seyhan aslan hanotte
Seyhan Aslan Hanotte

SESLERİ HIRILTILI

Odamdayım. Kapı aralık. Çok az.

Holdeki ışık, aralıktan sızıp yere ince, sarı bir çizgi gibi uzanmış.
Yağmur sesi. Mi? Yağan bir şeyin sesi. Pencerede kapkara bir gece. Kömür tozundan yapılmış. Her kıpırdanışında yeryüzündeki her şeyin üzerine dökülüyor. Şu yağan şey, belki de o’dur.
Eskimiş bir terliğin tıkırtısı koridorun ışığını kapatıyor. Odamdaki karanlık, yerdeki sarı çizgiyi yutuyor. Annem. Elinde abimin gömleğiyle yatmaya gidiyor. Her akşam, aynı saatte yaptığı gibi. Büyük oğlunun gömleğinde kalan çürümüş hücre artıklarına annelik yapıyor. En çok da sabahın erken, akşamın geç saatlerinde.
Kalkıp penceredeki gecenin içine daldırıyorum bakışlarımı. Kimse yok. Gibi. Tam karşımızdaki apartmanın çok basamaklı giriş merdiveninde dizi dizi kediler var. En yukardaki basamakta, ortada tek başına duran sarı kedi fena eşkıya. Gözünü her kısıp açışında bir gözdağı salıyor ortalığa. Sanırsın ağzının kenarından okkalı bir tükürük fırlatacak. Kendine güveni o minik burnunun ucunda dikili. Diğerleri onun belirlediği bir uzaklık ve hiyerarşide alt basamaklara yayılmış, içlerindeki kabadayı yarı uykuda, bıyıkları hafiften elektrikli.
Bu gözümdeki kameradan zihnimin içinde de var. Geçmişte gezinir durur. Racon kesen kedileri görünce içimdeki projektörler de pat pat diye mazinin üzerine… Bir sahne; duvarın önündeki çete. O çocuklar kötü müydü? Ya da o kötüler çocuk muydu? Başka bir şey olma ihtimallerinin yokluğundan. Yitmişlerdi. Mi? Değil. Hep bir kaybolma içinde yaşayan biri yitemez ki.
Yıllardır kendi sesimi duymadım onlar yüzünden. Gerçi kimse de bir şey sormadı bana. Suskunluğum, bıçağın en keskin yanıyla keser gibi akşamdan sabaha yaşamımızın başka bir şeye devrildiği,
 bütün aile fertlerinin ayağının birleşip bir ayak olduğu,
 o tek ayağımızı sürte sürte Şişli’deki büyük, dört odalı dede yadigarı evimizden, Dolapdere’nin henüz rezidanslar dikilmemiş en ücra köşesindeki, dört ailenin paylaştığı çok eski bir dairenin küçük bir odasına taşındığımız,
annem babam gibi insanların ne yaparlarsa yapsınlar artık çok ama çok zor para kazanabildikleri,
buna karşın ne yaptıklarını hiç bilemediğimiz ve bu hiç bilemediğimiz şeylerle çok para kazanan kişilerin, diğer ülkelerin zenginleriyle birleşip tek bir millet olduğu ve
biz sonradan fakir olmuş çocuklarla, ta ezelden beri fukara çocukların aynı kadere tıkılıp da sokaklarda çakmak, kibrit, mendil gibi küçük şeyler satmaya başladığımız,
vakitlere dayanır.
Hayattaki tekerrüre güvenerek, her şey düzelecek, eninde sonunda gidecekler de herkes yerini, yolunu, ruhunu, hayatını bulacak diye avunurken bizler,
onların, köklerini inceden inceden salıp bizim köklerimizi olduğu gibi yerinden söktükleri zamanlara…
Kaç sene oldu.  Saymayı bıraktım yılları. Bugünlerde Dolapdere, Tarlabaşı civarı, çeşme başını tutanların lüks semtleri. Bizlerse, artık her tarafı, ruhsuz, zevksiz, pahalı apartmanlarla doldurulmuş Çukurcuma’nın, şimdilik rant etmeyen, unutulmuş bir sokağına tıkıştırılmış, köklerimiz ellerimizde beklemedeyiz…
Koridordaki ışıklar açılınca çocukluğumdan izbe odama dönüyor kameram. Annemle terliği koridorda sürtüne sürtüne süt içmeye gidiyorlar. Babam izlesin izlemesin hep televizyon karşısında. Koltuğu bir parantez olmuş, onun tam ortasında yaşıyor. Açtırtmıyor kimseye parantezi. Kendini kapattığı yerde ömrünün tükenmesini bekliyor. Başka acıya rast gelmesin diye. Parantezden önceki cevval avukat Baran Bey silinmiş tamamen nerdeyse. Annemin, ünlü bir çevirmen olduğu yıllardan çok uzağa düşmesi gibi. Hayatın kimsenin uğramadığı bir kenarına ilişmişler öyle…
Koridora çıkıp tam kapının önünde duruyorum. Birinden birine rastlayayım. Anne, babamla duygularımızın mütekabil mütekabiliyetsizliğinin gerginliğine bir çelme… Ne olacaksa olsun, ne bitecekse bitsin. Olup bitmeyen her neyse saniyelerin üzerinden ağırlıklarını akıtıp gitsin. Terlik sesleri mutfaktan çıkıp da koridorda tınlamaya başlayınca içimde bir panik topu zıplayıp boğazımın tam ortasına oturuyor. Odama koşarak geriye dönüyorum. Boşboğaz insanların yüzlerinden her an düştü düşecek, münasebetsiz bir cümle gibi sarkıyorum pencereden. Bağırmak istiyorum onlara. Anne baba beni unuttunuz! Mu? Beni unutacak kadar hatırlıyor mu kimse? Zihinlerinde varlığımın bilgisi hiç olmamış gibi. Kendimi ben bile hissetmiyorum. Çoğu zaman…
Aşağıdaki lider kedi kafasını kaldırıp bakıyor bana. Dik dik. O böyle bakınca. Bütün vücudumda bir seğirmedir gidiyor. Ruhumda bir kargaşa, içim çalkalanıyor. Ve yine o panik topu.
O zamanlar, o çete çocukları da işte böyle gözleriyle yüzümüzü avuçlarlardı. Bizler öğretmen, yazar, doktor, akademisyen, müzisyen vesairelerin çocuklarıydık. Onlar ise tek başlarına fırlatılmışlardı dünya yüzüne. Hep toplandıkları duvarın içinden çıkıp gelen daha küçük başka çocuklar katılırdı bu doğal çeteye. Duvardı onlara gebe kalan ve doğuran sanki.
Derileri bir karış kalın, içlerinde bir şeyler doğuştan katı, koyu, acımasız.
Oysa ki biz henüz iyi aile çocuğu uyuşukluğumuzun içinde yumuşacık.
Gözlerini belertip, hırıltılı hırıltılı sesler çıkarırlardı.
Gırtlaklarında bir hançer saklar ve sesleri, o hançerden bölünerek, çoğalarak, tek tek dikenli tellere dönüşerek çıkardı.
Denemiştim çok ama hep çın çın çıkmıştı sesim, çocuk sesiydi benimkisi, taze insan tınısı.
Onlarınki doğuştan paslı.
Lügatleri de başkaydı bizimkinden.
Gözlerimizi hiç belertemedik onlar gibi, ince ince bakardı gözlerimiz.
Zorbalık yapmak zorunlu olmayınca zorbalık olmuyordu insanın içinde işte.
Günah keçileriydik onların, hınçlarını boca edebilecekleri. Ezelden gelen yoksunluklarını kinle doldurup nefretlerini serpe serpe yürürlerdi sokaklarda.
Mahalle mayın tarlasıydı, bir kıvılcım alev alsa yanacaktık hepimiz.
Adımlarımızı dikkatle atardık.
Yine de öyle pek dokunmazlardı, biz gömleği soba önünde ısıtılan, analı babalı çocuklara. Kadim bir uygarlığın çocuklarıydık biz onlar için, içten içe saygı duyarlardı sanki. Onlar cimbakuka, bizse cillop çocuklar. Dışlarındaki sert kabuğun ardında tüyleri yolunmuş, dişleri doğarken dökülmüş, elleri ayakları kesilmiş, kimsenin sarmadığı cerahatli yaraları ile tir tir titreyen birer yavru hayvandılar. Ne kadar çevresinde dönüp dursalar da, onları bizlerden ayıran nur ve zarafetten ibaret duvarımıza yaklaşamazlardı. Kutsal bir yasak gibi.
Annem sütünü içmiş. Ayak sesleri odasına doğru. Artık bu gece elinde gömlek kaç sefer yapacaksa mutfakla odası arasında. Babam televizyonu izlemeye karar verdi. Varlığının sağlamasını yapar ara sıra sesi sonuna dek açıp. Kendisi bu dünyadan göçüp gitmişse en önce onun haberi olsun. Mu? Artık bir şey isteyip istemediğini bile bilemiyorum.
Penceremden doğruluyorum. Gözlerimi kapatıp geceyi dinliyorum. Tramvay uzakta ama ben duyuyorum. Çocukken çok istiflemişim kulağıma. Travestilerin saçlarını kazıyorlar bir yerlerde onu da duyuyorum ama bak. Nedense. Nelere tanık olduğumuzu bir kara kutumuz bilir.
 O kara kutudan hâlâ bana bakan kapkara gözler.
Yedi-sekiz yaşındaydım. Duvarın dibinden kopup gelmişti bir tanesi. Liderleriydi. Kendisi küçük, gölgesi büyük. Yüzünde şimşekler çakardı, yağdı yağacak her an. Kinden kararmış bir surattan fırlayan bir çift göz akının ortasında zifiri karanlık gözbebekleri. Gözümün ta içine bakarak,
“Abin ayağın denk alsın! Yok öyle gökten düşüp de bizim muhitte, ekmeğimize göz dikmek… Gem almayan atın ölümü yakındır.”
Ve anlayamadığım bir ton şey demişti.
Sallamıştı elindeki çakmak torbasını burnumun ucuna sürte sürte.
Gözlerinin akı gözlerimin akına değmişti neredeyse.
Muhit dedikleri, her yer. Beyoğlu’nun bütün cadde ve sokakları. En çok da Balık Pazarı, Çiçek Pasajı civarları, elimize arada bir lokum tutuşturulan Ali Muhittin Hacı Bekir şekerlemecisi ile sinema önleri. Ha bir de Ağa Camii karşısındaki sokakta Lades Lokantası. Oranın müşterisi lokanta çıkışı.muhakkak alırdı bir mendil. Her nedense?
 Abime demiştim;
“Ayağını denk alacakmışsın abi. Ben çıkaramıyorum öyle sesler, hırıl hırıl.”
“Oğlum ben varım ya” demişti.
“Ama senin sesin de pek çın çın.”
Gülüp, saçlarımı okşamıştı.
Öyle böyle değil sekiz yaş büyüktü abim benden.
En çok avuçlarının içinde abilik olurdu. Kafamı şöyle saçlarımı çabucak dağıtır gibi okşayınca hemencecik himayesine girerdim.
İşte abim o gün, böyle gitmeyeceğini anlayınca ve de zamanla o çocuklara benzemeye başladıkça, onu çevreleyen koruyucu zarı incelip dağıldı yavaş yavaş. Sesinin de hırlamaya başladığı o sene, onlardan birkaçı gırtlaklarından çekip çıkardıkları hançerle delik deşik ettiler abimi. Tam da o duvarın önünde.
Annem hep ısıttı gömleğini abimin, her sabah işe gitmeden önce yaptığı gibi. Akşamları da koynuna alıp yattı. Yıllar boyunca.
Bense odanın bir köşesinde sustum kaldım o günden sonra. Sesim büyümesin diye. Öyle ki yok olmaktan hâlliceyim. Bir de en yakınlarınız bile sizi varsaymayınca…
Aşağıda bir gürültü, bir keşmekeş. Eğilip bakıyorum. Kediler. Çöpün içinde yemek arayan öbür sokağın kedilerini kovalıyor bizim sokağınkiler. Başlarındaki liderleri, sarı kedi ise nedense ortada yok. Daha demin şu merdivenlerde uykulu uykulu etrafı kesiyordu.
.Nerede olabilir diye tarıyorum sokağı baştan aşağı. Yok.
Tam o sırada kapım açılıyor. Tam değil ama. Biri ayağıyla dürtmüş gibi. Koridorun ışığı sönmüş.
Anne diyorum uzun süredir ilk defa. Sesimin yerine hırıltı çıkıyor sanki, harfler çatallı, budaklı. O çocuklar gibi. Oysa ben onca susmuşken…
Cevap yok. Tıslamaya benzer bir ses duyar gibi oluyorum.
Tam masamın olduğu yerde bir çift göz parlıyor karanlıkta. Kısılıp açılıyor tıslayarak.

 

Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir