyen cümleler ise asice dökülür satırlara.
“Çığlığım bir umutsuzluk çığlığı, kötülükle terörün el ele vererek yarattığı bunca kâbus haksızlık karşısında duyulan umutsuzluk…”
“Örtünmeye hayır dediği için on yedi yaşında katledilen Katya’nın, toplu tecavüze rağmen hâlâ tanıklık etme cesareti bulan Heyra’nın Cezayir’i için teşekkür ediyorum.”
 
 
 

 

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir