emre anilmis
Emre Anılmış

ESEN RÜZGARLAR

 

‘‘Çek o elini Selma’dan’’ demeyi çok isterdim.

Öyle sert ve haşin duygularla bakıyor ki gözlerimi gözlerinden kaçırmama sebep oluyor. Ela renkli, hareli gözleriyle provası yapılmış bir sahneyi canlandırıyor gibi… Bizimkisi ise arada kalmış bir sevdanın şipşak vesikalık halinden başka bir şey olamaz. Çaresiz tutunmaya çalıştığım bu aşk olaylarında her zamanki gibi en yakınımın aşkına tutulmaktan geri kalmamıştım.
Selma’yı ortaokuldan tanırım. Aynı sınıftaydık desem yeterli olur herhalde. Sınıfta herkesin bir platonik aşkı vardı.Bu konuda seçim şansımız pek fazla olmazdı. Herkes kendine birer eş belirler, tüm okul hayatı boyunca duvarlarını o kızın resimleriyle süslerdi. Benim de duvarımda yer alacak kişi belirlenmişti. Bu kişi Selma’dan başkası olamazdı.
Selma ile sınıfta pek fazla konuşmazdık. Aslında Selma kimseyle pek fazla konuşmazdı, desem daha doğru. Kendini yüksek sınıf, aristokrat biri olarak görür, ailesi de onu bu konuda uyarmaktan çekinmezdi. Derin düşüncelere dalıp gitmekten ve onunla birlikte kurduğum hayallerden geri duramazdım. Genelde düşlerim; onunla beraber gittiğimiz caddenin en işlek köşesindeki meşhur roma dondurmacısından aldığımız İtalyan karamelli ve fıstıklı dondurma ile tüm caddeyi içten bir şekilde sohbet ederek turlamamızdan ibaretti. Bir elimde dondurma diğer elimde Selma’nın eli ile tüm şehir halkına kendi rüştümü ispatlar şekilde, haklı ve gururlu bir bayrak merasimi ile rüyalarım sonlanırdı.
-Dondurmacı! Dondurmalarım var! Dondurmacı! Ne vereyim çocuklar?
Selma her zamanki gibi aynı tercihi yapmıştı. İtalyan karameli ve fıstık. Sevgilisi ise ondan farklı bir dondurma çeşidi ile külahta değil de kapta almayı tercih etmişti. Dondurma kapta mı yenir? Külah dururken. Böyle zevksiz biri ile karşılıklı dondurma yemekte, insanın midesine kramp girmesine neden oluyordu. Tabii ki bu duruma karışmadan kendi dondurmamın hazzına bakarak, bir gözüm dondurma bir gözüm Selma’da olarak, çocukluğumuzdaki gibi anı yaşadıktan sonra güneşli havanın keyfine bakacağım.
Havanın ısınmasıyla birlikte bir yandan da ısırdığı zamanlar gelmişti. Sezonun erken açılmasına, havaların da erkenden ısınmasına rağmen bazen gün içerisinde soğuk esen rüzgarlara da tanıklık ediyorduk. Aynı Selma’nın bana karşı yapmış olduğu bir soğuk bir sıcak oyununu tekrarlayarak sahneye koyması gibi karşımda bir filmin sekansları oynanıyordu. Sevgilisi bir anlık ayağa kalktı ve tuvalete gideceğini söyleyerek yapıştığı Selma’dan yavaşça, kıvrıla kıvrıla ayrıldı. Selma ile ikimiz başbaşa kalmıştık. Epey zaman sonra ilk defa oluyordu bu. Bir süre uzun uzun denize baktık. Sonra boş gözlerini bana çevirerek Selma:
-Abin ne kadar düşünceli birisi değil mi? dedi.
-Evet, hem de çok.
-Abin çoğu insandan kat kat saygılı ve düşünceli biri.
-Evet, öyledir.
Seneler sonra Selma ile aramızda geçen ilk diyalog bu oldu. Bunca yıl, bunca uzaklık, bunca ara, bunca mesafe insanı iki cümle etmeye, aradaki soğukluğu kapatmaya, kişisel sebepleri ötelemeye neden olabiliyormuş. Benim Selma ile alıp veremediğim yoktu. Aramızda soğukluğa yol açacak nedenler olacağını düşünmüyorum. Sanırım o zamanlar da -belki çocukluğumdan kaynaklı olabilir- çocuklar arasında çıkan saçma sapan dedikodulara inanıp Selma’yı haksız yere o girdaplı çukura atmamıştım. Belki kendi kendimi boş yere, zihnimin derinliklerinde kurtlu düşüncelerle duvardan duvara halı misali bir o yana bir bu yana iteklemiştim ama yine de Selma’ya toz konduramamıştım.
-Mısırcı! Mısır ister misiniz? Mısırcı!
Selma mısırı da çok sever. Yani seviyormuş. Sevgilisi mısırı asla sevmez, hiç haz etmez. Çocukluğundan beri ne zaman mısır yese anında tuvaleti gelir, orayı işgal ederdi. Şu anda da işgal ettiği gibi, halbuki henüz mısır da yememişti. Demek ki yediği dondurma bağırsaklarının çalışmasına neden oldu. Selma oldukça hızlı ve atik bir şekilde mısırını da yemişti. Üstüne de ufak ve sessiz bir geğirme ile günü taçlandırmıştı.
Sevgilisi en sonunda plaja teşrifte buyurmuş, yüzünden ve gözünden anlaşılacağı üzere çok fazla çaba sarf etmişti. Plajın en stratejik konumunda bulunuyor, gelen geçene dikiz aynasıyla bakıyor, insanların sudaki danslarına gözlerimiz birebir şahit oluyordu. Sonunda dayanamayıp buraya neden geldiğimizi sordum. Ardından kendimi derin ve şehvetli Akdeniz sularına attım. Arkamdan Selma, onun arkasından sevgilisi atladı. Acaba boğabilir miydim onu?
Sinsi sinsi suyu yüzüme doğru atması ve Selma’yı boynunun üstüne alması ile denizin dalgalı hâli, tatilimizin tutkulu bir bölümünü oluşturuyordu. Dipsiz dalgalarla bir yukarı bir aşağı çıkarak kendimizi derin noktalara atmamaya çalışıyorduk. Selma sevgilisinin elinden tutarak köpüklü dalgalara yürüyordu. Sevgilisi ise dur durak bitmeyen rüzgâra karşı duvar gibi önüne geçip onun üşümesine engel oluyordu. İkisi de oldukça uyumlu ve bir o kadar da birbirini kollayacak şekilde denizin keyfini sürüyordu.  Sonunda Selma uzun çok üşüdüğünü belirterek plaja doğru yüzmeye başladı. Sevgilisi ile ben denizin tam ortasında kalakalmıştık.
-Beni kıskanmıyorsun değil mi kardeşim?
-Hiç ilgisi yok abim.
Oracıkta onu boğmama ramak kalmıştı. Ama bir türlü elim ve gönlüm el vermedi. Denizden çıktık ve plajdaki havlularımızın olduğu yere doğru geldik. Selma, sevgilisi ve ben aynı yerlerimize geçtik. Sevgilisi Selma’yı bir elinden tutarak havlunun üstüne yatırdı. Ben de yakınlarında gözlerimi kaçırmış gibi yapıp, bir yandan onları dikizledikten sonra Akdeniz’in sıcak ama bir o kadar da ürperten sularına karşı, sabah çektirdiğimiz fotoğrafa göz attım.

 

  • Öykü, Panzehir Akademi Yazı Atölyesi dersinde yazılmıştır.

 

Panzehir Atölye yazarlarının diğer öykülerine buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir