Serap Alıcı

ŞİMDİ SIRA BENDE

“Hepimiz gördük olayı. Sert düştü yere. Ambulans gelene kadar başında durduk. Sonra duyduk ki… Severdik Arnavut’u, zararsız adamdı. Küfesini getiriverdim size, belki…”

Mustafa bakımsız yüzlü bu geveze adamı hiç kesmeden dinledi. Gözlerini, kapının önüne öksüz bir çocuk gibi bırakılan hasır küfeden alamıyordu. Sonra eprimiş meşin kulpundan kavradı, çekerek evin içine getirdi onu. Camdan sızan gün ışığı odanın ortasında ucube bir anıt gibi duran küfenin üstüne vuruyordu.
“Hala küfecilik yapıyor muydu ki? Hiç söylemedin bana?”
Loş odanın köşesindeki koltukta oturan yaşlı kadın onu duymamış gibi elindeki kitabı ağır ağır kapattı, üç kere öperek alnına dokundurdu. Yeşil kadife kılıfına özenle yerleştirdi. İp askısından duvardaki çiviye astı. Omuzlarına kadar inen siyah baş örtüsünü katlayıp sehpanın üstüne koydu. Ağarmış seyrek saçlarıyla şimdi daha yaşlı görünüyordu.
“Yok oğlum, hali mi vardı hamallık yapacak. Öylesine çıkıyordu pazara, seviyordu işte, eski günlerdeki gibi.”
Mustafa’nın nefesi daraldı. Küfeyi ayağıyla ittirerek taş sahanlığa çıkarttı. Dışarıdan bakan biri onun küfeyle dertleştiğini düşünebilirdi.
“Zararsızmış adammış bizim Küfeci Arif peh peh! Nereden bilecekler?”
Kulplarından tutarak hırsla salladı. Ağlıyordu.
“Kalk da bir bak baba. Artık istesem de sığmam ben buna.”
Duyduğu tanıdık sesle irkildi. “Hep yolu gözlenen” gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Sesindeki çocuksu heyecan hiç solmamıştı.
“Nasıl olmuş olay abi? Annem nerede?”
Baba ocağının kapısında iki yabancı gibi sarıldılar birbirlerine.
“Haydi, durma gir içeri, gözleri yollarda kaldı seninkinin. Her zamanki gibi!”
Aliş içeri seğirtti. Altın başını annesinin göğsüne yumuşacık gömdü, eski günlerdeki gibi. Kucak kucağa ağlaştılar. Hacı Saliha ağlamaktan kısılmış sesiyle en başından anlattı olanı biteni.
“Motor çarpmış pazarda, durmamış hain, kaçmış. Ah son bir kere görebilseydi seni.”
Belini tutarak ağır ağır kalktı koltuktan, Arif Efendi’nin eskimiş bir çift ayakkabısını sokak kapısının önüne bıraktı. Sahanlığa terkedilmiş hasır küfeyi çekerek odaya geri getirdi.
“Boşmuş küfesi garibimin, bak. İnadından takıyordu bunu sırtına. Koca Arnavut söz dinler miydi ki. İki üç kuruş da bahanesiydi.”
Mustafa’nın sesi titriyordu.
“Söyleseydin ya yetmediyse. Daha çok gönderirdim.”
Hacı Saliha bir duvar gibi sessizdi, gözlerini kaçırdı. Mustafa gözlerini küfeye dikmiş konuşuyordu.
“Keşke bu alamet dile gelse de konuşsa, neler anlatırdı ama. Sokağın başında dağ gibi dikilirdi. Çoluk çocuk yarışırdık ona kadar. Onca çocuğun arasından o, kocaman elleriyle (gözleriyle Aliş’i işaret ederek) hep ‘bu altın kafayı’ kavrardı. Sonra, bir hamlede kaldırır koyardı küfesinin içine onu hoop diye, karpuz gibi. Sokağın bütün çocukları, bir de ben, ip gibi dizilirdik arkasına. Hep bir ağızdan aynı marşı söylerdik.”
Aliş ‘o marşı’ mırıldanmaya başladı. Altın kafanın sesi de güzeldi.
Açılın yoldan, geliyor kaptan
 Açılın yoldan, geliyor kaptan
Mustafa da eşlik etti Aliş’e.
Açılın yoldan, geliyor kaptan
Yeniden çocuk oluverdiler o an.
“Bir batar bir çıkardım sepetin içinde, hatırladın mı abi?”
“Küfenin deliklerinden bakardın bir de, ecinni gibi. Attığın çürük muşmulalar da hep benim kafamda patlardı nasılsa.”
“Kaçamazdın ya sen Ondan vurulurdun her defasında.”
“Hayat kesinlikle taraf tutuyor” diye hayıflandı Mustafa. “Kaçamayanı da vuruyor.”
Karanlık olanca kasvetiyle çökmüştü odaya. Mustafa lambanın düğmesini çevirdi. Küçük oda tavandan sallanan tek ampulle aydınlandı. ‘Sepetten bakan mavi gözler’ ışıldadı.
“Ne çok özlemişim seni anacığım. Çok istedim de gelemedim bir türlü. Şirket işi olunca, salmıyorlar öyle istediğin zaman.”
Onları uzaktan seyreden Mustafa’nın karnı ağrıdı, eskiden olduğu gibi. Gerçek sevginin resmi olsa olsa bu olurdu diye geçirdi içinden. Çok sevilenin kabahati de çabuk unutuluyordu.
“Pavyon fedailiği ne ara şirket işi oldu?” diye mırıldanıverdi, ya da öyle sandı.
Altın kafa yerinden ok gibi fırladı, sımsıkı kavradı onu omuzlarından. Kulağına eğildi, dişlerinin arasından ıslık çalar gibi konuştu.
“Bak abi, hatır gönül dinlemem, kırarım kalbini. Yerini bil.”
Mustafa ilk kez yerini çok iyi biliyordu. Ağır ağır yaklaştı hasır küfeye. Önce sol bacağını soktu, sonra diğerini çekti içine. Bir kule gibi dimdik durdu, öylece. Derin bir nefes aldı önce, sonra pervasızca konuştu.
“Kuyruğunu kıstırıp kaçtığın baba ocağına döndün sonunda kardeşim. Rahat ol. Ne kandıracak kimse kaldı, ne de çalacak tek bir kuruş. Haa ‘Babamdan ne kaldı?’ diye soracak olursan, (küfeyi kulplarından tutup kuvvetle salladı) işte bu boktan küfe.”
“Ama bu defa yağma yok kardeşim. Şimdi sıra bende.”
Hasır küfenin içine kıvrıla kıvrıla oturdu.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir