Maya_Deren KAPAK
Sedef Ergürbüz

MAYA DEREN; SİNEMANIN SINIRSIZLIĞINA GİDEN YOL

Amerika’daki bağımsız film yapımcılarını destekleyen öncü bir kuruluş olan Yaratıcı Film Vakfı’nı kuran ve Amerika’nın Avrupa düzeyindeki ilk deneysel filmlerini çeken Maya Deren’in kısa filmi At Land’i ilk kez izlediğimde bir şey anlamadım ancak çok şey hissettim. Aslında Maya Deren’in de tam olarak yapmak istediğinin bu olduğunu aşağıdaki cümleyi okuyunca anladım.

Deren amacının “bir olayı direkt olarak aktarmak yerine, bir insanın o olay üzerine deneyimlediği hisleri film yapmak” olduğunu söylüyor. Bunu başarmış olacak ki izleyen herkes Meshes of the Afternoon’da hala kendine göre bir şeyler buluyor ve filmi çok farklı şekillerde yorumlayabiliyor.

 

Hayatı ve Yol Arkadaşları
Maya Deren, Ukrayna’nın Kiev şehrinde, Marie Fiedler ve Solomon David Derenowsky’nin kızları Eleanora Derenowsky olarak 1917’de doğdu. Beş yaşındayken Ukrayna ve Rusya’daki Yahudi topluluklarını mahveden ırkçılık ve ayrımcılık nedeniyle ailesiyle birlikte New York’a göç etti ve soyadlarını Deren olarak değiştirdiler. Eleanora, Maya adını kullanmaya başladı. 1934-1938 yılları arasında Gregory Bardacke, 1942-1947 yılları arasında Alexander Hammid ve 1950’lerin sonlarında Teiji Ito ile üç evlilik yaşadı. Kısa ama üretken bir yaşam sürdü, 1961’de Los Angeles’ta 44 yaşında bir beyin kanamasından erken yaşta öldü.
1930’lardan 1961’de ölümüne kadar New York Greenwich Village’te yaşadı ve çalıştı. Deneysel filmler üretti, çeşitli dergiler için yazdı, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Güney Amerika’da sanat ve medeniyet felsefesi üzerine konferanslar verdi.
Deren, Rus devrimci ve yazar Victor Serge için çevirmen, çağdaş koreograf Katherine Dunham içinse asistan olarak çalıştı. Aktivist Max Eastman ve gazeteci, kâşif, okültist William Seabrook  da asistanlığını yaptığı diğer isimlerdi.
Afro-Amerikan olan Dunham, Haiti ve Karayipler’de yaptığı antropolojik çalışmalarında elde ettiği bulguları 1930’lu yılların ortalarında yazdı. 1940’ların başlarında ritüel, modernite ve Afrika diasporası üzerine çalışmaya başladılar ve Deren “Katherina Dunham Dans Topluluğu” ile birlikte turneye çıktı. Bu sayede keşfettiği ritüeli daha sonra yaptığı öncü deneysel filmlerinde kullandı. Dunham’ın dans topluluğundan iki dansçı da bu filmlerinde yer aldı. Bununla yetinmeyerek Voodoo ritüellerini incelemek ve filme almak için Haiti’ye gitti.

Voodoo ve Yaruba
Tabii bu noktada Voodoo ile birlikte Yoruba’dan da bahsetmek gerek. Yoruba lisanı konuşulan kıtanın alt ucundaki bu bölge, ortak inanış ve mitolojiye sahip Afrikalı kölelerin alındığı yerler. Yoruba inançları Haiti’de yerel inançla harmanlanıyor ve Yoruba’nın farklı bir kolu olan Voodoo ortaya çıkmış oluyor. Yerel halkların Yoruba kültürüne en çok Nijeryalılar sahip çıkmış. Nijeryalılar, Haiti ve Amerika kıtasına köle olarak götürüldüklerinde Yoruba lisanını, kültürünü, inancını bu bölgelere taşıdılar ve adalar dâhil olmak üzere Amerika’da çok etkili bir kültür oluşturdular. Bunun modern hayata olan etkisini New Orleans’ta görüyoruz. Yemek, inanç, müzik, motifler ve hikâye anlatımında kullandıkları karakterlerin birçoğu Yoruba inançlarından gelmekte.
Yoruba halklarının yaratılış destanları başta olmak üzere inanç sistemlerinde tanrılar, insanlar, doğa ve hayvanlar arasında eşitlik anlayışı var. Yoruba halkı herkesin aynı ruhtan oluştuğuna, her insana bahşedilmiş tanrısal güçler olduğuna inanıyor. Voodoo inancında ise insanın kaderinin yönetilebileceğine, güçlü formüller üreten bir insanın (şamanın) o insanın kaderini etkileyebileceğine inanılıyor. Voodoo’da güçlü olan hüküm sürüyor. Tinsel uyanış, tinsel güçlenişe de ritmik dans ve şarkılarla ulaşmaya çalışıyorlar. Bunlar ruhtaki tanrısal yönü açığa çıkarmak için yapılan ritüeller. Bunlar artık günümüzde marjinalleşmiş ve başka bir tarafa geçmiş. Yoruba’nın orijinal inancından farklı bir hale gelmiş.
Maya Deren Divine Horsemen: The Living Gods of Haiti adlı belgeseli çekiyor. Ne yazık ki bu filmi asla tamamlayamıyor fakat aynı isimde bir kitap yazıyor. Düzenleme ve yayınlama işi Deren’in erken vefatı dolayısıyla o zamanki eşi Teiji Ito’ya kalıyor ve film bu şekilde gösteriliyor
Deren’e göre ritüel, kişinin kendisinden daha büyük bir şeyin parçası haline geldiği bir deneyimdir. Haiti Voodoo’sunda her ikisinin de buldukları şey Avrupa fikirlerinden çok farklı olan manevi yaklaşımın yollarıydı. Dunham’ın dansı ve koreografisi, Deren’in filmleri ve kullandığı performanslar, somutlaşmış deneyimin Avrupa felsefe geleneği içindeki kavramsallaştırma biçimi eksikliklerini ve sınırlarını belirledi. Afrika’cı estetik ile bu sorunlara çözümler bulmaya çalıştılar.
Dunham dans ederek sıradan zamanın dışındaki bir şeyle bağlantı hissetti ve ona geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekle uyum hissi verdi. Bu izlenim Deren’in filmlerinde de vardır. Her şeyden önce törensel biçim, insanı dramatik eylemin kaynağı olarak değil, dramatik bir bütünde biraz kişiliksizleştirilmiş bir unsur olarak ele alır. Böyle bir kişiliksizleştirmenin amacı bireyin yok edilmesi değildir. Aksine onu kişisel boyutun ötesine genişletir, kişiliğin uzmanlık ve sınırlarından kurtarır. Bu kişiliksizleştirme, batı tüketim kültürü tarafından teşvik edilen bireyciliğin reddidir.
Görüntülerle Şiir Yazmak
Deren’in yönetmen kimliği, babasından ona miras kalan az bir miktar parayı kullanarak 16 mm bir kamera edinmesiyle ortaya çıkıyor ve kendisi de bu kameranın hayatını nasıl değiştirdiğini şu sözlerle anlatıyor:
“Film yapımcısı olmadan önce şairdim ve çok yeteneksiz bir şairdim, çünkü görüntüler bazında düşünüyordum. Şiir, zihnimde oluşan görsel deneyimleri sözcüklere dökme çabasıydı. Elime bir kamera aldığımda ise evime dönmüş gibiydim. Sanki hep yapmak istediğim şeyi yazı formuna çevirmeme gerek kalmadan yapıyor gibiydim.”
Deren sinema sanatının bir sınırı olmadığını düşünüyordu. Sinemayı belirli kalıplara sıkıştırmak yerine o sınırsızlıkta yolculuk yapmak ve yaptırmak çabasında oldu. Çektiği her plan bir söz idi. İzlerken kendimizi bir yere sıkıştırılmış hissetmedik. Çünkü doğrudan değil, doğru imajlar kullandı ve her söz, söz olarak kaldı. Görsellikle yarattığı mısralar, kıtalar ya da şiirin tamamı, izleyicide sanki bir şiir okuduğundakine yakın hisler bıraktı.
Çektiği kısa filmlerde görüntüler ve kurgu aracılığıyla yeni bir biçim arayışında olan Deren’in, öyküyü önceleyen ve ulaştığı kitleyi hikâyenin akışına hapseden klasik anlatı sinemasına karşı çıkan deneysel sinemanın gelişmesinde önemli katkıları oldu. Yapıtlarıyla eğitici olmanın ve film sanatına ilgiyi artırmanın ötesinde, güçlü bir toplumsal bilinci ortaya çıkardı. Amerikan Film Enstitüsü bağımsız film sanatçılarını onurlandırmak için 1986’dan itibaren Maya Deren Ödülü’nü vermeye başladı.
Maya Deren ve Sürrealizm
Meshes of Afternoon filmi, o dönemde benzeri görülmemiş bir kamera kullanımıyla deneysel sinemada yeni bir soluk açmıştır. Deren de böyle düşünüyor olacak ki kendine takılan “sürrealist yönetmen” etiketlerini her zaman reddetti.
“Meshes of the Afternoon sürrealist bir film değildir. Sürrealist sinemacıların yaptıkları gibi Freudyen anlayış üzerinden çekilmiş bir filmdir. Bununla birlikte Freudyen bir film de değildir. Gizil ya da açık olsun, sürrealizm ve Freud, filmin gerçekleşmesinde yalnızca birer araçtır.”
Anlayış olarak benzeşmeler var ancak yapı olarak sürrealistlerden farklı. Bilinçdışını kontrolsüz bir imge akışına dönüştürerek nesnel gerçekliğe sızdırma ritüeli, Deren’in filmlerinin çıkış noktasını oluşturmaz. Hatta diyebiliriz ki bilinçdışının dürtüsel hedefi, Bunuel ve Deren’in filmlerinde oldukça farklı biçimlerde konumlanmıştır. Örneğin Un Chien Andalou filmindeki Pierre Batcheff’ in maskülen ve sadist öfkesinin yerini Meshes of the Afternoon filminde Deren’in feminen mazoşizmi almıştır. Benzer biçimde L’age D’or filmindeki burjuva ve yerleşik kurumlar karşıtı kışkırtıcı, sürrealist-propagandacı söylem, Deren’in filminde yıkıcı-narsisistik bir içsel siyasete dönüştürülmüştür. Tam da bu yüzden Maya Deren sineması, Bunuel’den çok Cocteau’nun Le Sang d’un Poéte filmine yakın bir anlatıma sahiptir.
Rüya sembolizmini Freudyen ve Lacanyen anlamda düzenleyerek bütünsel bir öyküleme tarzı oluşturan Deren sineması, nesnel gerçekliğin gösterge zincirine yakın olan “düş” (daydream) kavramını, sinemasal anlamda üreterek rüya ve gerçeklik arasındaki sınırları ortadan kaldırır. Böylelikle anlatıda Bunuel’in erken dönem filmlerine gönderme yapan bir esinlenme sürecinden yola çıkar ve kendi irrasyonel dilini oluşturur. Bunun yanında bilinçdışının dürtü temsillerini öncü sürrealist filmlerde olduğundan çok daha yetkin bir şiirsel-görsel anlatımla sinematografik malzemeye dönüştürür.
Meshes of the Afternoon David Lynch’in Mulholland Drive ve Lost Highway filmlerinin esin kaynağı olduğu bilinmekte. Ingmar Bergman’ın The Seventh Seal filmindeki meşhur satranç sahnesinin, Maya Deren’in At Land filmiyle ne kadar benzeştiğini de görebiliyoruz. Miyazaki’nin Spirited Away (Ruhların Kaçışı) filmindeki pelerinli kadın, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Nazgüller’i de unutmamak gerek.
Kim bilir, izlemediğimiz veya izleyip de etkilerini fark edemediğimiz nice filme esin kaynağı oldu Deren.
Maya Deren, sinemanın sınırsızlığına giden yolu bizim için açan yönetmenlerdendi.

Kaynakça:

  1. Senarist ve Yönetmen Cem Başeskioğlu ile Film Okumaları, Şiir ve Sinema
  2. Gölgeler ve Rüyaların Avantgard Anlatıcısı: Maya Deren, Hasan Hüseyin Toydemir
  3. Katherina Dunham and Maya Deren on ritual, modernity, and the African Diaspora
  4. Looking again at Maya Deren, Ariele Hoffman
  5. Tan Tolga Demirci – Psikesinema Dergisi / Ocak – Şubat Sayısı
  6. Maya Deren: The High Priestess of Experimental Cinema

 

*Yazı daha evvel Bağımsız Sinema sitesinde yayımlanmıştır.

Yazarımızın  diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir