SEYYAH
Çeyrek yüzyıldan biraz fazla yıl önce, Rusya’da bir köyde doğdum. Bende başlangıç ve bitiş duygusu yoktur. Bana ne zaman doğduğumu söylediklerinde üzülüyorum. Söylediklerinde kaç yaşında olduğumu hatırlıyor, dahası zamanın yükünden kurtulamıyorum. Bazen, ıssız bir adada doğup yaşasaydım ölümün varlığından da kuşku duymazdım, diye düşünürüm. Ama her insan ölüm duygusuyla doğar bunu biliyorum. Çıkacağım yolculuk bu kuşku ile başladı ve ben zamanın karanlığında kaybolan bu toprakların ölümsüz yazarını aramak için yola koyuldum. Petersburg’dan Yasnaya Polyana’ya, Tolstoy’un evini ziyaret etmek kalan ömrüme bir hediye olacaktı.
Köstekli saatimi ıslak kabanımın cebinden çıkardım. Kol ağzıyla saatin buharını sildim. Trenin gelmesi an meselesiydi. Çantamı sırtladım. Giden yolcu peronuna doğru yürümeye başladım. Yürürken ağzımda mırıldandığım şiire ayaküstü bir beste yazmıştım, hatırlıyorum. Trenin varış düdüğü çalıyordu. Raylardan çıkan dumanlar, demirin yanık kokusu, yolcuların telaşı, indirilip kaldırılan eşyaların sesleri, hepsi ama hepsi birbirine karışmıştı. Kendi vagonumu bulmak için ilerledim. Biraz aradıktan sonra nihayet kalacağım 45 numaralı kompartımanın önünde durdum, kapıyı araladım. Sağ taraftaki koltuğun pencere kenarına ilişmiş yaşlı bir adam vardı. O da yağmurdan nasibini almıştı belli ki. “Merhaba” deyip karşısındaki koltuğa oturdum. Dinç görünüyordu. Yaşlı kelimesinin tam karşılığı olmasa da yaş almış tanımlamasına uyuyordu. Merhabama ses vermedi. Bir önceki günden hazırladığım yolluğu çıkarmak için, yanıma iliştirdiğim çantama elimi attım. Ekmek ve elma, açlığın karşısına koyduğum en lezzetli ikiliydi. Dumanı üzerinde hiçbir kuzu eti, bu lezzete galip gelemezdi. Yaşlı amcaya “Biraz ekmek biraz de elmam var, ikram edeyim ister misiniz?” diye sordum. Başını iki yana salladı, elini kaldırdı, hayır, dercesine. Ben yemeye devam ettim. Yedikçe içim ısınıyor, yağmuru yiyen vücudumun ıslaklığı buhar olup uçuyordu.
Birden kapı aralandı. Kondüktör “Bilet” diye seslendi. Bir yandan da elindeki deftere bir şeyler karalıyordu. Biletimi çıkardım ve uzattım. Birkaç saniye inceledikten sonra işaretleyip iade etti. Gitmedi ve elindeki deftere bir şeyler yazmaya devam etti. Belli ki yaşlı adamın da biletini uzatmasını bekliyordu. İhtiyarın yüzünde cansız bir ruhun bakışı vardı. Trene biletsiz binmiş olabilirdi. Parasızdı, açtı, üşüyordu ve de yolcuydu. Elimi cebime attım. Bu uzun yolculukta keyfimi kaçıracak bir durumla karşılaşmak işime gelmezdi. İhtiyarın bilet ücretini verip onu başımızdan savmalıydım. Fakat diğer kompartımandan gelen gürültüyü duyan kondüktör, sesin geldiği yöne doğru hızla hareket etmeye başladı. İçimden, oh, geldiğinde parasını verir başımızdan def ederim bu belayı, diye düşündüm.
834 kilometrelik bu yolculuğun birinci bölümü bu şekilde başladı. Artık trenin içindeki sıcaklık iyice içime işliyordu. Açlık yoktu, ama tokluk da değildi hissettiğim. “Şekerleme yapsam iyi olacak” diye düşündüm. Hem yaşlı adam da uykuya dalmıştı. Yol uzun, yolculuk yorucuydu. Elimde Savaş ve Barış vardı. Daha önce de okumuştum; daha doğrusu Tolstoy’un bütün romanlarını hatmetmiştim. Ona duyduğum derin hayranlık beni bu yolculuğa itmişti. Onun doğduğu evi görmek, kitaplarında anlattığı odalarda yürümek fikri aklımı başımdan alıyordu. Uykuya dalarken, öylesine çevirdiğim bir sayfaya ilişti gözlerim: “Alıştığımız yolun dışına çıktığımız zaman her şeyimizi kaybettiğimizi düşünürüz, ama yeni ve iyi bir şey ancak o zaman başlayabilir.”
Sabaha kadar deliksiz uyumuştum. Gözlerimi açtığımda karşımda bakışlarını bana kilitlemiş ihtiyarı gördüm. Elimi çantama attım ve akşamdan kalan ekmeği çıkardım. İhtiyarın da aç olabileceğini düşünerek “Alır mısın?” diye sordum. “Teşekkür ederim” deyip kabul etti. Bu dün akşamdan beri ilk diyaloğumuz bu olmuştu.
“Acıkmış olmalısınız, dün pek bir yorgun görünüyordunuz” dedim.
“Petersburg yağmurun esiri olmuştu, hepimiz nasibimizi aldık. Ölmek için doğmuştur insan. O yüzden her yağmur sonrası toprak kokusunu sever. Sen de Petersburg’dan ayrılmadan önce toprağın kokusunu hissettin mi?” diye manidar bir soru ile karşılık verdi.
Ben “Petersburg’un yağmuru toprağa değil, efendilerin ceplerine yağıyor” dedikten sonra ihtiyar da tebessüm etti. Bu cevap hoşuna gitmişti.
Moskova tren istasyonuna az kalmıştı. “Sahi yolculuk nereye?” diye sordum. “Durmam gereken yere kadar yolcuyum” dedi yaşlı adam. Gideceği yere dair en ufak bir sözü yoktu. Konuşmak istemiyor gibiydi. Belki de varacağı bir durak yoktu. Tren düdüğü çalmıştı. Yolculuğun ikinci yarısı başlamak üzereydi. Tula’ya giden tren için aktarma yapacaktım. Tren 11.40’taydı. İhtiyara dönüp “Şimdi nereye gideceksin?” diye soracaktım ki “Tula’ya” dedi. “Hadi o zaman” dedim. Trenden indik, gar hınca hınç doluydu. Doğuya, batıya, güneye ve kuzeye giden yolcular doldurmuştu beton duvarlarla çevrili, tahtadan oturakları. “Tula yolcusu kalmasın” diye bağırıyordu bir görevli. Ben de aynı şekilde “Tula yolcusu kalmasın” diye tekrarladım gülümseyerek. İhtiyar “Mart kapısında, tren garında, çantası yırtık bir Nevbahar mızıkasının ucunda yaprak açtı, Tula’ydı adı” diyordu trenden içeri girerken. Benim pulman numaram 19’du. Onun bileti yoktu. Bu, o da 19 numaralı koltukta yolculuk yapacak demekti. İçimden, kaçak yolcu bu gariban, görevliye izah eder, neyse veririm parasını ihtiyarın, diye geçirdim.
Koltuklarımız oturur oturmaz “Şimdi sen söyle, senin yolculuk nereye?” diye sordu ihtiyar.
“Yasnaya Polyana’ya” diye cevapladım.
“Niçin?”
Elimdeki Savaş ve Barış’ı göstererek “İşte bu ve bunun gibi şaheserlerin çıktığı mekânı görmeye gidiyorum” dedim.
Hava soğuktu, gök karanlık; 13.05’i gösteriyordu köstekli saatim. Trenin penceresinden gökyüzüne doğru baktım. O sırada ihtiyar “Benim lavaboya gitmem gerekiyor” dedi. Başımı salladım. O gittikten hemen sonra görevli kapının sürgüsünü çekti ve içeri girip “Biletler” dedi. Bileti uzatır uzatmaz, hiç incelemeden kaşeyi bastı ve hızla çıkıp gitti. İhtiyara bak sen, ne şanslı çıktı, diye geçirdim içimden. Yaklaşık iki dakika sonra geldi ihtiyar. Trenin 15.00’te Tula’ya varması gerekiyordu. Tula’dan sonra otobüs ile devam edecektim son durağıma. Şimdilik ihtiyar ile olan dakikaların tadını çıkarmaya bakıyordum. Karşılıklı ezberden Tolstoy okurken, adeta gezi öncesi sınav tekrarı yapan bir öğrenciye dönmüştüm. İstasyona yaklaşan trenin, garı nasıl selamladığını görmek için pencereden tekrar uzattım başımı. Fakat açılan kapının sesiyle irkildim. Görevli “Tula yolcusu kalmasın” diye bağırdı. Tedirgin olmuştum. Şimdi ihtiyarı bileti olmadığı için azarlayacaktı.
Kondüktörün geldiğini görünce elimi hemen çantama attım. Apar topar çıkardığım parayı uzatarak “Lütfen memur bey, ihtiyar benim yol arkadaşımdır. Bileti yok fakat ben onun yerine ödeyeceğim. Sakın işlem yapmayın” dedim.
Her günkü rutininden bezgin haldeki adam, umursamaz tavrından çıkıp “Beyefendi ne demek istediğinizi anlayamadım. Niçin para uzatıyorsunuz?” diye karşılık verdi.
“Karşımda duran ihtiyarın bileti yok, fakat onun yerine ben ödeyeceğim. Lütfen problem çıkarmayın, biletin ücretini alır mısınız?” diye yineledim. Adam, önce kompartımandan içeri, sonra bana baktı. “Fakat hangi ihtiyar?” diye sordu.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Fakat çok güzeldi..
Nevin Arvas çok beğendim. Kompartımanı, yolu, ihtiyari ve sizi çok sevdim.
Bu yolculukta bana ve ihtiyara arkadaşlık ettiğiniz için ben teşekkür ederim☘️