BİR ÇÖP TOPLAYICISININ MİRASI
On iki yaşımdan beri sokaklardayım. Çöp kutularını özenle karıştırır, bulduklarıma her defasında şaşkınlık duyarım. Karış karış bilirim buraları ama yine de ne bulacağımı merak ederek gezinirim.
Bunu kimse anlamayacak belki; çöp karıştırmak bana çekici gelir. İnsanların gizli yanlarını görmeye yetkin biri olduğumu düşünürüm. Gördüklerim bende saklı kalır, tanımadığım insanlarla sırdaş olurum.
Çöplerin de insanlar gibi olduğunu söylersem şaşırtıcı olmaz. Hiç bir çöp diğerine benzemez. Dünyada milyarlarca insan ve trilyonlarca farklı çöp türü var. Böyle düşününce şaşkınlıktan insanın dili tutulur.
Çöplerin atıldığı arazilerden, işe yarar eşyalar bulduğumda bitpazarlarına götürüp satarım. Bazılarını evde bırakırım. Evimiz öyle küçük ki görkemli eşyalarla iyice ufaldı. Meşe ağacından işlemeli bir de dolap var, babamdan yadigâr. O hâlâ evde. İçi, çöplerden getirdiğim kitap, dergi ve parçalanmış ansiklopedilerle dolu.
On beşime yeni basmıştım babam öldüğünde. Sonra annem zatürreden yatağa düştü; bir akşam eve döndüğümde vücudunu buz gibi buldum. Saatler önce mi öldü yoksa soğuktan dona mı kaldı, hiç bir zaman öğrenemedim. Tek bildiğim, okul formamı üzerimden çıkarıp sokak elbiselerini giymenin zamanı gelmiş olduğuydu.
Züleyha okuyordu o zamanlar. Züleyha’m… Onunla konuşabilme cesaretini kazandığımda, temiz pak göründüğüm ve -gururla söylemeliyim ki- bilgili olduğum için benden hoşlandığını söyledi. Kaderin bana yazdığı en güzel yazı odur. Üstelik ben, evde sadece çöplerden çıkanlar ve kitaplardan başka bir şey olmadığını görüp benimle evlenmekten vazgeçeceğini düşünürken… Onun da böyle bir hayali olması ne şaşırtıcı.
Zeynep doğduktan sonra Züleyha’yla beraber kitap okumaya başladık. Birimiz yüksek sesle okur diğerimiz dinler. Belki de bizim en iyi konuşma şeklimiz; Züleyha ile aramdaki güçlü bağdır kitaplar. Bu bağı sonsuz yapansa kızımız Zeynep.
Haftanın her günü sabahın kör saatlerinden gece karanlığına kadar sokakları arşınlıyorum. Artık daha çok çalışıyorum. Gece olunca, evin arkasındaki çamurlu arazide çöpten bulduğum eşyaları tek tek ayrıştırıyor ardından kitap okuyoruz.
Zeynep büyüdü. Neden benimle gelmek istediğini biliyorum. O yanımdaysa kitap, dergi bulabileceğim yurtların, öğrenci evlerinin olduğu sokaklara gidiyorum. Onu hayâl kırıklığına uğratmaktansa… Şansına hep bir şeyler buluyoruz. Elinde özenle taşıyor eve gidene kadar bırakmıyor.
Ufak evimiz, dolaplı bir kütüphaneye dönüştü sonunda, Zeynep ise doyumsuz bir kitap kurduna. Doğrusu biraz endişeye kapılmadım değil; gün gelecek isteklerine yanıt veremeyeceğim. Bu korku yüreğimden hiç eksilmez.
Beraber çıktığımız sıradan günlerden birinde daha önce pek uğramadığım bir semte doğru yola koyulduk. Perişan bir mahalle; insanlar pazar çadırlarında yaşıyor. Çoğunun okuma bildiğini sanmıyorum. Burunlarından akan sümükleri rüzgârda kurumuş, sarı benizli, kahverengi yanaklı, ağlak çocuklarla dolu bir sokağa girdik. Sanki kötü giden yaşantılarını kanıksar bir umursamazlıkla, hayatlarına daha sert devam ediyor gibiydiler. Gizlenmiş bir kasvet vardı havada, sinsice etrafımızda geziniyordu. Böyle mahalleler hep aynıdır. Yaşadıkları sefaletin farkında, hayatın bu olduğunu kabullenmiş ve içinde kaybolmuş insanlar yaşar orada.
Sessizce yürümeye devam ettik. Zeynep zengin gönüllü, masum ve naif kızımız, gönlümüzün prensesi; etrafta onun alışık olmadığı türde çöpler vardı. İnsan kemikleri, morarmış et parçaları, çürümüş çaputlar ve üzerlerinde sürüsüne bereket sinekle kara bulut gibi öbeklenmiş çöp yığınları. Böyle bir anda söyleyiverince ne de kolay görünüyor. Züleyha ile hayatın bu tarafını Zeynep’e göstermemek için kitaplara sarılıyorduk. Artık görmesine engel olamıyorum.
Mahallede fazla kalmadan çıkış yoluna girdik. Derken o yangını gördük. Orman yangını gibi kokuyordu etraf. İnsanın içini burkan, burun deliklerimizden sonsuza dek çıkmayacak keskinlikte bir koku eşliğinde, virane bir binanın önüne getirmişti bizi alevler. Birden duman bizi içine alıverdi. Ellerinde ağır poşetler taşıyan çocukları görünce Zeynep olan biteni anlamak istedi. Biraz daha yaklaştık. Ben de merak etmiştim. Etrafta koşuşturanlar artmıştı. Bir çocuk eteğini sepet yapmıştı. Yanımızdan sakince geçerken gördük. Kitap doluydu eteği. Bizim orada olmamıza şaşırmış gibi baktı yüzümüze. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i vardı kararmış eteğinde. Bizim için ulaşılmaz bir kitabı görmenin Zeynep’teki heyecanını hiç unutmadım. Kitabın en heyecanlı yerinde sayfaların kopuk olduğunu fark etmiş sonunu okuyamamıştık. Ne kadar üzüldüğünü hatta hayâl kırıklığına uğradığını gözlerinde görmüştüm o zaman.
Bir de Siyah İnci vardı. “Siyah İnci’yi okusa beğenir” dedi Zeynep yavaşça. “Ne beğencem, okuyamam ben zaten. Bana ne!” dedi çocuk birden. Duymuştu Zeynep’i.
Çocuk konuştukça küçük olmadığını anladım. Hırpaniydi. Bilmiş hali böylelikle daha da dikkat çekiyordu. Birden unutmuş da hatırlamış gibi koşmaya başladı. Bir yandan da bize seslendi.
“Acele edin, bitmek üzere!”
“Kitapları nereye taşıyorsun?” diye bağırdı Zeynep arkasından.
“Soba söndü soba! Neyle yanacak?”
Zeynep’in cesur bir kız olduğunu o an fark ettim. Çocuğun yanına koşup kolunu tuttu.
“Kitaplar nerede, göster bize?”
İnsanlar toplanmıştı gösterdiği yerde; rengi solmuş, bazısı parçalanmış tepeleme yığılmış yüzlerce kitabı bir arada görünce, Zeynep tereddüt etmeden arasına daldı. Çöpte aklımın hayalimin almadığı pek çok şey bulurum ama yüzlerce, binlerce kitabı bir arada ilk kez görüyordum.
Üç adam fark ettim. Oradaki insanlardan farklı görünüyorlardı. Biri bir hayli sert bakışlı ve iriydi. Diğer ikisi sıska olduğu için öyle görüyordum belki de. Adamların her an saldırmaya hazır duruşları nedense beni korkutmadı o an. İkimiz de cesaretliydik galiba. Bekleneni yapması gereken kişilerin bizler olduğunu bilmek demekti bu cesaretimiz.
Yüksek sesle, “Siz de nereden çıktınız? Defolun gidin. Bize ancak yeter haa…” dedi onlardan biri. Ağzından bir şey kaçırmaması için kurnazca Zeynep’i dürttüm. Azmin kara büyüsüyle kabarık hırslara kapılıp saldırgan olunmaması gerektiğini naif bir kadın gibi anlamıştı. Adaletsiz bir hayat yaşayanların içlerinde biriktirdikleri intikam duygusuna karşı savaşmanın tam sırasıydı şimdi. Derinde sakladığımız savaşçı tarafımızı ortaya çıkarmak hiç zor olmazdı. Ama ne var ki biz çöpçüler yetinmeyi bilmek zorundayızdır.
Yığılı kitapları, yakacak parasına sattıklarını öğrendik. Sıska adam yaptığını övünçle anlatıyordu. Adamlara, kitaplara karşılık yanabilecek başka şeyler getirmeyi teklif ettim. “Hem” dedim “daha iyi fiyata satarsın.”
Sıska, daha sessiz olanın son sözü söyleyen bir hali vardı.
“Ne getireceksen getir, öyle al kitapları.”
Güven vermemişti ama çaresizce “Tamam” dedim.
Eve döndük. Düşünüp durdum gece boyu. Ne verecektim onlara? Sabahın kör vakti Züleyha ile Zeynep uyurken vakit kaybetmeden yola koyuldum. Atılmış mobilyalar çöplüğüne baktım önce. Sonra onlarca sokak dolaştım hızlıca; bir şey bulamıyordum. Zeynep‘in hayal kırıklığına uğramasını istemiyordum. Tek çarem vardı; emektar meşe dolap. Yıllarca beni boş duvardan koruyan babadan miras dostum. Ondan vazgeçmiyordum, ona büyük bir görev veriyordum.
Dolap öyle eskiydi ki parçalamak kolay oldu. Belki de, yapmak istediğim şey için bana o da onay vermişti. İçindeki yüzlerce kitabı yatak altına ve kapı arkasına istifledim. Zeynep uyandığında dolabın yerinde olmadığını görünce gözleri ıslandı. Ama sonra birden toparlandı; nedenini anlamıştı.
Akşam mahalleye gittik. Adamlar tabii ki sözlerinde durmamışlardı. Poşetlere kitap doldurmaya devam ediyorlardı. Dolap parçalarını yığdım önlerine. Beğenmişlerdi. Kitapları aldık ve eve götürdük.
O günden sonra Zeynep kendine tek bir görev biçti; kitapları muhafaza etmek ve çoğaltmak.
Benim ona verebileceğim tek şey, eski bir dolap oldu. Bir çöpçüydüm, başka ne bırakabilirdim?”
* * *
“İşte, yıllar önce toplanan o kitaplar, bu rafların en değerlileri ve rahmetlinin bana mirasıdır. O ateş her kitaba öyle bir işlemiştir ki şimdi bile hâlâ, duyduğunuz yanık kokusunun nedeni budur” diyerek bitirdi konuşmasını Zeynep.
Kütüphanenin koridorlarını dolduran hatırlı kalabalığa bu yeni kütüphanenin tanıtımında konuşurken sözcükler rafların arasında dolaşan, sarı yapraklı kitapların sesiydi sanki.
Açılışa gelen bir gazeteci konuşmayı hayranlıkla dinledikten sonra,
“Yeni kitabınız hakkında röportaj yapmaya gelmiştim ” dedi.
Zeynep babasından güç alır gibi elindeki kitabı okşadı.
“Elbette” diye yanıt verdi.
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.