????????????????????????????????????
Okan Ildız

ALELADE

Bugün her gün gibiydi. Arabacı, faytonun koltuğunda geceyi geçirmişti. Yıpranmış fesi kafasından düşmüş, arabanın açık kapısından yuvarlanarak toprağa oturmuştu.

Uyandı. Kafatasında fes yerine bir yosun parçası bulmuştu. Yırtılmış ve yıpranmış kıyafetlerinin arasından sayılan kemiklerinin içine yavru bir balık girmişti. Parmak kemiklerini göğüs kafesinin içine sokup balığı kovdu. Balık arabacının gömleğinin göğüs kafesinin bitiminde, koltuk altının aşağısındaki deliğinden fırlayıp çıktı.
Ayağa kalktı, çenesini açarak esnedi. Arabadan çıktı. Haliç’in dibine her sabah olduğu gibi bulanık bir aydınlık hâkimdi. Yanı başından bir yengeç geçti, önünden ise bir kefal sürüsü geçiyordu ki birdenbire kefallerin önlerine atladı. Sanki bir çocuğun bir güvercin grubunu korkutması gibi çocuksu bir duyguyla onları korkuttu, kefaller oraya buraya kaçıştı. Zaten Kadid Bey’in çocukken de böyle bir alışkanlığı vardı; güvercinlere bir rahat vermezdi. Her ne kadar ölümünden sonraki çoğu şeyi hatırlamasa da bu durum alışkanlıklarına yansımamıştı.
Kadid Bey, ufak taşlarla inşa ettiği yolda yürümeye başladı; üşenmemişti de faytonun dibindeki yerli taşlardan ve Haliç’e atılan sürgün edilmiş taşlardan yapmıştı bu yolu. Yürürken dikkatini bir şey çekti, yolda yosun bitmişti. Bu olağan bir şeydi ama Kadid Bey bu konuda çok titizdi, böyle bir durumda gerekli temizliği aksatmadan yapardı.
Kadid Bey yosunu taşların arasından çıkarmak için eğildi, yeryüzünde olsalar gıcırdayacak kemikleri, su altında gıcırdamadıkları için bunun verdiği güvenle birbirlerine daha sıkı sürtündüler. Kadid Bey’in parmak kemikleri yosunu tuttu. Yosun dört yanı çevrilmiş, Tiryaki Hasan Paşa’sız bir Kanije gibi çaresizdi. Yosunu kendine çekti, bu esnada yosun kaçınılmaz ölümün verdiği özgüvenle, etrafındaki irili ufaklı düşman kaleleri olan çakıl taşlarından birkaç tanesine gözü kara kök askerleriyle saldırdı. Böylelikle kendisi çıkarken birkaç taşı da yerinden etti. Kadid sinirlendi, yosunu arkasına attı. Tabii ki yosun yaklaşık 30 saniye sonra bir Yengeç’in kafasına inebildi. Yengeç, bir insan adımı kadar yana yürüdükten sonra yosunu nihayet düşürebildi.
Kadid Bey taşları teker teker yerine yerleştirdi ve her birini ağız dolusu birer küfrün eşlik ettiği yumrukla yerine oturttu. Yola devam edip tekneye vardı. Daha yeni batan (1970’li yıllarda) küçük bir tekneyi kendine ev edinmişti. Teknenin ismi Turfan’dı. Bu teknenin batması onun için iyi olmuştu. Tamam, belki içinde canlıya dair hiçbir şey yoktu ama bu teknede konfor vardı. Arada bir yine faytonda yatıyordu ama çoğunlukla teknede kalıyordu; çünkü güzeldi, iyiydi, faytona nazaran kaliteli malzemeden yapılmıştı. Her şeyden de önemlisi yeniydi ve yeni olan bir şey kötü olsa bile her zaman iyiydi.
Teknenin nasıl battığını bilmiyordu, zaten batma kavramını da hayal meyal hatırlıyordu: Bir kıyamet yağmur yağdı, Haliç’ten bir su yükseldi ve onu Haliç’in dibine gömdü. Hatırladığı tek şey buydu. Tekne battığında içine girip bakmıştı, kimse yoktu, zaten bu da onun umurunda değildi çünkü insanın nasıl bir şey olduğunu unutmuştu.
İnsana dair tek bildiği, kendisinin de insan olduğuydu ki bu yüzden insan da kendisi gibi bir kemikler bütünüydü. Yeryüzü yaşamına dair her şeyi unutmuştu. Yukarıda doğduğu büyüdüğü bir Eyüpsultan vardı ama o bunun farkında değildi, hatta “insan iskelettir” tezini kısmen doğrulayan Pier Loti mezarlığından bile haberi yoktu. Hayvan olarak yengeç, kefal balığı ve denizanasından, bitki olarak da saz ve yosundan başka bir şey bilmiyordu. Onun yaşamı su altındaydı, batıp, kuruyup, çürüdüğü bu zemindeydi. O aslında burada doğmuştu. Kuruyup çürüdüğü zaman, yeryüzünde yaşayıp sualtında ölen Kadid, sualtında bir iskelet olarak yeniden dünyaya geldi. Burada da yaşamı fayton, çakıl yol ve tekneden ibaret kaldı.
Kadid Bey boş bir iskeletti, yani madde olarak zaten boştu. Kalbi yoktu ama yaşıyordu, beyni yoktu ama düşünüyordu, zaten bunlara ihtiyacı da yoktu çünkü bir ruhu vardı. Onu yeniden doğuran ve yaşatan da yine ruhu oldu. Bir hiç zeminine çöktüğünden bir hiç olarak dünyaya gelmişti. İşte bu yüzden manevi olarak boştu. Uyuyor, uyanıyor, çakıl yolundaki yosunları temizliyor, çıkan taşları yerine çakıyor, kefalleri kovalıyor, faytondan tekneye yürüyor, akşama kadar orada uzanıyor, akşam da ya faytona gidiyor ya da teknede uyuyordu ve bu rutini her gün yapıyordu.
Düşünebiliyordu ama düşünmüyordu, yaşayabiliyordu ama yaşıyor da sayılmazdı. O zaman burada ne işi vardı? Ölseydi ya; ama ölemezdi zaten o bir ölüydü, yani normalde öyleydi ama ne içinde bulunduğu durum ne de kendisi normaldi. Aslında normal olan şey sadece yaygın olandır, bu doğrultuda doğru, yanlış, suç, görev, zekilik, aptallık, iyilik, kötülük her şey normalleştirilebilir ve bunun sonucunda da normal olmayan kişi toplum tarafından dışlanır ya da eritilir.
Kadid teknenin küçük dümenini döndürmeye başladı ama bir kaptan gibi değil, oyuncak bir arabanın tekerini döndürür gibi döndürüyordu. Bir amacı yoktu, sadece dönmesinden keyif alıyordu. Teknedeki oltayı alıp misinasının uçundaki paslanmış kurşunu öne doğru fırlattı, kefaller korku ve her daim av olmanın verdiği içgüdü ile oraya buraya kaçıştı. Kadid dolaylı olarak da olsa kefalleri korkuttuğu için mutlu oldu, sonra teknenin içine girdi ve biraz uzandı ama uyumadı. Ellerini kafatasına koydu, o esnada küçük bir balık göz çukuruna takılıp kaldı. Güçlü bir engelle karşı karşıya kalmıştı, ilerleyemiyordu.
Kadid hiç rahatını bozmayıp ellememeye karar verdi, zaten sonra balık göz çukurundan kurtulmayı başardı ve teknenin kırık camından çıkıverdi. Gün batana kadar hiç bir şey yapmadan uzandı ve kafatasında duran eli oradan bir santim bile kıpırdamadı. Ancak gün batıp o bulanık aydınlığın yerini mutlak bir karanlık alınca uyumaya başladı.
Kadid Bey arada sırada şafak sökmeden beş-on dakika önce kalkmayı başarırdı, kalktığında da bir daha uyumazdı. Yine şafak sökmeden önce uyanmıştı, ellerini kafatasından ayırmayıp uzandığı yerde şafağın sökmesini bekledi. Beş dakika sonra şafak söktü ve sualtı bulanık bir aydınlığa kavuştu. Kadid kalkıp güverteye çıktı. O anda yukarıdan bir beyazlığın indiğini gördü. Bu beyazlık, bir kadının etekleri dizlerine kadar gelen elbisesiydi. Kadid yukarıdan beyaz bir elbiseyle inen kadının ne olduğunu anlayamadı. Bu bir insan değildi çünkü insan kendisiydi. İnsan, kemiklerin bir bütünüydü, bunu çok belirgin bir şekilde biliyordu.
Kadın; eteği artık mensubu olduğu deniz gibi dalgalanarak, saçları bir sedir ağacının dalları gibi hareketlenerek, kolları ve bacakları o yana bu yana dağılarak aşağıya süzüldü ve sonunda çakıl yola indi. Kadın öldürülmüştü, şafak söktüğü anda Haliç’in ortasındaki bir kayıktan iki erkek tarafından denize atılmıştı.
Kadid Bey güverteden yolu indi ve kadına baktı. Bu bir insan olamazdı, insan iskeletti. İnsan kendisinden farklı olamazdı, insanın farklılığı olamazdı, bu yaratık farklıydı. İnsan dediğin boştu, kendi gibi boştu, bu yaratıkta ise farklı bir şey vardı.
Kadid çok garip hissetti. Boş olmasına boştu ama bu daha önce hiç aklına gelmemişti ya da bunu hiç bu kadar dert etmemişti. Gerçekten de boştu. Evet, ruhu vardı ama bu ruhsuz ölü yaratıktan bile boştu. En azından onda bilmediği bir şeyler vardı, kendisinde o da yoktu. Bu nasıl olabiliyordu? Kadid bunu düşündü, aslında ikinci hayatında ilk defa düşünmüştü, gerçi ilk hayatında da düşündüğü söylenemezdi. Bir yanıt bulamadı; sonra kadına baktı, şimdi bu kadını ne yapacaktı? Yola boylu boyunca uzanmış kadının paralelindeki kum zemine, yüzü kadına dönük ve dizleri göğüs kafesine çekilmiş bir durumda oturdu. Sağ dirseğini, üstünde yosun kaldığını fark etmediği sağ dizine koydu sonra sağ elini çenesine yerleştirdi. Tam bu meseleyi düşünüyordu ki dirseği dizinin üzerinden kaydı ve bu sebeple çenesi yerinde çıkıp kuma düştü. Büyük bir bıkkınlıkla çenesini yerine taktı.
Bu şeyden kurtulmalıydı, çünkü o farklıydı bir kere insan değildi. Kemikten değildi ettendi. Kadid ondan korkuyordu çünkü o farklıydı, onda etten olmasının yanında başka şeyler de vardı. Somut olarak bir şey diyemiyordu ama bir şey vardı hissediyordu. Bu da Kadid’i korkutuyordu. Ondan kurtulmalıydı yoksa o Kadid’e zarar verecekti. Nasıl zarar vereceğini bilmiyordu ama onun kendisine zarar vereceğinden emindi ya da emin olmak istiyordu. Ondan kurtulmalıydı.
Bir rastlantı sonucu göz çukurları kuma ilişti, ondan nasıl kurtulacağını bulmuştu. Onu gömecekti, ama nasıl gömecekti? Etrafında işe yarar bir şeyler ararken tekneyi gördü ve aklına teknenin küçük çapası geldi. Ayağa kalktı çapayı aldı, neyse ki çapanın zinciri yolun ortasına kadar yetişiyordu. Kadının yanındaki kumluğu çapayla kazmaya başladı. Çukuru kazdıktan sonra kadını çukura yerleştirip gömdü sonra da anlam veremediği bir istekle -yerini unutmamak için- zemindeki taşlarla mezarı kuşattı ve mezar bir çember görünümünü aldı.
Tekneye gidip biraz uzandı ama bu sefer sadece uzanmıyor aynı zamanda düşünüyordu. Yaptığı doğru bir şey miydi? Kadid hayatında ilk defa pişmanlık duydu. Günün ışığı denize inene kadar uyumadı. Kendisini sorguladı, yargıladı ama bir karara varamadı. Bunu neden yaptı bilmiyordu. Belki korkuyordu, belki kıskanıyordu ya da kendisini koruma içgüdüsüyle bunu yaptırmıştı. Kadid bir hükme varamadı ama suçlu olduğunu biliyordu, zaten pişmanlığı da bu yüzdendi.
Kadid artık boş biri değildi. O artık düşünebiliyordu, hissedebiliyordu ve bir takım duyguları yaşayabiliyordu. Tekneden indi ve mezara gitti, mezarla konuşmaya başladı. Düşündüklerini, hissettiklerini bir bir mezara anlatıyordu. Bunu bir ritüele dönüştürüp her gün yapmaya başladı. Mezarı bir anıt haline getirmek için çok sevdiği teknesinin zaten çürümüş tahtalarını yine çapayla kolayca kırıp çıkardı ve kırdığı dört tahta parçasından birini mezarın başucuna, diğerini ayakucuna, ötekini çemberin soluna ve sonuncuyu çemberin sağına dikti.
Artık o, Kadid için bir Delphi kahini kadar kutsaldı. Artık ondan korkmuyordu. Onu seviyordu hatta ona saygı duyuyordu. Bu saygı zamanla tapmaya dönüştü. Kadid din ile de tanışmıştı. Anıt mezarını bir tapınağa dönüştürdü ve tekneden kırdığı parçalarla tapınağı sürekli geliştirdi. Bunu kendisine karşı işlediği büyük günahı affettirmek için yapıyordu.
Kadid artık eskisi gibi boş değildi çünkü artık onun bir amacı vardı, ama dolu da değildi. Bir amacı vardı evet, ama onu hür iradesiyle yapmıyordu, sadece yapması gerektiği için yapıyordu. Kadid artık denizdeki yosun kadar ruhsuz ve yine yosun kadar denizin bir parçasıydı.

Daha fazla öykü okumak için lütfen buraya tıklayın.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir