9-14-2014 0-38-22_109bwk
Meriç Öz

MAHRUMLAR

Dirseklerimi dizime, topuklarımı berjerin oyulmuş kısa ayaklarına dayamış bir şekilde, yüzümden göğsüme doğru yayılan kızgın kanın işini bitirmesini bekledim. Parmaklarım şakaklarımda, böyle genişlemeye devam ederse kanalizasyon borusuna dönüşeceğini düşündüğüm migren kırbaçlarımın öfkesini, yuvarlak daireler çizen bir masajla yatıştırmaya çalışıyordum. Dudaklarım aralıktı fakat bu sefer bruksizmimi manipülasyonlarla yok edebilmek amacıyla kasten açık bırakmıyordum onları; ağladığım için tıkanmış solunum yollarından yalnızca biri nefes alarak hayatta kalmama müsaade ediyordu.

Kafamda okuduğumdan beri etkisini yitirmeyen ünlü bir yazarın sözleri, oturacak uygun bir yer ararcasına dolaşıyordu: “Sevilmeye alışkın değilim. Ne yapacağımı bilemezdim.” Sahi tüm bu sevgi mahrumları kalkıp yazar olmak zorunda mıydı? Psikopatlaşıp etrafındakilere işkence etmeyenler hariç. Kişi bilmediği için değil öğrenmediği için utandırılırdı fakat bunu öğrenmek için hangi okula kaydolunmalıydı?
Fiskosun üzerindeki petrollü mentol kremi, belli ki ağzımdan aldığım için yetersiz olan oksijenle genleşen damarlarımın deri kılıfına yedirerek sürdüm. Kucağıma bıraktığım ellerimden sağ başparmağım sol avcumun içinde sıkışmış, sağına soluna dönmeye çalışıyordu; yalnızlığının yarattığı hüznü partneriyle böyle teselli etmeye çalışması takdir edilesiydi. Giderilmesi şart bir rahatsızlıktı bu temassızlık; söz konusu aynı vücuda ait, yıllarca sadece birkaç santim uzakta yaşamış olan beşer parmak da olsa mevzu evirilmiyordu.
Onlar bu yeni koşullara adapte oladursun yüzümü aynaya çevirdim. Yüzümdeki ifadenin ruhsatsız olduğuna dair bir hisse kapılmamdan kaynaklı, korkulu birkaç salisenin ardından, odanın diğer ucundaki abajurun yetersiz ışığının dahi saklayamadığı gözlerimdeki koyu kızıllık suç mahallini andırıyordu. Oralarda bir yerde bir şeylerin kanı dökülmüştü. Gözlerimi kucağımda şiddetle kucaklaşan ellerime çevirdiğimde ne gözlerimden ne de şakaklarımdan kurtulabilmiş olan sıvının nihai çıkışı bulduğunu fark ettim, tırnaklarım avcumu deşmişti. Kalbim muhtemelen ben bunun için mi yırtınıyorum diye yakınıyordu, beynimse hadisenin nasıl gerçekleştiğini bana duyurmadığı için gerim gerim geriniyordu.
Yarıklardan kan acele etmeden çıkıyor, mikronluk çizgilerden geçerek elimin kıyısına geliyordu. Hafif bir sızlamanın eşlik ettiği bu manzara beni büyülemişti. Elimi daha evvel görmediğimden değil, lakin böylesine uzun vadileri barındırdığını bilmediğimden. Eminim annemin beyninin, çilesinin fışkırmasını bir tıpa misali engelleyen merminin etrafında toplanmış birkaç damla avcumdaki vadilere sığardı.
Yerdeki çoraplardan birinin eşini alıp elime sardım. Çorap hiç eşinin topuğunun çatına sıkar mı? Sararmış tüle gelgitler yaşatan rüzgâr yüzüme değdiğinde ürperdim ve pencereyi kapatmak için berjerden adeta zıpladım. Bana saldırmak için yükselen bir eli büker gibi kulpunu büktüm, dokunma bana, camını tir tir titretecek kadar sert bir şekilde üzerine abandım. Birkaç saniye sonra normale döneceğimi umarak kalkıştığım bu taarruz hiçbir halta yaramadı; bedenim, bir pagoda gibi tek tek çatılarını yitirdi. Önce ayaklarım büküldü, ardından dizlerim, belim ve gövdem. O kuş tüyünü taşıyan rüzgârın yarattığı ürperti beni yüzüstü yere çarptı. Titrememe engel olamazken böylece delireceğimi düşünmeye başladım. Çarpa çarpa. Uzun sürmeyecek. Katatonik olacaksın belki de. Bu çok yerinde bir son olurdu benim için, sancılar karşısında kaskatı kesilmem hayatımın malumuyken.
Ben yere düşerken devrilen abajurun lambası patladı. Odayı aydınlatan ışık öyle acımasız bir suretle yok olmuştu ki utancımdan ona üzülemedim. Fakat ona fazlasıyla imrendim, görevini tamamlamıştı. Düşüp kırılmış ve geri dönmemek üzere yok olmuştu. Ayrılmamıştı; ayrılması için herhangi bir şeye bağlı olması gerekirdi lakin o insan değildi, bağı sündürülerek koparılamazdı. Fakat benim yok olmam mümkün değildi; ölümüm sadece travmaları ve zahmeti katlayarak çoğaltırdı. Toprak bile kabul etmez onu. Düşünün, kabullenilmediğiniz cisminizle geberip gidiyordunuz, oralarda bir yerde sizi redd-i toprak karşılıyordu. Ölmüşsünüz işte, bundan fazla ne yapılabilir?  Ölmek ile film bitmek bir yana dursun bazan başa sarıyordu.
Asırlık yer döşemesine kaynayan kanımın aleviyle yapışan yanağım, dişlerim birbirine çarparken titremeyi sürdürdü. Yuvalarındaki gözlerimin kenarları bir hançerle deşiliyormuşçasına yanarken göz kapaklarımı kırpıştırıp durdum. Tüm sinir uçlarımın kabiliyetini kaybetmesini, tüm ampullerin patlamasını, tüm kurşunların namluda sıkışmasını diledim.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir