Buket
Zerrin Saral

BUKET DÜZGEN’LE “İNCİ SABRIYLA GEÇTİM YANINIZDAN” ÜZERİNE

“Yol boyu yazdıkça, sabırla ilişkim değişti.”

 

Buket Düzgen’in İnci Sabrıyla Geçtim Yanınızdan adlı şiir kitabı, geçtiğimiz günlerde Pikaresk Yayınevi’nden çıkarak okurla buluştu. Pek çok dergide yayımlanan öykü ve şiirlerinden tanıyoruz kendisini. Söyleşimiz  İnci Sabrıyla Geçtim Yanınızdan üzerinden yol alırken yazma eylemi ve edebiyatın güncel konularını da kapsayacak. 

 

Kaleminizi, dergilerde yayımlanan şiir ve öykülerinizden, ilk şiir kitabınız Hüznüm Çok Çalışkandı ve Yola Yazı adlı deneme kitabınızdan tanıyoruz. Yazmak, yaratmak eylemi sizin için ne ifade ediyor? Ya da neye karşılık geliyor?
 Bu sorunuzu biraz açarak cevaplamak isterim. Aslolan yazma sürecinin kendisi diye düşünüyorum.  Kendimi, içimdeki sesleri anlamlandırırken, bazen de sakladıklarımın açığa çıkmasıdır yazmak. Varoluşumuza dair büyülü bir hâl bu bence. Bu büyü, en çok çocuklukta saklı gibi geliyor bana. Çocukken aynaya bakarak oyunlar oynardım; türlü türlü hâller, bazen bir kedi ya da yaramaz bir bebek olmayı deneyimlerdim. Anaokulunda çalıştığım dönemde çocukların ayna oyunlarını çok sevdiklerini gözlemlemiştim. Ama benim oyunum biraz farklı gelişmişti; bir gün sadece aynaya bakmış ve hiçbir şey olmak istememiştim. Uzunca baktığımı ve biraz da hüzne benzeyen “bir şey” gördüğümü hatırlıyorum aynada. Bu durumu şimdi düşündüğümde bunun bir karşılaşma anı olduğunu seziyorum. Benim için yazmak da böyle bir şey! Derinde duran, beni bekleyen, ancak oraya doğru gidersem bana kendini verecek olan ‘şey’ için yazıyorum sanırım. Bir ben var benden öteye, duygusu da diyebilirim.

Pek çok şair, yazar kitabına isim bulmakta titizlenir, zorlanır. Kimi önceden kimi eser bittikten sonra bu arayışı tercih eder. İnci Sabrıyla Geçtim Yanınızdan, adını nasıl var etti, nasıl doğdu?
Dosyamı tamamladıktan sonra ben de isim arayışına geçtim. Tekrar okumalarım sırasında aklımda birkaç isim vardı. Kitap bütünlüğünü kavraması nedeniyle, İnci Sabrıyla Geçtim Yanınızdan, olmasına karar verdim. İlk kitabımda, “Ne eylersen eyle, bir tüy misali geçiyorsun insandan” demiştim. Bu kitapta ise yol akışı ve geçip gitme hâlinin biraz daha belirginleştiğini düşünüyorum. Mevlana’ya atfedilen derin bilgelik barındıran bir söz var: “Dünyada yaşamıyorsunuz, dünyadan geçiyorsunuz!” Ben de herkes gibi dünyadan geçip giderken, kendini oldurmaya çalışan biriyim. Düşe kalka yaşadıklarım da bu geçiş hâlinin içinde gibi geliyor. İnci sabrını var eden, bu durumu fark edip duyumsamış olmam.
Şiirlerinizden hatta okuduğum kısa öykülerinizden de biliyorum; kaleminizin kalıcı, duyarlı, meseleyi kökten kavrayan aynı zamanda da naifçe sarsan bir yapısı var. Hani hep neyi anlattığımız değil, nasıl anlattığımız öne geçer. An adlı şiirinizde “Koş Alfie koş, yasla başını şiire” dizeleriyle buna tanıklık ediyoruz adeta. Daha da ileri gidersek sözün seslenişle/ seslenişiyle yaraya bir şekilde parmak basma hâli. Neler söylemek istersiniz? 
 Öncelikle kalemime dair düşünceleriniz için çok teşekkür ederim. Evet, şiirlerimde yaranın kendisiyle derdim olduğunu ben de düşünüyorum. Şiir, anlamsal düzeyde en az sözcükle çözülebilirliğin vaadini de taşır bence; ama aynı zamanda çoğalabilmenin imkânı da yok mu burada? Bir bakıma, yaranın içimizde açtığı dilsizliği, varlık güvencesi olarak şiir sahiplenir. Şiirlerimin oluşumuna dair bilgi vermek pek yaptığım bir şey değil. Çünkü okurla şiir arasına girmek istemem. Ancak, sözünü ettiğiniz  ‘An’ şiiri özelinde dile getirmekte sakınca görmüyorum. ‘An’ şiiri okuduğum bir gazete haberinin etkisiyle oluşmuştu. Haberde Alfie isimli bir gencin yaşıtları tarafından uğradığı zorbalık ve karşısında her şeye rağmen acısını usul usul şiir yazarak aşmış bir Alfie duruyordu. Şiir özelinde bu olay beni etkiledi; Alfie’nin ötekileşmesine sebep olan kızıl saçlarına ben de şiirle dokunmak istedim.
 
(…) Kim iyileştirir boğmaca olmuş evleri
Yenik düşmüş pencerede
O bungun sızıyı kim duyar?
 
“Atların Sızısı” adlı şiirinizden bu dizeler. Sanatla, düşünceyle uğraşanlar için zor bir coğrafyada yaşıyoruz. İncelikler kadar gelgitlerle yaşamak bir anlamda. Zor değil mi şair olmak, şiiri sırtlanmak. Şiirinizde sorduğunuz, o bungun sızı başka bir deyişle “inci sabrı” içeride kopan gürültünün bir çeşit yansıması mı?
 Evet, çok zor bir coğrafyada yaşıyoruz gerçekten. Ki ben ülkemden uzak, özellikle gelecek kaygısını aşmış, refah toplumu dediğimiz ülkelerde yaşarken, ülkemdeki hakça olmayan uygulamalara, özellikle kadın ve çocuklara dayatılanlara hep dertlendim. Ama şiir, hayatı olduğu gibi kabul edemeyenlerin ihtiyacı değil mi, en çok. Düşünüyorum da olduğu gibi hayata razı olsaydım şiir de yazmazdım sanırım. Dediğiniz gibi, bungun sızı, başka bir değişle inci sabrı, derindekini inceliklerle örüp, yazarak dışarı akıtmak… Hayatı çözemediğimiz için de yazıyoruz; olmak/olduğunu bilmek ve yol boyu geçip giderken kendini oldurmaya çalışmak, Bir varlık olarak kendini açığa vurmak, insanın en dertli konularından biri bence. Şiirin her şeye rağmen bu dertli alanda gezinirken, elimi tutan bir olanak olduğunu da biliyorum. Murathan Mungan, Küre kitabında şöyle der: “Şiir, saklı olanla açığa vurulan arasındaki ifade geriliminin cisimleştiği en güçlü alandır.” Belki de içeride kopan bu gürültü, aynı zamanda gerilimin kendisidir, bizi diri tutan.
Kentler, ayrılıklar, suskunluk, yorgunluk, düş kırıklıkları, sitemler, özlemler ve pek çok atmosferlere sahip dizeler düşsel bir alegori oluşturuyor. Aşırıya kaçmadan kullandığınız imgeler, şairin bilinçli bir tercihi olarak mı çıkıyor karşımıza?
 Evet, imgede aşırıya kaçmamak bilinçli bir tercih. Acı, ayrılıklar ya da susmalar… Hep gizli bir yerlerden, bir iç bilgi, iç ses gibi çıkageliyor. Şiir bana bilmediğimi de öğreten bir ayna oldu diyebilirim. Bu anlamda imgeyi dengeli kullanmayı seviyorum, aşırıya kaçırdığınızda, şiirin duygu katmanını azaltan bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Sevgili Zerrin, siz de özlemez misiniz bazı şiirleri? Yeniden okumak, sesini duymak istersiniz; tüketemediğiniz şiirlerdir bunlar. Benim için bu tüketilemez şiirler hep yalın şiirlerdir. İmgenin de tadına varırsınız böylelikle. Örneğin, Gülten Akın’ın şiirini dönüp dönüp yeniden okumak isterim. Başucumdan ayıramam. Çok yeni, İşte Öyle Yaşlandım kitabından kısa şiirlerini yeniden okudum. Bakar mısınız, insanı nasıl da içine çekiyor. Sözlerin bumerang gibi/döner yaralarsa seni/ağzın dilin gereksizdir/susarsın.”
 Evet, ben de her özlediğimde koşarım o şiire. Bakmışım bir sakinlik gelmiş üstüme, bilirim duymuş bilirim görmüş şiir beni. Peki, diğer kitaplarınız arasında, İnci Sabrıyla Geçtim Yanınızdan’ı nereye koyar, nasıl tanımlarsınız?
Daha özgür, daha akışında ve içime sinen bir kitap oldu. Uzaklar, gelgitler içinde hep yeniden başlarken, sıkıştığımı hissettiğim zamanlardan geçtim. Bu süreçte, kendime tutunma ihtiyacıyla, günlük tutmaya başlamıştım. Başlangıçta edebi olma kaygısı taşımadan, sadece bana iyi geldiği için yazdım. Yaptığımız yolculukların, içimde gizli bir patika oluşturduğunu anladığım sırada, yurtdışında yaşayan Türklere açık bir öykü yarışmasına katılmıştım. Yazdığım ilk öyküyle ödül aldıktan sonra da farklı bir bilinçle devam ettim. Yolda olmak böyle bir şey sanırım, hesapsız, sizin bile nereye varacağını bilemediğiniz bir süreç. Üçüncü kitabım, İnci Sabrıyla Geçtim Yanınızdan ise doğal olarak daha fazla yaşanmışlıkla birlikte, hüznün yanına, yaşadıklarıma dair içsel bir kabul de taşıyor bence. Aslında bu sorunuzun yanıtını, en çok okurun vermesini tercih edeceğimi ilave etmek isterim.
 Dönemin toplumsal, siyasi vb. sorunlarına yeteri kadar sanatçı duyarlılığının sağlandığını ya da popüler kültürün baskın gelmesi ile bir eksilmenin yaşandığını düşündüğünüz oluyor mu?
Bugün yaşadığımız pek çok sorunun bizi birbirimizden ayrıştıran, yeniymiş gibi servis edilen pek çok tepeden verilen kararla ilintili olduğunu düşünmeden edemiyorum. İnsanlaştırma eğitimi eksik bu toplumda. Bizi bölen her türlü ayrıştırma; ne dediğin değil de hangi taraftan olduğuna göre, sözün dinlendiğine tanık oluyoruz, maalesef. Toplum olarak değerler erozyonu yaşarken, günübirlik, daha çok kendi köşesini korumaya yönelik pek çok tutum da sinsice yerleşti. Popüler kültürün ise bu günübirlik yapının içinde kolayca kendine yer bulması hiç tesadüf değil. Elbette burada sözünü ettiğim sanatçıların duyarsızlaşması değil, sanatın ulaşabildiği alanlarda yaşanan daralmayla birlikte, bu duyarlılığın hak ettiği karşılığı bulamaması sorun. Değerli ve nitelikli olanın sesinin daha çok duyulacağı cesur adımlara ihtiyacımız var.  Sanatçı duyarlılığıyla, kendi tanıklıklarımızla düşüncelerimizi ifade etmeyi sürdürmemiz önemli.
Sabır sözcüğüne yüklediğiniz anlamın,  sizde neye karşılık geldiğini merak ediyorum.  
Yaş aldıkça ne için sabretmeliyim düşüncesi oluştu bende. Bu asla bencillik değil, ne istediğini, hayallerini, zamanını tutumlu kullanmayı öğrenmek. Kendisi için seçmeyi, ne için sabredeceğini biraz da aldığı yaralarla öğreniyor insan. Bizim kuşağımız sabretmeyi hep yüce bir değer olarak öğrendi değil mi? Hayatımızı anlamsızlaştıran, dönüştürmeyecek şeyler için çok fazla sabretmenin zaman kaybettiren bir şey olduğunu kimse öğretmemişti bana mesela. Yol boyu yazdıkça, sabırla ilişkim değişti. Faruk Duman, Yazmalı Defter’de der ya, “İki taraflı bir inşa söz konusu; yazar yazıyı inşa ederken, -farkında olmasa da-  yazı da yazarı inşa ediyor.” İşte bunları fark ettikten sonra, sabrın anlamı da değişiyor galiba. Rainer Maria Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar kitabında, “Sabır her şeydir” der.  Bu sözü sanat yaşantısı için kullanmış aslında. Gündeliğin dayattığını bir şekilde yaşıyor olsak da gündeliği aşan, sanat için de yaratmaya çalıştığımız bir ikinci hayata ihtiyaç duymak… Kendimizi geliştirecek okumalar, edebiyatın bizden beklediği meraklar, araştırmalar içinde olmayı önemsiyorum. Tüm bunlar için, gerçekten sabır her şeydir! Sürekli üretim halinde olmak zorunluluğundan çıkıp  sanatsal olgunluğa giden yolu takip etmemiz, en çok da hayatın bütünlüğünün bizden beklediği sevgiyle yol almak en değerli çaba değil mi?
 Ve size son olarak tezgâhta ne var, diye sormak istiyorum.
Şiir, her zaman benimle beraber, kopmak da pek olanaklı değil. Öylece, yaşantıların içimde demlenmesiyle gelip yerleşiyor. Hiç olmadık anlarda, bazen tek bir dize olabiliyor; dürtüp şiire çağırıyor beni. Bazen günlerce sürüyor o şiirin bendeki kalışı, ama bir şiiri öylece bırakmayı da bilmek lazım. Ayrıca üzerinde çalıştığım, yayınlanmasını umut ettiğim bir öykü dosyam da olanca varlığıyla çalışma masamda. Sizde de öyle mi, bilmiyorum sabit bir masam yok, gezgin gibi mutfaktan balkona dolaşıp duruyor.
Belli belirsiz her zaman diliminde, bir kâğıt, bir kalem işe yarıyor. Ama disipline olup sonrasında bir masada uzun zamanlar geçiyor. Evde maalesef tek bir masa var. (Küçük.) Her şey masası. Ne çekiyor elimden kim bilir.
 

 

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir