?????????????????????????????????????????????????????????
Sülbiye Yıldırım

VE İNSAN UYGARLIĞI YARATTI: "YAŞASIN HASTA TOPLUM!"

Uygarlaşma olgusunun, insanın doğadan ve doğallığından kopuşu olduğunu acı deneyimle öğrendi ya Enkidu, artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Mahkûm olduğu bu bambaşka dünya, içinden çıkamadığı varoluşsal sorunlarla baş başa bıraktı onu. Gılgamış’ın yerine ölürken, kalabalıklar içinde ne kadar yalnız, ne kadar kimsesiz olduğunu anladı.

 

Öykü, insanlığın Mezopotamya’da keşfettiği sulu tarımla başlamıştı.
İhtiyaç fazlasını üretip depolayabildiğinden, aç kalmak onu korkutmuyordu artık. Gelecek günler için güvenliğini sağlayan bu durum onu tarımı iyileştirecek yeni buluşlara itmiş, sabanı ve döveni icat etmişti. Bu sayede artı ürününü çoğalttıkça çoğaltmış, yetmemiş, artı ürünü artı değere dönüştürmeyi başarmıştı. Artı değerin uygarlığı ve uygarlaşmayı artıran itici gücü sayesinde daha birçok şey peş peşe geldi.
Ticareti keşfetti. Borç aldı, borç verdi. Arpa ve gümüş üzerinden faiz bile aldı. Hatta geri ödemeyi, hasadın olmadığı zamanlara denk getirip borçluyu köleleştirmeyi, çalışmadan zenginleşmeyi de keşfetti. Uygarlaşmayla borç ve hemcinsini köleleştirme gibi büyük keşiflere imza attı.
Uygarlık işbölümünü zorunlu kıldığından kalabalık kentlerin oluşmasına yol açtı. Ardından, mahkûm olduğu kent olgusu, otoriter yönetim biçimini beraberinde getirdi. Sonunda yerleşik yaşam gittikçe karmaşıklaşarak, içinden çıkamadığı sorunlarla tanıştırdı insanı. Üstelik çözülmezliğinde bunaldığı sorunlar büyüdükçe büyüdü, bugüne dek devleşerek geldi.
Sümerli de çağdaş insan gibi başarısızlıklarına, kusurlarına üzüldü.
Ütopik hayaller kurdu. İsteklerinin, tatmin edemediği arzularının peşinde koştu. Haksızlığa uğrayıp adalet aradı, baskı görüp merhamet istedi. Onun da tüketme hırsı ve ileriyi göremeyen tutumu yüzünden ekonomik dengeleri bozuldu. “Savaş” en büyük kâbusu oldu; nefret edip korkmasına rağmen savaşmaktan kaçamadı. Eşitsiz ilişkilerin yarattığı korku, kaygı, güvensizlik, haksızlık, güçlünün yanında yer alma telaşı hiç değişmedi. “Barış” en çok özlem duyduğu şey oldu. Kötü kaderi savaş (kader demek doğru değil ama süreğenliğinin ironisi olsun bu sözcük) o zamanlardan bugüne, yaşamın bir parçası olma özelliğini hiç yitirmedi.
Mezopotamya’da temellenen ve eşit olmayan insan ilişkilerine sebep olan, sulu tarımın ortaya çıkardığı uygarlık ve onun üretim ilişkileri bugünün öncülü oldu. Temel aynı kalmakla beraber, bugüne dek dönüşerek geldi. Çekirdeğini oluşturan eşitsiz ilişkilerin ortaya çıkardığı sosyal bozukluklar, insan ilişkilerinde güvensizliği, korkuyu bugüne taşıdı. Yaratılan hastalıklı ortamlar kavgayı, yağmayı, talanı içinde hep diri tuttu. O günden bugüne ne değişti, diye sorguladığımızda yanıt -tahmin edeceğiniz gibi- “Hiçbir şey değişmedi!” olacaktır. Sümer Ağıt Tabletleri tanığımızdır.
Ekonomik olarak güçlenmeye başladıkları andan itibaren, Mezopotamya kentlerinin kendi aralarındaki savaşlar ve göçebe topluluklardan gelen saldırılar hiç bitmemiş. Kentler birçok kez yakılıp yıkılmış, yağmaya uğramış. Unutulmasın, belki de ders çıkarılsın diye, tüm bu yıkım zamanlarını tabletlere yazmış Sümerliler. Ağıt Tabletleri olarak adlandırılan bu belgeler, Sümer kentlerinin yenilgi zamanlarında, bütün olup bitenleri anlatıyor. O günlere bizi tanık ediyor.
Ömrünün altmış yılını Sümerlere adamış Sümerolog Samuel Noah Kramer Ağıt Tabletleri’ni, “…ağıtlar ele geçirilen kurbanların çektikleri sefaleti ve acıyı, eziyeti ve işkenceyi canlılıkla betimler. ”* (sf; 311) diye tanımlıyor.
Bunlardan Sümer ve Ur’un Yerle Bir Edilişine Ağıtın yazıldığı tablette, düşman komşularına yenilen Sümer’deki yıkımın boyutunu görmek mümkün. Kentte, evler ve ahırlar harabeye dönmüş. Irmaklar ve kanallar kurumuş. Tarlalar, bahçeler ve meyvelikler talan edilmiş, otlar biçilmemiş. Kralları esir alınıp sürülmüş, aileler dağılmış. Halk yerinden edilmiş, yerlerine yabancılar yerleştirilmiş. Tapınaklar kirletilmiş ayin ve törenler yapılamaz olmuş. Panik, açlık, katliamlar çoğalmış. Tıpkı bugünkü gibi savaşın neden olduğu enflasyon orada da geçerli olmuş.
Savaş sonucunda Sümer’de fiyatlar o kadar yükselmiş ki “… bir gümüş şekelle ancak yarım sila yağ, yarım sila tahıl, yarım sila yün ve yalnızca bir ban balık alınabiliyordu. Yani fiyatlar her yerde normalde yirmiyken bunun iki yüz katına kadar artmıştı.”* (sf:312) diye yazmış yazıcı tabletine. (Hiç de yabancısı olduğumuz bir durum değil. Üstelik fazla uzağa gitmeye gerek yok değil mi?..)
Uygarlık arttıkça bu tür durumlarla sık sık karşılaşan Sümerler, sürekli olarak barış ve güvenlik özlemlerini dile getirmişler. Tabletlerin en bilinenlerinden olan Nippur’un Yıkılışına Ağıt’ta yazılanlardan Nippur kentinin karşı karşıya kaldığı yıkımlardan çok, satır aralarındaki insani özlemlere dikkat çekmek istiyorum.
 İnsanın insana kötülük etmediği, oğulun babasından korktuğu gün,
Alçakgönüllülüğün ülkeyi kapladığı, soyluların alt tabakalardan
saygı gördüğü gün,
Küçük kardeşin ağabeyinin sözünden çıkmadığı gün,
Küçüklerin oturup bilgelerin sözlerini (dikkatle) dinledikleri gün,
Zayıfla güçlü arasında çekişme (?) olmadığı, şefkatin kazandığı gün,
Seçilen (?) (her) yola gidilebildiği, yabani otların ayıklandığı gün,
İnsanın dilediği yere yolculuk yapabildiği,
bozkırda (?) (bile) …!’sına zarar gelmediği gün,
Bütün üzüntülerin ülkeden kalktığı gün, ışığa boğulacak (ülke),
Zifiri karanlık ülkeden def edildiği gün, bütün canlılar sevinecek. (sf;313)
Ne kadar bugünün özlemlerini yansıtıyor değil mi?
Savaş insanlığın en büyük baş belası.
Günümüzde olduğu gibi o zamanlar da çeşitli nedenlerle savaşmış insanlar. Kimi zaman başka kaynaklara duyulan gereksinim, kimi zaman komşudan gelen saldırıların doğurduğu güvenlik ihtiyacı, çoğunlukla da güç, saygınlık, üstünlük, ün kazanma ya da misilleme yapma ve intikam duygusu, savaş saldırganlığını beslemiş. Bugünün “güçlü” daha doğrusu saldırgan toplumlarının yaptığından farklı olmayan rekabet, üstünlük gösterisi, güçsüze müdahale etme ayrıcalığıyla eşdeğer.
Samuel Noah Kramer bu durumu, “Sümer toplumunda, bugünün Amerikan toplumu örneğinde olduğu gibi, yoğun biçimde ‘başarıya güdümlü’ bir söylem egemendi ve bunun sonucunda zengin ve yoksul, zayıf ve kudretli, güçlü ve güçsüz, ezilen ve ezen sözcüklerine özel anlamlar yüklenirdi.”* (sf;314) diyerek ifade ediyor.
“Demokrasi götürme” cümlesinin, bugün Amerika’nın yaptığı yağma ve yıkımı gizlediği gibi, Mezopotamya savaşlarının da sözcüklerle masumlaştırıldığına dikkat çekiyor. Örnek olarak gösterdiği UrNammu Kanunlarının girişine göz atalım.
“Sonra, kudretli savaşçı, Ur’un kralı, Sümer ve Akad’ın kralı
UrNammu, kentin efendisi Nanna’nın kudretiyle ve Utu’nun doğru
sözüne uygun olarak, ülkeye eşitliği getirdi, zorbalığı, şiddeti ve
çekişmeyi kovdu …. Tunçtan sila-ölçüsünü ortaya çıkardı, bir
mina’lık ağırlık ölçüsünü belirledi ve gümüş bir şekelin taş ağırlığını
bir Mina’ya uygun olarak (?) belirledi
Yetim varsıl adama bırakılmadı, dul güçlü adama bırakılmadı,
bir şekeli olan bir Mina’sı olana bırakılmadı.”* (sf:315)
 UrNammu ne güzel şeyler yapmış! Üstelik tanrının kudretini kendisiyle paylaşması sonucunda, güçlenerek yapmış! Üstelik tüm olanlarda kendi payı yokmuş gibi, aradan sıyrılarak! Galiba egemenlerin söylemleri de hiç değişmemiş.
Bir örnek de son Sümer krallarından İşme Dagan’ın kendini övdüğü tabletten.
“Utu ağzıma adaleti ve doğruluğu koydu, halka hüküm ve kararları
tam olarak verebilmek için, doğruluğu yaymak, erdemliyi
güçlendirmek, kötülüğü yok etmek için,
Güçsüzün güçlüye bırakılmadığını, zayıfın korunduğunu,
Kuvvetlinin keyfince davranmadığını, insanın insanla çekişmediğini,
Kötülüğün şiddetin yok edildiğini, adaletin boy verdiğini görmek için,
Utu, Ningal’in doğurduğu oğul, payım olarak verdi bana.
Kötülüğü ve şiddeti ben engelledim (?) Sümer’e doğruluğu ben
getirdim. Ben adalet aşığı bir çobanım, Sümer’de doğmuş Nippur
yurttaşıyım ben, Eşitsizliği hoş görmeyen bir yargıcım, yerinde
kararlardan başkasını vermeyen, (öyle ki) kuvvetli yüksekten ve
kudretli davranamaz, güçlü zayıfı ezemez, soylu özgür insana kötü
davranamaz, yoksul varsıla karşılık vermekten çekinmez,
Her zaman için, rüşvetle verilen hükmü, dönülen sözleri yasak ettim,
uygunsuzu, ağzı bozuğu … silip attım, sapkını, yalanı, dolanı doğru
yola döndürdüm. Haksızlığa uğramışın, dulun yetimin “Ey Utu, Ey
Nanna” haykırışlarına yanıt verdim… Bozkırda adam soyan
amansızların (?) kökünü kuruttum.
Bütün gücümle iyinin yanındayım…”* (sf:316)
Size de yabancı gelmiyor değil mi? Sanki bugünden birileri konuşuyor.
O parlak uygarlığın sonucunda aslında huzurlu, erinç ve refah içinde bir toplum değil, aksine savaş içinde, tehdit altında, gelecek korkusu yaşayan, ölme ya da öldürme seçenekleriyle sürekli tehdit edilen bir toplum oluşmuş.
 Uygarlığın sonucunda geldiğimiz nokta, Kramer”in sözleriyle ”Hastalıklı bir toplum!” 
Bütün bunlardan sonra sözü, tarihin ilk hasta toplumu Sümerlerin, narsist, benmerkezci hasta kralı Gılgamış’a getirelim. Kramer’in sözüyle; “Çağdaş toplum ile kadim Sümerler arasındaki en acıklı benzerlikler…”* (sf;322) diye sözünü ederek, edebi metinlerden örnek verdiği yapıtının ışığında, Gılgamış’ı bu benzerliklerin prototipi olarak nitelemek mümkün.
Dostu Enkidu’yu kaybettikten sonra gömmeyip beklediği günler içinde, insan bedeninin çürümeye meyilli yapısına tanık olmak, kendi içinde sorgulamalar yapmasını sağlıyor. Kendisinin de öleceği gerçeği altından kalkamadığı yük bindiriyor omuzlarına. Öleceğini kabullenmiyor. Tıpkı bugünün egemenleri gibi, tanrıların hep ondan yana tavır almaya devam edeceğini sanıyor ama geç de olsa yanıldığını anlıyor. Tanrıların güçsüzleri çok çabuk terk ettiğini deneyimliyor.
Unutulmamalıdır ki, eşitsizlik yaratan üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı hastalıklı toplumun hastalıkları da eşitsizdir. Alman hekim Peter Frank’ın 1790’daki söylevinde söylediği gibi; “Her toplumsal sınıfın farklı yaşam tarzı tarafından belirlenen hastalıkları olduğundan… zenginlerin ve yoksulların kendilerine özgü hastalıkları olacağını beklemek zorundayız…. İnsanların aşırı yoksulluğu nesli kökünden yozlaştırır. Yurttaşların sayısız hastalıklara yatkınlaşmasına neden olur.”**
 Bu anlamda baktığımızda Sümer’de de bugün olduğu gibi, halkın sorunlarıyla Gılgamış’ın sorunları birbirinden çok farklı. Biri ölümsüzlük peşinde mutsuzluğun en koyusunu yaşarken, ötekisi günlük yaşamında başkasının yerine ölmediği, savaşların olmadığı, karnının doyduğu, evinde huzurla uyuduğu günlerin özlemiyle kavruluyor.
Günümüze geldiğimizde de zenginin, toplumu yöneten egemen gücün psikolojik rahatsızlığı ile hükmedilen çoğunluğun ve yoksulun psikolojik rahatsızlığı aynı olamıyor. O yüzden Gılgamışlar tanrılar tarafından ölümde kayırılırken, Enkidular başkalarının yerine ölmeye devam ediyor.
Gılgamışlar ün, şan, üstünlük için savaşırken, savaşın kaybeden tarafı olan büyük çoğunluk, yine yenilmeye, yok olmaya mahkûm olacak. Ta ki…
Yararlanılan Kaynaklar

* Samuel Noah Kramer / Tarih Sümer’de Başlar / Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1998

** https://bilimveaydinlanma.org/halk-sagliginda-idealist-sapmalar/

 

 

Serinin ilk yazısına  buradan ulaşabilirsiniz.

Yazarımızın diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Diğer mitoloji yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir