MAZLUM
Hiç sisli bir sabahta güneşi görmek için ufka doğru kör gözlerle baktınız mı? Sisin, ışık ile aranıza girdiği bir an oldu mu hayatınızda? Ne menem bir duygudur o. Güneşin doğduğunu bilirsiniz. Orada olduğunu bilirsiniz. Zati ışığı günü aydınlatmaktadır. Ama aslını göremezsiniz. Ve bir açlık basar içinizi. En azından benim içimi. Bilmek istersiniz. Hakikatine vakıf olmayı arzularsınız.
İşte, öylesi bir açlık içindeydim ben de. Güneşin olduğu yeri biliyor, günün ağardığını görüyor ama hakikate temas edemiyor ya da etmekten imtina ediyordum. Hayatım nereye gitmişti? Nasıl da böyle koltuk köşesi teyzesi muamelesine layık görülmüştüm? O esnada yanımda oturan hanımın huysuz kıpırtısı sayesinde içinde yaşadığım ana dönebildim.
“Kusura bakma evladım. Bu protez beni perişan ediyor. Beş dakika yerli yerimde duramıyorum. İnşallah geçecek, dedi doktor bey. İnşallah.”
Tekrar sislerin arasına dalıvermiştim. Mualla Hanım teyze sağ olsun. Nasıl da ağzını doldura doldura seslenmişti “Evladım” diye. Ne de güzel bir hitap. Canımdan olan. Sevdiceğim. Can parçam. Aah ahh; benim hiç lügatime giremeyecek bir kelime. La hecesini Mevlâ der gibi uzatacaksınız. O zaman ne de güzel tınlar insanın kulağında. O güzelim şapkalı â harfine şükranla dolar kalbiniz. Evladım. Canım. Can parem.
Hakikaten ne arıyordum ben burada? Hiç evlat sahibi olamayacak bir geçkin kadın. Kız istemez de ne yapar? Ben kim kız istemek kim? Nerden kapıldım bu rüzgâra. Turan’ın halt yemesi. İlla tutturdu “Abla n’olur sen de gel. Zengin gözükür. Senin ağırlığın yeter’ diye.
Ne biçimsiz laf! Ağırlığım yetermiş. Külçe altın mıyım mübarek? “Hâkime Hanım gelmiş” demeyi seviyorlar. Bilmiyor muyum ben? “Bir köşede otur, etliye sütlüye karışma yeter” demeye getiriyor. “Atamadık, satamadık bari bir işe yara” diyor. Manzaramı seviyor zahir. Evde kalmış, diyemiyorlar ya ona da şükür. O cübbe peşinde yakıp yıktıklarımı bilmiyorlar. Cübbenin içindeki insan da pek umurları değil zaten.
Bizim gelin çok doğurdu ya, hep bir havası olmuştur. İyi kızdır, hakkını yemeyeyim. Sayesinde anam babam torun gördü. Ama bana bir cakası vardır. İçten içe bir hasetlik. Belki de sadece bir öykünme. Yanımdan geçerken sırtını dikeltir misal. Boynunu geri atar. Kürek kemiklerini sıkıştırır. Başını yükseltir. Benim kıyıma oturmaz asla. Gider karşıma oturur. İyi kızdır, bilirim. Anama babama evlatlık etmiştir. Bana hiç saygısızlığı yoktur. Ama inceden bir önürdeşlik belki de. Senin makamın varsa benim de çocuklarım var der gibi. Ayol, ne takmışım şu çocuk meselesine meğer. Susmak bilmedi kafam geldiğimden beri. Kadın bir ömür ailemizle mis gibi geçinmiş. Sağlıklı, mutlu dört çocuk yetiştirmiş. Dört, yuh! Hadi bir yaptınız, iki yaptınız da dört niye?
Hepsi Mazlum’un yüzünden. Böyle gelip isteyivermişti beni annemlerden. Ben hukuk fakültesini birincilikle bitirmek üzereyim. Bahar dönemini de atlatırsam önümde kimse duramayacak. Ne hayaller içindeyim. Kendimle nasıl gurur duyuyor, ne arzularla yanıyorum.
Bir gün kapıdan girince baktım ki, babam telaş içinde gazeteyi bir eline alıyor, bir zigona bırakıyor. Annem üstümden mantomu aldığı gibi beni salona sürükledi. Hoş beş edemeden babam annemi susturdu.
“Kızım, nasılsın evladım? Günün rahat geçti mi?”
Ali Atıf Efendi. Böyle söze telaşla girdi mi belli ki arkasından mühim bir konu gelecek.
“Geçti babacığım, ziyadesiyle. Siz de afiyettesiniz inşallah?”
“Afiyetteyim evladım, şükür. Lakin bir konu zuhur etti. Uzatmadan açalım istedim. Pek hassas bir konu. Senin de fikrini sormak icap eder.”
Hassas konu dendi mi biliyordum artık. İsteme konusu.
“Elbette babacığım.”
“Bizim Mansur Beyin oğlu Mazlum’u tanıyorsun. Hani şu otomobil işleri ile uğraşan.”
“Tamirci olan Mazlum mu babacığım? Hani mühendislik okuyamayıp çırak verdikleri oğlan.”
“Evet yavrum o Mazlum oğlan. Beraber büyüdüğünüz. İki büyük kız kardeşine pek düşkün. Babası rahatsızlanınca aile geçimine katkıda bulunmak için fakülteyi bırakan, mahallelinin çok sevdiği Mazlum.”
“Tanıyorum babacığım. Çok değil tabii. Ben lisede yatılıya gidince onları pek göremedim. Sonra da fakülte malum. En son 13-14 yaşlarındaydık herhalde beraber gezdiğimizde.”
Babam lafın gidişatından pek hoşlanmamış olacak. Ciddileşti.
“Mansur Bey ve hanımı, seni Mazlum’a istemek için gelecekler. Gün sordular. Biliyorum başka talipleri hep geri çevirdin. Ama yakında mezun olacaksın. Mansur Beyler çok eski dostlarımız. Mazlum elimizde büyüdü, temiz namuslu, zarif bir oğlan. En azından bir misafir edelim. Ne dersin?”
Elleri yağ içinde işçi tulumuyla sokak başında beni gözleyen oğlan. Beyaz tenli, kıvırcık siyah saçlı gözleri sürmeli, yakışıklı mı yakışıklı. Ama işte, mühendis olamamış oğlan. Ne ağlamıştım o gece. Hatta o hafta. Babam bana bu oğlanı nasıl yakıştırır, diye. İsteme günü siyah entari giyeceğim diye tutturmuş, anneme havale geçirtmiştim.
Çiçekleri, çikolataları, bir de seviyorum diye aldıkları badem ezmeleri ellerinde öylece oturmuşlardı, ben fakülte hayatını, nasıl avukat çıkacağımı anlatırken. İsterseniz biraz gezin, dediklerinde yüzümde beliren ifadenin sesini ben bile duymuştum kaslarımın hareketinden. Anacığı nasıl da vakur, eşini toparlayıp çıkartmıştı bizim evden, daha fazla rencide olmamak için.
Mazlum. Bir diploma dahi alamamış oğlan. Başarısızlığın timsali. Hakikaten öyle miydi? Oğlu da kızı da doktor çıkmıştı son duyduğuma göre. Mazlum vefat etti gerçi geçen sene. Ama çocuklarına iyi bir gelecek, mazbut bir miras bıraktı. Eşi hanımefendi, yasını makul bir süre yaşadıktan sonra tekrar cemiyet hayatına katıldı. Mazlum bir diploma sahibi olamadı ama konu komşunun sevip saydığı belki de benimkinden daha cesur bir yaşam yaşadı.
Bir anda güneşle arama giren o sis aydınlandı. Sanki bir kavrayış yıldırım gibi ruhumu ortasından yarıp geçmişti.
Mazlum’u hiç insan gibi görmemiştim ben. Sesini bile anımsamam o günü düşündüğümde. Bir fikri var mıydı? Ne düşünmüştü de kapımıza gelmeye cüret etmişti. Hiç insan yerine koymamıştım hakikaten. Kim bilir, insan olarak görseydim birilerini benim de eteğimde, kucağımda bir evlat olurdu belki de. Sesimde o çok sevdikleri, bana layık gördükleri otoriter makam değil de cilveli bir anaçlık tınlardı belki. “Evladım” dediğimde önünü iliklemek değil, omuzuma başını yaslamak gelirdi mübaşir delikanlının aklına.
Sahi, ne güzel kara gözleri vardı Mazlum’un. Belki de böyle koltuk süsü gibi çağırmasa kardeşim beni, aklıma düşmezdi hiç Mazlum’un insanlığına onca kör oluşum. Kalkar mıydı bu sis benimle güneş arasından? Kendimden beklentilerim. İnadım ve şımarıklığım. Şöyle bir baktım etrafıma. Herkesin uzağında. Boynu dik. Sopa yutmuş gibi bir kadın. Hâkimliğini, makamını apolet gibi sırtlamış. Kaf dağından inebilir miydim acep? Yoksa, onun da yaşını kaçırdım mı acaba?
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.