aysel karaca yazar
Aysel Karaca

DANS / ÖZ

Annemin dolabından gizlice alıp giydiğim çiçekli elbiseyle dans ediyorum.

Gözüm aynada.

Yılbaşı gecesi ekranda gördüğüm kıvrak dansözü düşlüyorum. Yılbaşında dansöz ha! Kadın da kadın ha! Nasıl da kıvırıyor. Maşallah! Onun kıvraklığına ulaşmaya çabalıyorum. Ancak ne bu çelimsiz bedenimin ne de üzerimdeki elbisenin o kıvraklığı yakalama şansı yok. Babamın kapıdan beni izlediğini fark edince kızarıyorum. Başım öne düşüyor. Yanıma sokulup saçlarımı okşuyor. Çok seviyorum onu… Dayanamayıp ağız dolusu bir gülüşle ‘Büyüyünce dansöz olacağım,’ diyorum. Az evvel gözlerimin içine sevgiyle bakarak saçlarımı okşayan babamın gülen yüzü kararıyor. Kaşları düşüyor. Ömrüm boyunca içimde kalacak şiddetli bir acı savuruyor parmaklarından yüreğime… Birbirimize bakıyoruz, gözlerimiz kocaman. Benimkiler yaşlı. Onunkiler alev alev. Çocuk ruhum kaldıramıyor yanağımdaki şiddetin ağırlığını. Sarsılarak ağlıyorum…
Son günlerde durup durup Ebru’yu düşünüyorum. Ebru, çocukluğum… En son ne zaman gördüm onu? Hafızamı yokluyorum, üniversite sondayım. Yağmurlu bir gün. Durakta otobüs bekliyorum. Onu görüyorum. Üzerinde altmışlı yılların çiçek çocuklarını öykünen bir giysi. Boşlukta duruyormuş gibi. Havada asılı bir bulut gibi…
Beni görünce şaşırdı, şaşırdım. Yanıma gelip gelmemekte karasız. Sızılı… “Başın sağ olsun. Gelemedim…” Sözleri kırık, parça parça…
“Her şey birden bire oldu, kimseye kırgın değilim,” diyorum. Saçma. İnsan babası öldüğünde tüm dünyaya kırılır hâlbuki… Başını öne eğiyor. Sonra dayanamayıp sarılıyor, eskisi gibi… En yakın dostum gibi…
Ne çok şey öğrendim ondan. Beatles’ı, Led Zeppelin’i, paten kaymayı, yalan söylemeyi, bakkal Rasim amcadan sakız çalmayı, büyüyünce kadın olacağımı. İki yaş küçük benden ama çok şey biliyor. Koleje gidiyor. Ben gidemiyorum, bu nedenle kimsenin bilmediği şeyleri öğrenebilmenin tek yolu O. Hele de yeni çıkan dansları, Juli’yi mesela. O olmasa nasıl öğreniriz?
Kış günlerinde apartman boşluğunda çalışıyoruz. Beş kız… Neden bilmem gruba ad koymayı hiç düşünmüyoruz. Komşular metrelerce ara kabloyu birleştirip kapı aralığından apartman boşluğuna ya da bahçeye indirmemizi yadırgasa da bulduğumuz Phılıps marka kaset çaların biz dans ederken yanımızda olmasının tek yolu bu. Önceleri hem söyleyip hem oynamayı deniyoruz ama bu çok yorucu ve zor bir iş. Sonra kasetçaları Ebruların balkona çıkarıp oradan gelen müziğe eşlik etmeyi deniyoruz. Ne ki sesi en sona getirmemize karşın el kadar şeyden sokağa ses erişmiyor. Hiçbiri işe yaramayınca Ebru’nun kafasında şimşek çakıyor, ‘Kablo, neden kablo indirmiyoruz!’ Hepimiz evlerimizdeki ara kabloları yürütüp birleştiriyoruz. Suna Teyze buna çok kızıyor. Sonra göz yumuyor bizim diğer çocuklar gibi makul olmayan oyunlar oynamayışımıza…
Gözlerine bakıyorum altları mor… Arkeoloji okuyormuş, Dil Tarih’te. Oysa bendim arkeoloji okuyacak- Madem dansçı olmama izin çıkmadı arkeoloji okumalıyım o zaman- Olmaz! demişti babam. İşsiz kalırsın, evlenince elin adımının eline mi bakacaksın?”
Arkeoloji okuyormuş… benden iki yaş küçük, havada asılı bir bulut Ebru…
“Neredesin bu saate kadar?” diyor annem.
Her seferinde aynı şeyi yapıyor, hâlbuki defalarca anlattım provaların okul çıkışı yapıldığını, derslerin altıda bitiğini, çalışmanın üç saat sürdüğünü… “Provadaydım,” diyorum gözlerinin içine nefretle bakarak. Neden yapıyor bunu?
Konservatuar bizden iki sokak ötede. Her gün okula giderken durup bakıyorum. Camlardan süzülen sesleri işitmeye çalışıyorum. Bir keresinde Alp’le beraber derse bile gittim. Polonyalı hocası, çok sert, ne zor izin vermişti. Köşede öylece durup baktım eriyen hayallerime, gözlerimde yaşlar… Kimse anlamadı, bir dans provası izlerken neden ağlanırdı?
Tüm bunlar senin suçun Ebru; annemin dediği gibi hep zararlı şeyler öğrettin bize.
Hakan Hoca; “Çok yeteneklisin, daha önce oynadın mı?” diyor. Hayır diyorum. Tabii sokak danslarını saymazsak. Ekipteki diğer kızlar nasıl bu kadar çabuk öğrendiğimi anlayamıyor, arkamdan fısıldaşıyorlar. Aldırmıyorum. Müzik ve dans ruhumun en iyi dostu. Müziği duyar duymaz havalanıyorum, bir bulut gibi… Antalya’ya gideceğiz diyor, Hakan Hoca. Orada birkaç otelle anlaştık. Animasyon yapacağız. Çılgına dönüyorum, Fikret’e sarılıyorum. En iyi arkadaşım, ekipten…
“Olmaz diyor annem, gidemezsin, baban yeni öldü! Olmaz!”
Gitmeliyim, ne olursa olsun… Annem; “ Gidersen bir daha geri gelme!” diyor,
“Gelmem,” diyorum.
Otobüsteyiz Fikret aldı biletimi, beni çok seviyor…
Tüm ekip aynı evde kalıyoruz. Kızlar bir, erkekler bir odada. Hocalar ikisinin arasında, salonda. Ne ki kimsenin uyuduğu yok, birkaç saatlik uykularla idare ediyoruz.
Hepimiz çok mutluyuz. Sabahları on birde başlıyoruz. İkiye kadar prova üç saat serbest, beşte servis geliyor. Oteller genelde bir saat uzaklıkta. Yedide akşam yemeği yiyoruz. Bazı oteller açık büfeden yememize izin veriyorlar. Oğlanlar deli gibi saldırıyorlar yemeklere. Benim yemek filan düşündüğüm yok, handiyse nefes aldığım zamanlar sadece sahnede olduklarım. İple çekiyorum akşamı. Dans ederken tüm dünya benimle dönüyor. Ömrüme çiçekler ekiliyor, ellerime, bedenime bahar geliyor… Aramıyorum annemi, kimseyi aramıyorum…
Yeniden doğuyorum, bulutların arasından…
Atamanız Samsun’a yapılmış diyor telefondaki ses. Samsun’a… Nasıl? Hiç bilmem ki oraları ya ekip, gösteriler? Gidemem…
“Gitmen gerekiyor,” diyor annem, “boşuna mı okuttuk seni bunca yıl? Git de gör, gerçek hayat öyle oynamakla zıplamakla olmuyor!”
Bavulum hazır… gitmem gerekiyor… Ebru neredesin? Ben gidiyorum, hani sen şarkıcı ben dansçı olacaktık? Yalancısın. Evet unutmadım, yalan söylemeyi de senden öğretmiştim, sakız çalmayı da…
Geri dönemeyeceğimi bilemeden bakıyorum sokağıma. Geri dönebilmek umuduyla, apartmanlara, ağaçlara… Çocukluğumun anılarını saklayan kaldırım taşlarına. Vedalaşıyorum…
Başımı otobüsün camına dayayıp akan zamanı sayıyorum. Yeşile evrilen toprağı…
Küçük bir meydandan şehrin girişine dek uzanan upuzun bir mecburiyet caddesi. Adı hep Cumhuriyet… Üç beş ara sokak, balıkçı tezgahları, bir tabela, ŞEHİR KULÜBÜ, hafızama kazınan ilk resim…
Bana rehber olarak verdikleri çocuğun peşi sıra yürüyorum. Yol sola doğru dikleşerek kıvrılıyor, minicik sokaklar, eski ahşap yapılar kaybolmuşum hissi uyandırıyor. Dilerim okulun bir spor salonu vardır hiç değilse öğrencilerimle avunurum, diye geçiriyorum içimden… İki katlı ahşap bir binanın önünde duruyoruz. Çok eski; “Abla burası”, diyor. Ahşap kapıyı omuzlayarak açıyorum, öyle büyük ve hantal ki. Simsiyah basamaklar çıkıyor karşıma, üşüyorum… “Perili köşkümüze hoş geldiniz” diyor, Müdüre Hanım. Çok genç, esprili. Karşısında oturan veli gözlerinin içine baka baka Müdür Bey, diye konuşuyor onunla. Öyle ya müdürse bey olmalı, hanımdan müdür olunur mu?
Çocukken oynadığımız…  Okul müdürünün taklidini yapardın, gülerdik. “Müdür Bey, Müdür Bey!” diye tartaklayarak etrafında koştururduk. Dudağının üzerine yapıştırdığın tiftikten yapılmış bıyığı hatırlıyor musun?
Spor salonu yokmuş okulun, nasıl olsun ki? Evden bozma ahşap bina, Kurtuluş Savaşı belgeselinde balkonundan göndere bayrak çekilen binanın tıpkısı. Vatan evlatları bize emanet diyor, Müdüre Hanım. Onları en iyi şekilde yetiştirmek… Camdan dışarı bakıyorum, bahçe? Bahçe komşuya aitmiş. Sadece İstiklal Marşı için kullanılmasına izin veriyormuş… Omuzlarım düşüyor, yüzümde kara gölgeler…
Annemi arıyorum; “Döneceğim” diyorum. “Olmaz” diyor. Ellerim, kollarım bağlı, yüreğim bağlı… “Ya dans, ya öz?…”
Bize öğretirsin diyor Seher. Şaşırıyorum. Koca koca insanlar, nasıl olur ki? Olur, diyor. “Buradaki insanlar mahrum bu tür faaliyetlerden. Mutlu olurlar. Küçük bir yerimiz var meydanda. Oyun hazırlıyoruz. Sen de halk dansları öğretirsin işte, ne güzel. Akşama gel arkadaşlarla tanıştırayım, ön yargılı olma…”
Ön yargılı olmuyorum. Kadınlı erkekli çakışıyoruz büyük bir keyifle. Zaman akıyor, saymıyorum… mutluyum, yeniden… Bir gün polis geliyor derneğe. Hakkınızda şikâyet var, diyor. Yasa dışı işler yapıyormuşsunuz… Şaşkınız, arama yapıyorlar…
Kaymakamın odasındayım… “Kızım senin ne işin var o dernekte?” diyor. Dans öğretiyorum, halk dansları. “Yalan söyleme!” diyor. Ben yalan söyleyemem ki yalanı Ebru söyler ben hep elime yüzüme bulaştırırım… Susuyor bir süre, belki pişman oluyor söylediğine
“Öğreteceksen kendi öğrencilerine öğret” diyor. “Okulumun şartları uygun değil,”, “başka okul buluruz,” diyor…
Elimde tepsiyle süzülüyorum kapıdan içeri. Ödüm kopuyor ayağım takılıp düşeceğim…
Kaç yıl oldu? Ne çok korkmuştum. Senin fikrindi yine elimizde tepsilerle çayda çıra oynamak. Gerçi annemin incecik topuklu ayakkabılarını giymek de benim…  Nasılsa evde kimse yoktu. Özgürdük… Sonra tepsi bir tarafa, ben bir tarafa, mumlar, yangın… Annem haklıydı, sen hep zararlı şeyler…
Yüzükler takılıyor. Herkes mutlu, ben? Mutlu muyum?
“ Hadi dans edelim,” diyorum. “Olmaz! Ben dans sevmem…” diyor.
Dünya duruyor. Ruhum kar altında, elimdeki çiçekler eriyor.  Ebru, diyorum. Kimse şaşırmıyor…

Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

12 thoughts on “DANS-ÖZ / Aysel KARACA

  1. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Hayatın tam içinden yumuşacık, sıcak, samimi, ayrıntıya boğulmadan dönem geçişlerini başaran, görsel izlenimi güçlü bir öykü. Kutlarım.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Birsen Hanım, çok teşekkür ederim harika yorumunuz için. Hayatın içinden, hayata dair… Olduğu gibi…

  2. Özlem Y. Uçak dedi ki:

    Film izler gibi. Keşke ayağı takilmasaydi değil mi ama olsun oradar çıktı öykü değil mi? Çok güzeldi.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Ah Özlem, evet hikaye orada başlıyor. Tam her şey yoluna girdi diyorsun hayat bir çelme takıyor, hoop dön en başa… Beğenmene çok sevindim, teşekkürler…

  3. Halil Çamay dedi ki:

    Çok güzel bir öykü, hayatın içinden… koca yürekli aysel…

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Halil Bey, çok teşekkür ederim. Var olun…

  4. Ayşegül Gezgin dedi ki:

    Çok etkilendim. Kalemine sağlık.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Canım Ayşegülüm, çok teşekkür ederim…

    2. panzehir_dergi dedi ki:

      Ayşegülüm çok teşekkür ederim. Var ol…

  5. Emre Anılmış dedi ki:

    Hayallere kavuşmak isterken önümüze çıkan engelleri aşabilmek… Biraz hüzün, biraz hayal kırıklığı, biraz eğlence. Soluksuz okudum, kaleminize sağlık.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Çok teşekkür ederim Emre Bey, var olun…

  6. Güldeniz dedi ki:

    Herkes mutlu..
    Sen…
    Sen mutlu musun…….
    Tüm ana fikir bu soruda saklı.. Çok şükür Yaşıyorum demenin lütfu…
    Sadece KENDİN için
    “mutlu ” OLMAN için…
    Kalbinize sesini duyurmak için yanıp tutuşur mutluluk…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir